Rahmetli eşim Dilaver’in aramızdan ayrılışının üstünden tam tamına 11 sene geçmiş. Tabii ki onun hakkında söylenecek o kadar çok şey var ki, anlatmakla bitmez. Burada benim için çok değerli bir yeri olan “Sitare” şiirinden bahsetmek istiyorum. Yazıldığından bugüne çok sevilen ve paylaşılan bir şiir bu. Şiir ile alâkadar olan her insanın çoğunun bildiği bir şiir.
Bir genç bana “Bu şiir ile kız arkadaşımı kendime aşık ettim, sonrasında evlendik. Çok da mutluyuz.” dedi. Ne güzel! Bu şiir bir mutluluk getirmiş, sevinmemek mümkün mü?
Dilâver çok yönlü biri idi ama hayatının büyük bir kısmını şiir kaplardı. İyi de bir şair idi. Kelime haznesi oldukça genişti. Türkçeyi çok iyi kullanırdı. “Şiir yazmanın zamanı ve mekânı yoktur.” derdi. Gece, otobüste, trende, vapurda, yolda ve her yerde… Aklına konusu gelir, not eder yazmaya başlardı. Bazen bir günde, bazen bir senede bitirdiği şiirleri vardır. Şiiri bitirdikten sonra “Sanki doğum yapmış bir kadın gibi kendimi rahatlamış ve mutlu hissediyorum.” diye gülerek anlatırdı. Her yazdığı şiiri önce bana okur, fikrimi alırdı.
Ben de şiiri severdim ama onunla birlikte derinliğine inince daha çok sevdim. Bir şiir aşığı oldum. Her türlü duygu şiirin içinde saklıdır. Şiir sevmemek mümkün mü? Eşlerin her ikisinin de şiiri sever olması, bal ile kaymak gibi ayrılmaz bir ikilidir. Şiirin içine girince ömür boyunca şiir gibi düşünür, şiir gibi yaşarsın.
Evimizin küçük balkonunu ikimiz de çok severdik. Onunla balkonda çok günlerimiz ve gecelerimiz geçti. Keşke balkonun dili olsa da anlatsa… Balkonda çoğunlukla gece üçe-dörde kadar oturur ay ve yıldızları seyrederek yazılarını yazardı. Oturduğumuz semti yani Üsküdar’ı çok severdi. Ve o gecelerin birinde “Üsküdar’da Geceler Benim” isimli şiirini yazdı.
“Bir firuze yazmayı avucumda tutuyorum;
Ramazan akşamlarında Üsküdar şahid olsun,
Derin uykular adına yüzüme örtüyorum;
Ana kokusu sinmiş bir firuze yazmayı…”
Evet, herkes derin uykularda iken o gecelere sarılır gözleri kızarana kadar yazar, yazar, yazardı. Gerçekten de geceler onundu. Yazmaktan arta kalan zamanlarında ayı ve yıldızları seyretmek onun çok hoşuna giderdi. “Onlara baktıkça dinlendiğimi hissediyorum.” derdi. Beraber otururken bazen yıldız kayardı, bana “Bir dilek tut.” derdi. Tutacak dileğim yoktu ki, her şey güzel gidiyordu. İkimizin de dünya malında hiç gözümüz olmadı. Anlaşıyorduk ve de mutlu idik ya, bu bana yeterdi. Ama hadi sen kırmayayım, bir dilek tutayım. “Ailecek hepimiz sağlıklı olarak bir ömür geçirelim inşallah…” Sağlıktan önemli başka ne var ki?
Ay ve yıldızlar gecenin en güzel ışıkları. Gökyüzüne bakmaya doyulmaz. “Şu sokak lambaları olmasa gökyüzü daha bir ışıltılı olacak. Yıldızlar daha bir parlayacak.” dedim. Fakat Dilâver “Doğru ama yıldızlar Ayın yanında sönük kalır. Sen aysın, onların bütününden daha çok ışık saçıyorsun.” dedi. Ben gülünce gözlerime bakarak şakacı tavırla “Hadi hadi, gururlanma! Ay yıldızsız, yıldızlar aysız olmaz; onlar iki kardeş gibi birbirinden ayrılmazlar. İkisi de gecenin güzellikleri…” dedi.
Geceleri çok sevmekle birlikte, bulutlar gökyüzünü kaplarsa çok hüzünlenirdi. “Geceler” isimli şiirinde onu vefasızlıkla ve yalan olmakla suçlar. Ama yine dayanamaz özür dilercesine “Sizde keşfettim sükûnetteki büyülü sesi.” der…
Bir gece saat 2.30’da beni uykudan kaldırdı. “Elini yüzünü yıka.” dedi. Yıkadım ve salona geçtik. Ben oturdum, o ayakta… “Ayla sana yeni yazdığım bir şiiri okumak istiyorum.” dedi. “Beni gece yarısı kaldırdığına göre demek ki senin için çok önemli” dedim. “Evet, uzun bir süredir üstünde çalışıyordum, yeni bitti. Senin fikrini almak istedim” dedi. Güldüm; “Her zamanki gibi…” dedim. Yüzünde güzel bir tebessüm ve merak izleri var: “Evet, her zamanki gibi… Şiirler senin süzgecinden geçerse kendimi daha iyi hissediyorum.” dedi. Nasıl gurur duydum tarif edemem. İçimde güzel bir rüzgâr esti. Okumaya başladı: “SİTARE… Nerden çıktın karşıma Sitare?” Ben aniden bir hoş oldum. “İsmi Sitare mi?” dedim. “Evet, ne oldu?” diye şaşkınlıkla sordu. “Şok oldum ama sen şiirini oku, ben sonra anlatırım. “Sitare…” Şiiri okudu. Okurken yüz ifademi merak ediyor olmalıydı ki ara sıra bana bakıyordu. Gözler ve yüz ifadesi gerçekten insana çok şey anlatır. Şiiri okudu, uzun bir şiirdi, çok güzeldi ve çok da duygulandım. Bana bakıp “Biliyor musun bunun içinde sen de varsın. Sitare sensin.” dedi. Anlamıştım, kafamı salladım ama gözlerim doldu. Bana birçok şiir yazmıştı ama bu şiir bir başka idi. “Nasıl buldun? İstediklerimi anlatabilmiş miyim?” dedi. “Evet.” dedim. Beni sessizce ve merak dolu bakışlarla biraz da tebessüm ederek dinledi. Bitirince o andaki yüz ifadesini tarif edemem. Gözlerinin içi gülüyordu. Sanki Asya bozkırlarında düşmanı yenmiş bir han edası vardı. En sonunda ben: “Dilâver, bu şiir ilerde çok okunan ve sevilen bir şiir olacak gibi bir his var içimde.” dedim. Yüzünde mutlu bir ifade ile ekledi: “İnşallah…”
Onun sevinci benim sevincim demekti. Şiir yazmanın ne kadar zor olduğunu biliyordum. Uykum da iyice açılmıştı. Dilâver: “Ayla, sıra sende, anlat bakalım seni dinliyorum.” dedi. Ben de bu şiirin ismiyle alakalı bir anımı anlattım.
“Çocukluğumdan beri okumayı çok severdim. Ne bulsam okurdum. Babam bize pek çok kitap alırdı. Sakin bir yapıya sahip idim. Bir köşeye çekilir, müzik dinler, kitap okurdum. Ortaokul birinci sınıfta iken komşu kızı Ayla abla bana ortaokullar için hazırlanmış, yardımcı türkçe kitabı vermişti. İçinde kısa kısa yazılmış hikayeler ve şiirler vardı. Sitare isimli bir küçük hikâye çok ilgimi çekmişti. Sitare Türkçe bir isim değildi ama çok hoşuma gitmişti. Farsça bir isim olduğunu öğrenmiştim. Konusu şöyle idi:
Sitare isimli bir genç kız bir ilkokulda öğretmendir. Çocukları çok sevmekte ve onlarla çok iyi anlaşmaktadır. Bir ilkbahar günü çocukları pikniğe götürür. Çocuklar neşe içinde, ortam çok güzeldir, oyun oynuyorlar, salıncak kurmuş sallanıyorlar, getirdikleri yiyecekleri yiyorlardır. Sitare öğretmen ve çocuklar çok mutludurlar. Akşama doğru birden hava bozar, kara bir bulut tam tepelerine gelir ve sağanak halinde yağmur yağmaya başlar. Çocuklar şaşırır, ne yapacaklarını bilemez; bir oraya bir buraya koşmaya başlarlar. Sitare çocukları bir araya toplar ve yakınlarda bir mağara bulup oraya sığınırlar. Fakat Sitare çok ıslanmıştır. Yağmur dinince çocukları evlerine tek tek teslim eder. Ancak kendisi hastalanır. Uzun müddet hastanede tedavi görür. Fakat bünyesi zayıf olduğu için ölüme yenik düşer. “
Bu hikâye beni derinden yaraladı. Ne hikâyeyi ne de Sitare ismini unutabilmiştim. Ve yıllar sonra Dilâver bir şiir yazıyor; hiç unutamadığım Sitare ismini o güzel şiirine başlık olarak koyuyor… Bu nasıl bir tesadüftür, inanamadım! Bu tesadüf Dilâver’i de hem şaşırttı hem de hoşuna gitti. “Ayla, bizim yazımız sen ortaokulda iken yazılmış galiba” dedi ve gülüştük. İyi ki yazılmış…
İkimizin ortak yanları çoktu, iyi anlaşıyorduk. İyi günde de kötü günde de…
Sitare şiirini, 10-15 şairin davet edildiği bir gecede okudu. Bitirince dinleyiciler dakikalarca alkışladı. Etrafıma baktığımda herkes ayakta idi. Gözlerim doldu, bütün vücudumun titrediğini ve tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Program bitince yan yana geldik, gözlerinin içi gülüyordu. Etrafımızı büyük bir topluluk sardı. Övgü dolu sözler, tebrik edenleri bir fotokopisini isteyenler… İkimiz de şaşkınlık içinde idik. Bir ara bana baktı gözleri; ‘Senin söylediğin çıktı. Şiir çok sevildi’ der gibiydi. O akşamdan sonra Sitare en sevilen şiirlerinden biri oldu. Dilâver’i ve şiirlerini sevenler bu şiirin içinde olduğumu söyleyerek; “Dilâver’in Sitaresi” dediler. Yani ikinci ismim ‘Sitare’ oldu. ‘Ay’ idim, buna ek bir de ‘Yıldız’ oldum. Galiba dünyanın en şanslı ve mutlu insanlarından biriyim. Ne mutlu…
Dilâver, sevgili eşim, sana rahmet diliyorum. Nur içinde yat, mekânın cennet olsun. Hep kalbimizdesin, unutmadık unutmayacağız. Gökyüzüne baktıkça hep seni hatırlayacağım.
Ayla’n ve Sitare’n…