“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir.
Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
- K. Atatürk
Tarih okumak
Tarih yazmak nasıl tarih yapmak kadar mühim ise, tarih okumak da en az o kadar mühimdir. Tarih yazarken yapılan art niyetli yönlendirmeler gibi tarih okurken de zihin ve algı yönetimi yapılır ki bunların bazıları maalesef iyi niyetle yapılmış hatalardır. Bütün bir tarihi kahramanlık destanları ile şekillendirmek ve hatta sürekli yeni devletler kurduğunu iddia eden bir tarih ile övünecek şuura ve gurura sahip olmak bu iyi niyet marazının başında gelir.
Tarih şuuru, milleti oluşturan unsurlardan biridir ve elbette milletlerin moral ve motivasyon kaynaklarının başındadır. Tarihi gerçekleri saptırmak ise sadece belli verileri silmek ile değil, bazı bilgileri bu motivasyonu kuvvetlendirmek amacıyla salt gerçeklik gibi sunmak ile de olacaktır. İlkokul, ortaokul ve hatta lisede Türk çocuklarının kafasında şanlı bir kuruluş ve yükseliş dönemi yaşayan Osmanlı, silik bir hatıra gibi yıkılış süreci ve sonrada tekrar şaha kalkmış bir milli mücadele dönemi yerleşir.
Şanına şan katılmış ve düzenlenmiş bir tarih öğretimi ile bir millet inşa edilebilir mi? Yoksa hayal kırıklığına uğramış, gerçeklik algısını yitirmiş nesillere mi gebedir böyle bir öğreti? Kür Şad’ın 40 çerisiyle koskoca Çin sarayına ölüm pahasına meydan okuması ile 40 çadırla bir çınar gibi kök salıp dallarını üç kıtaya salan Osmanlı Devleti arasına binlerce zafer ve binlerce de hezimet sığdıran Türk milletine mevcut tarih öğretisi ile acaba gerçekten iyilik mi yapılıyor?
Başarı nedir?
Üniversitenin ilk yılında bir derste hocamın ilk sorusuydu. Bütün sınıf cevap vermeye çalıştı. Doğru cevabı geçen senenin notlarını almış ve çalışmış bir arkadaş verdi. “Gerçek başarı hiç düşmemek değil, düştükten sonra ayağa kalkabilmektir.”
Türk milletinin tarihin şanlı ve namlı milletleri arasında yer bulmasını sağlayan meziyeti de bu başarıdır. Tarihin tozlu sayfalarında yok olma tehlikesi ile defalarca karşı karşıya kalıp, her seferinde silkinerek ayağa kalkmayı başaran bir millete mensup olmak, milli motivasyonu sağlamak için yeterlidir.
Tarihi oku(yama)mak
Tarih okumadaki hatalar bizi üç temel sorunla karşı karşıya getirmektedir. Bunlardan bir tanesi tarihin şuur oluşturmak yanında insanlara ders çıkaracakları bilgi ve belge üretmesinden faydalanamamaktır. Tarihin tekerrür ettiğine inanan bir insan değilim. Her ne kadar olaylar birbirine benzetilse de her dönemde her olayın kendisine özgü teferruatları vardır ve bu teferruatlar her olayı birbirinden tamamen farklı kılar. Ancak bugün ve geçmişte yaşananlar elbette geleceğe ışık tutar, insan özelinde dahi gelecekte yaşanan olaylara yaklaşım tarzını şekillendirir. Eksik tarih okuması da milletleri gelecek öngörüsü ve hazırlığından yoksun kılar.
İkinci ve bizim konumuzu oluşturan sorunlardan bir tanesi, tarih okumasındaki yanlış ile birlikte insanların milli şuurlarının incitilmesi ve hayal kırıklıklarına neden olmasıdır. Lise yıllarına kadar topyekûn şanlı bir tarihe ve her bir ferdi ile şanlı bir millete inanmış Türk gencinin, aklı başına geldikten sonra etrafında şanlı milletten iz göremediği zaman yaşadığı duygu en basit ifadeyle hayal kırıklığıdır.
Bu hayal kırıklığını bizzat yaşamış bir Türk çocuğu olarak yazıyorum. Türküm diyen dürüsttür, doğrudur ve çalışkandır diye düşünen bir genç, belki kendisi de dâhil dürüst, doğru ve çalışkan olmayan bir milleti fark ettiğinde mensubiyet şuurunda zorlanır. “Ben bu milletin mi milliyetçiliğini yapacağım?” sorusunu soran kaç kişiye rastladığımızı bir düşünelim.
Gerçek dünya ile karşılaşan Türk gencinin karşısında üç yol bulunuyor.
Bunlardan ilki tamamıyla hayal kırıklığı! İnandığı, uğruna hayatını vakfetmeye hazır olduğu milletin aslında bir seraptan ibaret olduğunu düşünmenin verdiği ıstırap ve daha mücadeleye henüz başlamışken teslim bayrağını çekmekle kısa sürede sonlanan hazin bir öykü!
İkinci yol birinciden daha fazla hüsran barındırıyor içinde. Tıpkı bir sineğin göremediği cama defalarca çarpması gibi, her seferinde duvara toslamaktan ibaret. Hayatta var olan milletin kitaplarda kahramanlaştırılan ve topyekûn milli hassasiyetleri taşıyan insanlardan müteşekkil olduklarına inanmakta ısrarcıdırlar. Bu insanlar gerçeklik algılarını yitirmişlerdir. Her yaşadıkları hayal kırıklığı onlardan bir şeyler koparır. Fakat her seferinde kendilerini hülyalarındaki milletin var olduğuna yeniden inandırırlar ve yeni hayal kırıklıklarına kucak açarlar.
Üçüncü yol
İlk yaşanan hayal kırıklığı ile başlayan süreçte doğru bir tahlil ile üçüncü yola ulaşılır ve tarih ile sağlıklı bir ilişki kurulur. Geçmişe dönük bir değerlendirme ve tarih okumadaki yanlışlık saptandığında bir çıkış yolu bulunur. Bir ülkede namuslular, namussuzlar ve umursamazlar her dönem olmuş ve bundan sonra da olacaktır. Bir ülke olarak içinde namussuzlar, hırsızlar ve arsızlar yüzünden batacak olan gemide bizim hayallerimizin de batacağı; namusluların, kahramanların emekleriyle dik dalgalara meydan okuyan diğer gemide ise hep birlikte kutlu geleceğe yelken açacağımızın farkındalığı vardır bu yolda.
Bu gerçeği kabul etmek ile insanların ayakları yere basar. Tarihte uğruna ölünecek ve hatta yaşanacak kahramanların ne ifade ettiğini anlar. Bütün bunlarla birlikte mücadele azmini artırır ve geleceğe inanç ve imanla yürür.
Anakronizm
Tarih okumasında yapılan üçüncü hata ise bugün sahip olduğumuz bilgiler ile geçmişi değerlendirmek, tarih yanılgısı ve tam anlamıyla da anakronizmdir. Anakronizm özellikle edebiyat ve sanat alanlarında kendisine karşılık bulsa da, hayatımızın ve özellikle tarihe bakışımızın merkezinde yer alır.
İnsan sahip olduğu ve toplumdan edindiği bilgi ve tecrübelerle hayatı okur. Geçmiş olayların yaşandığı şartları sağlıklı değerlendirmediğimizde, bu durum tarihi olaylara ve karakterlere haksızlık yapmak gibi bir talihsizlik ile sonuçlanır. Örneklendirmek gerçekleri daha iyi açığa çıkarır. İbni Sina’nın sahip olduğu tıp bilgisi bugün elimizde olanların yanında belki de denizde damla kadar kalacaktır. Bugün tababet sanatını icra eden bir Türk genci, eldeki mevcut bilimsel kazanımlara bakarak İbni Sina’nın aslında bilge sayılan bir cahil olduğunu iddia edebilir mi? Özellikle İslam tarihi okumaları yapılırken de anakronizm denizinde boğulup karaya vuranlara sıkça rastlanır.
Tarih yanılgısından bahsederken sanki hep geçmişe dönük bir yanılgı gibi anlaşılır. Ancak asıl mesele bugün ile dünün toplumsal, sosyal, bilimsel açıdan karıştırılarak elde edilen harman ile bir tarih, bugün ve hatta gelecek yorumu çıkar(ama)maktır.
Milli mücadele yıllarına bugün yaşadığımız dünyadan bakarken de aynı hataya kolaylıkla düşülür. Yokluk içinde yaşayan bir milletin; sadece yok olmama değil var olma, bir olma, iri olma ve diri olma mücadelesidir milli mücadele. Milli mücadeleyi her ne pahasına olursa olsun var olma mücadelesi değil, bir millet inşa etme serüveni olarak değerlendirmek gerekir. Bu mücadele esnasında başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere daha düşmana kurşun sıkmaya fırsatı olmadan şahadete ulaşan kahramanlarımıza kadar hepsinin hakkını ayrı ayrı teslim etmek gerekir. Ancak onların hakkını teslim ederken, bugünün mücadele alanında bulunan gönül neferlerinin de hakkını gasp etmemek önemlidir.
Evren ve Örneklem
Milli mücadele, toplumun kahramanları, idealistleri, milliyetçileri tarafından verilmiş şanlı bir mücadelenin adıdır. Bu arada “Milliyetçi tanımlamasına dâhil olan kimdir?” sorusuna doğru cevabı vermek de tarih okumasında bizleri üçüncü yola ulaştıracak yolun kilometre taşlarından bir tanesidir. Milliyetçi kelimesinin muhatabı olmak için bu memleketi sevmekten öte bir anlam ifade etmek gerekir. Bu anlamı İskender Öksüz hocanın sosyoloji ile ilgisi olsun ya da olmasın herkesin anlayacağı manada yaptığı izah ile ifade etmek gerekirse; ailesi, parası, mesleği, hayatı ve milleti arasında tercih noktasına geldiğinde yaptığı tercih milleti olana milliyetçi denir.
İşte bu milli mücadele dönemine ait birçok yerde pek çok kahramanlık destanı yazan Türk milliyetçilerini ayrı ayrı değerlendirmek için birçok donanımlı eser mevcuttur, ancak ruhu ifade etmek için belli bir örneklemi incelemek çarpıcı olacaktır.
Tıbbiye
14 Mart 1839’da II. Mahmut tarafından Tıbbiye kurularak Osmanlı Devleti’nde modern tıp eğitimi verilmeye başlandı. Aradan geçen yıllarda pek çok Türk hekimi yetişti. Savaşlarda yaralara merhem olmak için emeklerini, alın terlerini ve kanlarını döktüler.
Tıbbiyeden arada sırada doktor çıkardı. 190 Tıbbiyelinin Birinci Dünya Savaşı’na sürüklenen memleketin ahvalini iyi görmeyerek yaktıkları kültür meşalesi olan Türk Ocakları herkesin malumudur. Tıbbiyenin milli mücadeledeki rolü bununla da kalmamış ve bir ateş olmuş, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü dahi belki bir tereddütten kurtarmış, inancını ve imanını tazelemiştir.
Tıbbiye yine bir 14 Mart tarihinde 1919’da sahneye bütün ihtişamıyla çıktı. Payitaht işgal edilmiş, gösteriler yasaklanmış, bırakın nümayiş sergilemeyi iki kişinin bir araya gelmesi bile şehirde kuşku yaratır olmuştu. İşte 14 Mart günü 1919’da Tıbbiye’nin kuruluş yıldönümünü kutlama bahanesiyle Türk bayrağı Tıbbiye ’den sallandırıldığında arada sırada doktor çıkan mektepten gerçek vatanseverlerin çıktığı daha iyi anlaşıldı.
Bu vatanseverler bir kişi değildi elbette ama bir isim altında bayraklaştı:
Tıbbiyeli Hikmet
Tıbbiye’de öğrenci iken katıldığı Sivas Kongresi’nde manda ve himaye tartışmaları yapılırken Atatürk’ün gözlerinin içine bakarak:
“Paşam! Murahhası bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsun, şiddetle red ve takbih ederiz (ayıplarız). Farz-ı muhal manda fikrini siz dahi kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz (lanetleriz)…”
Diyen asil ve şanlı vatan evladı Tıbbiyeliler milli mücadelede bayraklaştı, bayrağı yere düşürmedi, lekelemedi, kirletmedi. Milli mücadele bittikten sonra da mücadeleyi bırakmadan, makam mevki beklemeden memleketin dört yanına dağılarak sağlık ordusunun milli neferleri olmaya devam ettiler. Allah hepsinden razı olsun.
Bugün
O günden bugüne değişen çok şey oldu.
Zaman değişti, şartlar değişti. Değişim bile değişti. Tarihte yüzyıllar alan değişimler birkaç yıla bile sığmadı. 30 yıl önce genç olanların bugünün Türk gençlerine “Sizin zamanınızda ben genç olsaydım!” ile başlayan cümleleri bile klişe haline geldi. Bugünün algıları ile açılan bir pencereden bakarak Peygamber efendimiz (s.a.v.) zamanında yaşamaya çalışan ve sanki o zaman yaşasa Müslüman olacağı garanti olacakmış gibi davranan insanların tarih yanılgısı gibi, insanlar günümüz Türk gençliğini geçmişin şartları ile yargılamaya çalıştı.
Sosyal medya kullanımı, bilginin dağıtımının hızlanması, teşkilatlanmanın ve haberleşmenin kolaylıkları, ulaşım araçlarının gelişimi gibi güncellemelerle dünyanın bir köy halini alması hep bugünün mücadelesine olumlu katkı sağlayacak unsurlar olarak değerlendirilir.
Bununla birlikte bilgi kirliliği, algı yönetimi, futbol ve bilgisayar oyunları ile zihinlerin başka konulara meşgul edilmesi, profesyonel olarak yapılan meslekler ve mesleki yeterlilik için her gün değişen dünyaya ayak uydurma zorunluluğu, çalışmak harcamak, daha çok çalışmak ve daha çok harcamak, yani tüketim toplumu tüm diğer olumlu unsurlarla birlikte geldi.
İçinde yaşadığımız toplumda hayatını bir amaca, ideale vakfetmek küçümsenir. Sosyal medya adeta bir serbest kürsüdür ve kişisel basın açıklamaları ile tatmin sağlanır, her şey sanal yaşanır ve biter. Aynı zamanda yenidünyada her şey o kadar hızlıdır ki bir günde gündem değişir, insanlar sabırsızdır, toplum tahammülsüzdür. Düşman yeni silahlar ile karşımıza çıkar ki çoğu zaman görünmez bile.
Böyle bir dönemde vaktini, emeğini uzun soluklu mücadelelere harcamak zordur. Muhtemelen bir insanın hayatının sonunda dahi göremeyip çocuklarına bir basamak olmaktan öte emeline ulaşamayacağını bilerek yaptığı mücadeledir bahsi geçen. Silahla, topla, tüfekle ve eninde sonunda ölümle veya zaferle nihayete erecek bir savaş zamanı mücadelesini, ömür kadar uzun soluklu bir barış zamanı mücadelesiyle karşılaştırmak gibi bir tarih yanılgısına düşmemek gerekir.
Milli Mücadele Ruhu
Milletlerin hafızası genetik kodlar gibi nesillerden nesillere aktarılır. Tarih okumasında onca hataya rağmen, bağımsızlığın karakterine işlediği, cihan hakimiyetinin ilkokul çocuklarının dahi hayalini süslediği bir çocuk Somalili bir çocuktan ve adalet duygusunun hâkim olduğu bir anlayış da İngiliz bir çocuktan Türk çocuğunu elbette ayıracaktır.
Bu ayrıcalıklardan bir tanesi de insanları yanında olmadığı için yargılamayan, onlar için de mücadele eden fedakârlık ile bütünleşen mücadele ruhudur. Haklı olduğunu düşündüğü mücadelede sahada her ne vazife düşüyorsa, hangi işe gücü yetiyorsa yapmış olmayı eziyet görenlerin bu ruhtan nasibi olmamıştır. Çünkü milli mücadele ruhu, azmini ve şevkini kendisinden sağlar, alkış veya anlayış beklemez. Başını yastığa koyduğunda insanın helal kazanç yanında Türk milletine hizmet için emek ve ter dökmüş olmasının verdiği lezzet, zihin yorgunluklarından huzur devşirmek bile aranmayan fakat ulaşılan bir mükâfattır.
Tarihi, gerçeklerle birlikte değerlendirmek hiçbir zaman kahramanların ve kahramanlıkların gölgelenmesi olarak algılanmamalıdır. Aksine şu unutulmamalıdır ki şartlar bizim sandığımızdan daha da çetin, kahramanlar bizim sandığımızdan daha az ve mücadele sandığımızdan daha büyüktür.
Bu mücadelenin geleceğe yani bizlere yüklediği sorumluluğun farkında olan Türk gencinin -ki milli mücadele ruhuna sahip toplumun her ferdi henüz gençliğinin baharında Çanakkale’ye koşan 15’liler kadar gençtir, tarihin sayfalarında ismi Gazi Mustafa Kemal, Tıbbiyeli Hikmet, Kür Şad, İngiliz Kemal olarak altın harflerle kazınanlar gibi pek çok isimsiz kahramana da karşı mesuliyetleri vardır. Çocuklarını bir daha göremeyeceğinden emin, evinden tereddütsüz çıkan Türk gencini 100 yıl sonra çocuklarımızla anarken “yeterince fedakârlık yapıyor muyuz?” sorusunun muhatabı biz Türk gençleridir.
Tarih algımızı düzelttiğimizde fark edilir ki bugün bizler alın teri, zihin yorgunluğu ile üzerimize düşen vazifeleri yerine getirmezsek belki 10 yıl belki de 50 yıl sonra tıpkı 100 yıl önce olduğu gibi birileri, belki çocuklarımız belki torunlarımız yine kanları ve canları pahasına ülkenin birlik ve bütünlüğünü korumak durumunda kalacaklardır. Tarih algısının düzeltilmesinden kastedilen tam olarak budur. Kesintili fedakârlıkların bedeli çok daha ağır olmaktadır. Milli mücadeleyi anarken ve anlarken, belki İstanbul’un fethinden itibaren başlayan ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkışına kadar milli mücadeleyi zaruri kılan şartları göz ardı etmemek gerekir.
“Artık 190’dan daha fazlayız”
Türk milliyetçiliği bazen başarılı bazen başarısız, bazen etkili bazen etkisiz olmakla birlikte her devirde sahada olmuştur. Türk milletçileri seferin rızaya zaferin Allah’ın rızasına bağlı olduğunu bilir ve gayesi bu uğurda şerefli bir ömrün taşıyıcısı olmaktır. Ölmek gereken yerde ölmeyi çok iyi bilen Türk milliyetçileri, yaşamak ve yaşatmak gerektiğinde özüne uygun yaşamın peşindedir, olmalıdır.
Tıbbiyelilerin ve milli mücadele ruhunun bugün izdüşümüne bakacak olursak; 1919 yılında, kim bilir kaçıncı kez filizlenen milli mücadelenin 100. Yılı olan 2019’da Türk Tıbbiyelileri aynı milli ruhun taşındığının kendi örneklemi içinde en bariz göstergesidir. Aynı ruh aynı azim ve aynı başarma arzusuyla bir araya gelen, milli mücadelenin baş aktörü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün manevi huzurunda her bir ferdi Tıbbiyeli Hikmet ve arkadaşları olarak beyaz önlükleri ile saygı duruşuna duran yaklaşık bin kadar Türk tıbbiyelisi kısaca şu dizeleri ifade eder:
“Fıtrat değişir sanma
Bu kan yine o kandır”
Türk tıbbiyelileri 100 yıl sonra aynı aşk ve şevk ile seslenmektedir. Aynı mücadele azminin daha ilerilere taşınma arzusu, Türk milliyetçiliğinin onuru ve gururu da bugün Türk tıbbiyelilerinin sloganlaştırdığı bir cümlede gizlidir. Bu cümle geçmişin aziz hatırasına saygı ile geçmişte yaşananların şuuru ile ve bugünün şartlarının oluşturduğu kendi zorlukları göz önüne alarak geleceğe uzanan bir sesleniştir:
“Artık 190’dan daha fazlayız!”