Bilim insanları insanlık tarihinin ne zaman başladığıyla ilgili kesin bir zamanı işaret edemiyorlar. Ancak Sümerlerin milattan üç bin yıl önce yazıyı bulmasının tarih devirlerini başlattığını kabul ederek karanlık bir dönemin belirsizliklerini kenara itiyorlar. Demek oluyor ki bilinen tarih, insan topluluklarının davranışlarını en az beş bin yıldır kaydediyor… Sosyal ihtiyaçların, ekonomik sebeplerin ve güvenlik gereksinimlerinin daha doğrusu ortak menfaatlerin insanların bir arada yaşamasını gerekli kıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki, bir insan kitlesini millet yapan değerler nelerdir? Özellikle kadim kabul edilen ve binlerce yıl önceki isimleriyle bugün de varlığını sürdüren bazı milletlere baktığımızda kan bağı ve akrabalık ilişkilerinin millet kavramını açıklamaya yetmediğini görüyoruz. Ortak bir geçmiş düşüncesinin varlığı millet olmanın temel şartıdır diyebiliriz. Çünkü iki-üç kuşaktan önceki aile büyüklerinin ismini sayamayan bireylerin, kendilerini binlerce yılın hatırasına ait hissedebilmesini başka türlü açıklayamayız. Ortak geçmiş fikrine sahip olan toplumlar bunun doğal sonucu olarak gelecekte de bir arada yaşama kararlılığını göstermekte ve böylelikle millet olarak anılmayı hak etmektedirler.

Bizler için genel kabul görecek bir millet tanımı yapmak ne kadar kolaysa, milletlerin tarih sahnesinde varlığını sürdürebilmeleri bir o kadar zordur. Dünya durdukça ebediyen var olmak isteyen milletlerin, her şeyden önce il ve töre sahibi olması gerekmektedir. Burada il olarak kastettiğimiz; milletin üzerinde güvenle yaşadığı, ortak bir kültürü yoğurduğu, coşkuyla sahip çıktığı bir mazinin can damarı olan vatandır. Diğer insan topluluklarıyla ilişkilere ve milletin isteklerine bağlı olarak zaman içinde yurdun yeri ve sınırları değişebilir. Örneğin Türklerde bazen Ötüken, bazen Horasan bazen Anadolu olur vatan toprağının adı ama kutsallığı değişmez. Çünkü Türkler için vatan demek, milletin her bir ferdinin ruhunu saran bir Kızıl Elma özlemi demektir.

Bir ili yurt edinen milletin huzur içinde yaşayabilmesi için toplumsal uzlaşmayı sağlayan yasalar konması gerekir ki töre diye kastettiğimiz budur. Bütün bunları millet adına sağlayan, koruyan ve yöneten organizasyona da devlet diyoruz. Devlet, kendisini kuran milletin içerideki ve dışarıdaki sorunlarıyla ilgilenen siyasi bir yapıdır. Milletin kendi kaderini belirlemedeki azim ve kararlılığı o milletin var olmanın ötesine geçerek, tarihe yön vermesine yol açar. Bu kararlılık, sınırlardan ve coğrafyadan bağımsız, gelecek nesillere coşkuyla aktarılan bir bilinci daima canlı tutar.

Bu bilinç sayesindedir ki binlerce yıl coğrafyadan coğrafya savrulan Türk Milleti, sırtını kendi kurduğu devletlerin dışında hiçbir güce yaslamadan; diliyle, sanatıyla, mimarisiyle ve hatıralarıyla özgün bir kültürün yoğrulmasını sağlamıştır. Bu kültür Osmanlı Devleti ile birlikte büyük bir medeniyet halini almış, İmparatorluk sınırlarına katılan başka pek çok milletin hayatına da etki etmiştir. Ancak, yedi yüzyıl sonunda dört kıtaya izleri, yedi düvele namı yayılmış olan Osmanlı, kendisinden önceki İmparatorlukların hazin sonundan kaçamayacaktır.

Dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı sonunda mağlup ilan edilen Osmanlı, büyük bir felaketin eşiğindeydi. Açlık, sefalet, mağlubiyet ve çaresizlik içindeki Anadolu’nun kaderi, savaşı sonlandıran Mondros Mütarekesi hükümlerince işgal güçlerinin insafına terk edilmişti… İngilizlerin öncülüğündeki Fransız, İtalyan ve Yunan güçlerinin Anadolu’yu paylaşırken sergilediği zulüm insanlık sınırları dışına taşıyor, binlerce yılın intikamına dönüşüyordu. Silahlarına el konan savunmasız askerleri, namusuna sahip çıkan köylüleri, hiçbir şeyden haberi olmayan masum bebeleri katleden caniler, Katalon Ovası’nda Attila’dan,  Miryokefalon’da Kılıçarslan’dan,  İznik’te Orhan Gazi’den, Kosova’da Sultan Murat’tan, İstanbul’da Fatih’ten, Mohaç’ta Süleyman Han’dan, Anafartalar’da Mustafa Kemal’den öç alıyordu akıllarınca…

Bu zor zamanlarda önce İstanbul’un ardından güney illerinin ve son olarak İzmir’in işgali geleceğe dair ümitleri gölgeleyen bir kâbus perdesi gibi Türk illerinin üzerine örtülüyordu. “Kaderimizi yazacak kalemi ancak işgal güçlerinin eline teslim ederek kurtulabiliriz,” diyenler, saf hislerle İstanbul Hükümeti’nden ve İngilizlerin kuklası haline gelmiş padişahtan medet umanlar gerçeği kavramaktan çok uzak olsa da, genç kalplerde heyecanla çırpınan bir imanın ateşi yanmaya başlamıştı. İzmir’de kalleş Yunan süngülerinin ucunda can veren yiğitlerin asil kanında parlayan bir ateş: Bağımsızlık…

Bu bağımsızlık ruhu, Sultanahmet mitinginde, “yedi yüz senelik tarihin ağlayan minareleri altında” bayrak, ecdat ve namus üzerine edilen yeminle şahlanıyordu. Tüm çaresizliklere isyan eden Kuva-yi Milliye milislerinin vatan aşkında vücut buluyordu. Bir büyük facia muhteşem bir uyanışı tetikliyor, Türk Milleti kurtuluş azmini Türk olmanın şerefinde buluyordu. Dört yanı kuşatılmış, silahları, cephanesi, erzakı elinden alınmıştı ama bu Aziz Millet, kendisine telkin edilenin aksine bir türlü teslim olmuyordu. Türk Milleti kararını vermişti: “Ya istiklal, ya ölüm!” diyor, esaret altında şerefsiz bir hayattansa, bağımsızlık uğrunda onurlu bir ölümü tercih ediyordu. Tankıyla, topuyla, tüfeğiyle karşısında dikilse de, parayla, teknolojiyle çalım satsa da, kendini medeni, gelişmiş diye pazarlasa da hiçbir düşmanın önünde eğilmeyecek, Yüce Allah’tan başka hiçbir güçten medet ummayacaktı. Son Haçlı ordusunu durdurma görevi yine Türklere düşmüştü.

Mustafa Kemal, 1919’un 19 Mayıs’ında da ordu müfettişi göreviyle Samsun’a indiğinde bir imkânsızlık sarmalının ortasındaydı fakat içinde kurtuluşa dair öyle güçlü bir iman taşıyordu ki önüne çıkan hiçbir engel onu yolundan alıkoyamadı. O, yoksunluklar içindeki Türk Milleti’ni geçmişin kutsal davasına sahip çıkmaya ve böylece şanlı bir geleceği çizmeye davet ediyordu. Bu kutsal dava Türk Devleti’nin ilelebet var olacağına dair bir yemindi:

“Devlet-i Ebed Müddet!”

Yani “sonsuza kadar yaşayacak devlet” inancı. Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşatmak siyaseten mümkün değildi, ancak Türk Milleti’ni uçurumun kenarından kurtarmak mümkündü. Çünkü bu millet, düşman çizmesinin binlerce yıllık tarihinin üzerinde gezinmesine müsaade etmezdi. Onurunu, namusunu, geleceğini, hatıralarını kısacası Türk’ü Türk yapan değerlerini İngiliz’in, Fransız’ın, Yunan’ın insafına bırakamazdı. Bu millet bedeli atalarının kanıyla ödenmiş olan Anadolu’da hiçbir devletin kolonisi, sömürgesi, esiri olamazdı. Türk Milleti yaşayacaksa Türk onuruna uygun bir şekilde bağımsız ve hür olacaktı, ya da hak bildiği yolda yok olacaktı.

Mustafa Kemal’in 100 yıl önce, 1919’da Samsun limanında attığı adımla başlayan Milli Mücadele, savaş meydanlarında kazandığı zaferlerle işgalcileri kutsal vatan toprağından söküp atarken, yıkılan bir İmparatorluğun küllerinden yeni bir devleti kurmayı da başardı. Mayası onurla, erdemle, şerefle karılan Türkiye Cumhuriyeti, şehitlerinin kanıyla renklendirdiği bayrağına, imanının sembolü hilali ve sonsuza kadar peşinden koşacağı bir hedef olan parlak bir yıldızı koyuyordu.

Kuruluşu resmen 1923 tarihinde tüm dünyaya ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti bugün dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasında saygın bir yere sahiptir. Kuruluşundan beri yabancı devletlerin ekonomik müdahaleleri, askeri darbeler, iç ve dış terör saldırıları Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişme hızına sekte vuran olumsuzluklar olsa da sahip olduğu ekonomik kaynaklar ve insan gücü ile tarihi köklerinden kopmadan gelişimini sürdürmektedir. Bulunduğu jeopolitik konum sebebiyle iç ve dış meseleleri azalmayan Türkiye, bölünmez bütünlüğünü muhafaza eden sayılı ulus devletleri arasında yerini korumaktadır.

Bugün son büyük Türk Devleti’nde yaşayan, öz vatanında alnı açık başı dik dolaşan, geçmişin şanlı zaferlerinden kendi payına düşen manevi ganimeti isteyen ve damarlarında dolaşan asil kandan güç alan Türk evlatlarına düşen bir görev vardır: Milli bilincini canlı tutmak yeni nesillere aktarmak…  Atatürk’ün hedef olarak önümüze çizdiği üzere, Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak, ancak böyle mümkün olabilir. Oysa günümüzün muasır medeniyetini oluşturan devletleri boş durmamaktadır. Bilişim teknolojileri, uzay araştırmaları, tarım teknikleri, genetik ve ıslah çalışmaları, kültür, sanat, edebiyat, kısacası hayatın her alanında günden güne ilerleme göstermektedirler. Eğer amacımız devletimizi ebed müddet ile yaşatmaksa; onu bilimde, teknolojide ve kültürde en yüksek seviyeye çıkarmamız ve diğer dünya devletlerinin önüne geçirmemiz gerekir.  Yoksa kuru bir hamaset ve vatan sevgisi ile sadece bir tarih anlatıcısı olunabilir. Fatih ve ordusu İstanbul’u fethettiğinde muazzam bir imana ve çok güçlü bir orduya sahipti elbette. Fakat unutmamalıyız ki Fatih Sultan Mehmet’in devrinde Osmanlı Devleti o dönemin bilim ve teknolojisinin zirvesindeydi. Fatih’i İstanbul’a getiren inancı ve hedefleriydi fakat Bizans surlarını yıkan, kendi icadı olan balistik toplardı…

Milletçe bağımsızlığımızı tüm dünyaya haykırışımız olan İstiklal Marşımızda vatan şairi Akif milli bilincimizi hatırlatmak için bizleri ne güzel uyarmıştır:

“Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı:

Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.”

Ve sen Türk genci, bu vatanı tüm gücünle korumalısın, azimle yüceltmelisin. İşin, görevin, mesleğin ne olursa olsun çok çalışmalısın, çok yorulmalısın. Hatta gerekirse varlığını Türk Milleti’ne feda etmelisin. Atalarının ruhunu ancak böyle şad edebilirsin. Onlar bunu yaptı, sen de yapabilirsin…

Bir yanıt yazın