Mayıs 1944’teki toplu tutuklamalar, Türkçülerin, Türk milliyetçilerinin, cumhuriyet tarihindeki ilk büyük mağduriyetidir.Herkesin bildiği gibi, bu tutuklamalarının asıl sebebi, ikinci cihan harbinin galipleri arasında yer alacağı artık belli olmuş bulunan Sovyetler Birliği’ne dolaylı bir yaranma suretiyle soğumuş olan ilişkileri geliştirmeye çalışarak, oradan gelebilecek muhtemel bir tehdide karşı, güyâ vakitlice tedbir almak endişesinden kaynaklanıyordu.

Tabiî, Türk milliyetçileri üzerinden girişilen bu gayretkeşliğin herhangi bir netice vermediği, bilâhare, 1945 yılında, Rus Dışişleri Bakanı Molotov’la Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper arasında Moskova’da gerçekleşen meşhur görüşme ile anlaşılacaktı. Molotov Stalin’in Türkiye’yle ilgili taleplerini ihtiva eden bir nota verir, Selim Sarper diplomasi tarihimizin “yüz akı” diyebileceğimiz bir tavırla notayı reddeder. Molotov, şaşkın, kızgın, çaresiz bir şekilde Türk büyükelçisini kapıya kadar saygıyla yolcu etmekten kendini alamamıştır.

3 Mayıs 1944’te “başımıza gelenlerin, Türk  milliyetçilerine kendi devletleri tarafından “tabutluklarda revâ görülen enva-i çeşit zulüm ve işkencenin önü ve arkasındaki sahnenin özü budur.

Tutuklamanın, mahpushânenin, muhâkemelerin teferruatına fazla girmek istemiyorum; çoğu, herkesin bildiği şeyler. “Irkçılık-turancılık” genel başlığı altındaki bir yığın düzmece itham ve iddiadan, suç teşkil edebilecek herhangi bir fikir ve yahut fiile dönük dişe dokunur hiçbir delil, karîne, kanaat hâsıl olamadığı için, bir müddet sonra bütün tutuklular berâat etmiş ve serbest bırakılmışlardır. Benim bu vesileyle asıl temas etmek istediğim, birkaç başka husus var ki, izninizle onları kısaca özetlemek isterim:

Birincisi, 3 Mayıs 1944’te aynı suçlamalarla tevkif edilen Türk milliyetçileri, daha sonraki yıllarda, niçin aynı hedefler doğrultusunda mücadele etmeyi ve aynı hareket tarzı içerisinde olmayı başaramamışlardır? Hatta aynı fikirleri savundukları ve hatta gerektiğinde birbirlerini millî ruh ve seciyemize yakışır biçimde savunabildikleri bile söylenemez.

Peki, nedir bu halin izahı?

Sebep, basit şahsiyat çatışmaları, mizaç-meşrep uyuşmazlıkları, liderlik rekabetleri mi, yoksa fikrî farklılıklar mıdır? Yoksa çok daha temel bir sâik olarak, Türk milliyetçiliği cereyanının fikrî câzibesini, mefkûre heyecanını kaybetmesi mi söz konusudur? Nasıl olmaktadır da İnönücü tek parti diktatörlüğünün zulmüne uğramış, 1944’te tabutluk işkencelerinden geçmiş Türk milliyetçilerinden bazıları, daha sonraki yıllarda tepeden inmeci darbeci, millî iradeyi tanımayan kesimleri haklı çıkartacak tutum ve davranışlar içerisine girebilmişlerdir?

Biraz geriye gideceğim, 1910’lu yıllara… Türk milliyetçileri, Birinci Dünya Savaşı boyunca dört-beş cephede birden savaşan bir ordu ve devleti idâre etmiştir. Utanç verici Balkan bozgunundan sonra “Çanakkale Mucizesi”nin gerçekleşmesi Türk milliyetçiliğinin ruh ve heyecanı ile mümkün olmuştur.

Ama netice îtibâriyle ve maalesef, daha çok müttefiklerimizin hıyâneti ve erkenden pes etmesi yüzünden mağlûbiyeti kabul etmek zorunda kalsak da bilâhare millî mücadeleyi göze alabilen, teşkilâtlandıran, başlatan ve yürüten de en başta Türk milliyetçileridir.

Herkesin bildiği gibi, şehit Enver Paşa’nın da daha 1918’in ekim ayında öngörüp ifade ettiği gibi (bkz. Hüsamettin Ertürk’ün hatıraları — iki devrin perde arkası), birinci safhasını kaybettiğimiz cihan harbinin ikinci safhasını kazandık ve istiklâliyetimizi tescil ettirdik.

Ne var ki, Birinci Cihan Harbinin ikinci safhası, yani 1919–1922 süreci, başlangıçta taktik bir tercih olarak gündeme geldiği üzere, İttihad ve Terakki’nin ülkücü – milliyetçi unsurların değil, batıcı – milliyetçilerinin önderliğinde yürütüldüğü için yeni dönemde ülkücü milliyetçiler siyaseten ve büyük ölçüde tasfiye edildiler. Bunun en hazin karînelerinden biri, hâlâ kanayan bir yara olarak durmaktadır: Türk milliyetçilerinin ceplerinden harcayarak inşâ ettikleri Türk Ocağı merkez binası ve yüzlerce taşınmazı bile ellerinden, keyfî biçimde alındı ve bir daha da iâde edilmedi, maalesef.

İşte 1930’lu, 40’lı yıllara bu manzara içerisinde gelindi. 30’lu, 40’lı ve 50’li yıllar boyunca bir türlü teşkilâtlı siyasî güç haline gelemeyen ülkücü milliyetçiler fikrî alanda da “tekâmül içinde vahdet” veya “vahdet hâlinde tekâmül” diyebileceğimiz bir hamleyi gerçekleştiremeden birkaç nesillik yakın tarihin büyük ölçüde dışında kalarak 1960’ları karşıladılar.

1960’larda Alparslan Türkeş’in teşkilâtçı ve karizmatik liderliği ve bilhassa Dündar Taşer’in emsalsiz öğretmenliği altında şöyle böyle bir vahdete kavuşan ülkücü-milliyetçi hareket, bir yandan 40 – 50 yıldır görülmemiş bir hareket ve mücadele azmine kavuşurken, bir yandan da ve çok geçmeden kendi içinde yeni yeni tasfiye hareketlerine sahne oldu. Kendi içerisinde tabiî karşılanabilecek, müsâmaha edilebilecek fikrî farklılıklara en küçük bir tahammül gösterilmeksizin, klasik tasfiye ve yahut tecrit etme yolları kolaycı bir anlayışla benimsenir oldu. 1944’ün kader arkadaşları, tabutluk komşuları 1970’lerin küskünleri ve zaman zaman da hasımları oldular. Maalesef bu yanlış yollara günümüzde de başvurulmaktadır.

Ne olmuştur, nasıl olmuştur da bazı fikir ve görüşlerine esastan itiraz etme hakkımız olsa bile Hüseyin Nihal Atsız gibi bir ahlâk ve karakter abidesini,  idealizm ve heyecan adamını kaybetmişizdir, yahut o bizden uzaklaşmıştır? Üstelik büyük bir âlim, bir tarih allâmesi ve tarih felsefecisi!

Ne olmuştur, nasıl olmuştur da bir gün gelmiştir ki, Galip Erdem gibi bir ülkücü, bir serdengeçti, bir derviş, bir gazi-derviş, bir alperen, bir gönül ilâcı adam, ülkücülerin, milliyetçilerin siyasî toplantılarında, bunu ızdırapla ifade ediyorum ki, yuhalanabilmiştir?

Evet, ne olmuştur? Nasıl olmuştur?

Nasıl olabilmiştir ki, merhum Nevzat Kösoğlu gibi bir mütefekkir, bütün Türk-İslâm dünyası için yüz akı bir aydın, bir beyânatı bahane edilerek, bazı internet sitelerinde, üstelik ülkücülük-milliyetçilik adına hakaret ve terbiyesizliğe maruz kalmıştır?

 

Nasıl olmuştur da Türk milliyetçilerinden bazıları, milletimizin mukaddesatına inanmayan Maocu artıkları ya da komünizan unsurlarla veya tarih-kültür-din ve medeniyetten kopuk ulusalcı unsurlarla iş veya güç birliği yapılabileceğini düşünebilirler?

Milletin irâdesini ciddiye almayan ulusalcılığın bir hezeyandan ibaret olduğu anlaşılmaz.

Nasıl olur da, bazı dostlarımız sözde Müslümanlık ve Müslümanları desteklemek adına millet ve milliyete ait değerlerimizin Türk’e ait olanlarını şovenlik, kavmiyetçilik gibi suçlamalarla peşinen reddedenleri, ancak ülkemizde oluşturulmaya çalışılan ayrıştırmacı, mozaikçi anlayışları, bölücü fitne başta olmak üzere azınlıkçı teşebbüsleri kültürel haklar ve demokratikleşme gerekçesiyle haklı bulanlarla yan yana olabilir onları mazur gösterebilir? Bu durum,  Türk milliyetçiliğinin kendi tarih, kültür ve medeniyet geleneğinden, tarih şuurundan kopuk bir zemine kaydığı taktirde nasıl savrulduğunun bariz bir delili olsa gerektir.

Açılım ve çözüm süreci adı altında başta Habur’da yaşanan rezaletler olmak üzere Türkiye’nin güneyinde,  devletin, devlet kurumlarının, yöneticilerinin, yargı mensuplarının terör örgütü karşısında düşürüldüğü utanç verici durumları, binlerce şehidimizin kemiklerini sızlatan, onların acılı ailelerinin yüreğini yakan milletimizin kanına dokunan utanç verici sahneleri unutmadık unutmayacağız.

Nasıl oluyor da Türkiye’nin bütünlüğü ve bekası açısından hayati önem taşıyan bu meselenin çözümünü dış kaynaklı sunî reçetelerde değil,  kendi kültür ve medeniyetimizde, tarihî tecrübemizde aramıyoruz.

Nasıl oluyor da, kendi kültürüyle zıtlaşan, kendi kültür ve medeniyet ikliminden beslenmeyen, kozmopolit aydınların çözüm diye sundukları sunî reçetelerin ve oluşumların başarı şansının bulunmadığı, tümünün özentiden ibaret kalacağı anlaşılamıyor.

Şurası bir hakîkattir ki; küresel etkilerle dünyevileşen, yılgın, bezgin, korkak ve ümidini kaybetmiş bir hâlde gündelik hayatını yaşamayı tercih eden insanlar, ne söylerlerse söylesinler inandırıcı olamazlar. Topluma sağlıklı ve güven verici bir gelecek hazırlamanın yolu inançtan kaynaklanan ve harekete dönüşen düşüncelerdir. Aksi bir durum nefisleri tatminden öte bir anlam taşımayacaktır.

Eyleme dönüşmeyen bir düşüncenin, amelden yoksun bir inancın pratik bir hükmü yoktur. Çünkü medeniyetler merhum Nevzat Kösoğlu’nun anlatımıyla, amellerle kurulur.

Mevcut şartlardan sürekli şikâyet etmekle, şer güçlerin yaptıklarını devamlı dile getirmekle sadece tehlikeleri işaret etmekle kalırız. Bu tarzda ısrar zihni patinaj anlamına gelir. Hem mesafe alamayız hem de bıktırıcı oluruz;  toplumdan ilgi ve itibar göremeyiz.

Şu anda Türkiye’nin dört bir yanında çeşitli merâsim ve toplantılarla 3 Mayıs’ı hatırlayan aziz dâvâ arkadaşlarımızın birçoğunun, 1970’li yıllarda, delikanlılık çağlarında, bütün imkânsızlıklara rağmen bütün dünyaya kafa tutarcasına asil bir heyecanla ve yüksek bir iman ve görev şuuruyla Anadolu’yu adeta demir, asa, demir, çarık ile dolaşarak Türk milliyetçiliği ruh ve heyecanını Ahmet Yesevi’nin Alperenleri derviş gazileri misali tutuşturduklarının bizzat şahidiyiz.

Anadolu yaylalarında fırtınalar kopartan, rahmetli Ebul Feyz Elçi Bey’in deyimiyle, Ankara ve İstanbul caddelerin de yürüdüklerinde Moskova’da deprem tesiri yapan Türk milliyetçilerine ne oldu? Üzerimize ölü toprağı mı serpildi?

Türkiye’de ‘Ahlâklı olmadan dindar olmayı’ başarabilmiş ve milletimizi ‘Allah’la aldatanlar’ın sergiledikleri hukuksuzluk, adaletsizlik ve rezaletler diz boyu. Susuyoruz.

Doğu Türkistan’da Türk katliamı devam ediyor. Susuyoruz.

Musul, Kerkük kan deryasına döndü. Susuyoruz.

Kıbrıs’ta, Batı Trakya’da, Balkanlar’da Türklerin hak ve hukuku çiğneniyor. Susuyoruz.

Kırım’ın efsanevi lideri Mustafa Cemil Kırımoğlu’nun Kırım’a girişi yasaklanıyor. Susuyoruz.

Başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın bütün bölgelerinde Müslüman kanı oluk oluk akıyor. Susuyoruz.

 

Bugün Türk milliyetçileri’nin herhangi bir siyasi projeye bağlı olmaksızın da sivil alanda yapacakları çok büyük hizmetler vardır. Milliyetçi teşekküllere destek vermek, milliyetçi kitap dergi ve yayın organlarını desteklemek, Türk milliyetçiliği fikrinin genç nesillere intikalini sağlamak konusunda gayretler göstermek gibi.

Şimdi nasıl olmaktadır da, acı çekmekten zevk alan bir ruh haliyle sadece yakınmakta, olanı biteni sessizce seyretmekte veya sadece kınamakla ve her taşın altında birkaç hain aramakla yetinmekteyiz?

Bütün bunlar sadece siyasî-ahlâkî problemler midir, yoksa onunla birlikte ve aynı zamanda altından kalkılamayan, baş edilemeyen fikrî-felsefî zaafların yol açtığı zihnî keşmekeş, gayesizliğin getirdiği bir istikâmetsizlik ve ölçüsüzlük de bu neticede âmil olmuş mudur?

Meselenin acı tarafı, belki de bütün bunların hepsinin birden vârit ve mevcut olduğudur.

3 Mayıs 1944’ün şimdi minnetle, rahmetle andığımız her türlü yabancılaşmaya, diktatörlüğe, hukuksuzluğa karşı soylu bir mücadeleyi başlatan meçhul kahramanlarının yaptığı gibi, yine kıyam vaktidir.Tabii, hukuk çizgisi ve meşruiyetten ayrılmadan.

Gelecek 3 Mayıs’ların daha derin bir vicdanî, fikrî ve fiilî muhasebe ve murakabeye medar olmasını diliyorum…

 

* Kıyam: Bir işe girişme, teşebbüs etme

Bir yanıt yazın