Toplumsal birlikteliğin inşası ve devamı noktasında en özel gördüğüm çekirdek yapıyı; belli bir nizamla kurgulanmış, tuğla tuğla örgütlenmiş ve kabuklaşmış dış görüntüsü ile ‘ev’ olarak, evi de yaşam ihtiva eden iç sıcaklığı ile ‘yuva’ olarak tanımlamışımdır hep.
Bir evi yuva olarak nitelendirmeyi, ocağında tencere kaynamasına; kapısında omuz omuza dizilmiş, büyüklere ait ayakkabı ve terliklerin yanındaki çocuk potinlerinin ve çizmelerinin varlığına; belki sıvası dökülmüş duvara yaslı duran bir değnek ile çalı süpürgesi ve tozlu el küreğine; kış aylarında bacasından hayat belirtisi olarak göğe uzanan soba dumanının nazlı nazlı süzülmesine bakarak yapmışımdır. Sanırım o duygu, oradaki mevcudiyetin kat’i ebediliğini kabul eden hissiyatın bende bıraktığı izlenim oluyor.
Bir Cuma gününün haleti rûhiyesinde, minareden üstüme dökülüp ruhumu yıkayan Cuma salası eşliğinde, deniz kenarındaki küçük bir çay ocağına oturmuş, önümde uzanan sonsuz mavilikte hareket eden irili ufaklı gemilere dalmıştım. İnce belli bardaktan aldığım az höpürdetmeli bir çay yudumuyla aklımın labirentlerinde yol bulmaya çalışan bir şuuraltı hikâyenin varlığını sezerek biraz daha yoğunlaştım kendime. Gemiler, engin deniz, ocağı kaynayan, bacası tüten bir çay ocağı, içindeki bizler ve daha nice karmaşık şeyler…
Bir müddet, suyun dalgaları altında çok net gözükmeyen ama varlığı da şüphe götürmeyen bir cismi teşhis etmeğe çalışır gibi kıvrandım. Nihayetinde, durgunlaştırdığım vehmimde belirginleşen şeyi fark edince pür dikkat şuuraltıma eğildim.
Orada, 13 Kasım 1918 Çarşamba günü öğle saatlerinde İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemilerinden oluşan elli beş parçalık işgal donanması, Haydarpaşa önünden Türklüğün kadim tarihine meydan okur gibi geçiyor, o sırada Kartal istimbotu ile Galata Rıhtımı’na doğru giden ve bir çit gök gözü barındıran ablak çehre “Geldikleri gibi giderler!” diyerek âdeta mevcudiyetin kat’i ebediliğini ilan ediyordu.
Düşündüm ve yapboz parçalarıyla bütünü oluşturmaya çalışan hevesli bir çocuk gibi ‘ev’ kelimesi ile devleti, ‘yuva’ kelimesi ile vatanı eşleştirdim. O Çarşamba günü öyle saatlerinde elli beş parçalık donanma ile geçen güruhu, bir eve zorla giren ve oraya hiçbir surette ait olmayan katillere, hırsızlara, haydutlara, zorbalara benzettim. İçimde oluşan nefreti ve öfkeyi de benden yüz yıl önce yaşamış o ablak çehreli adamın “Geldikleri gibi giderler!” sözüne koydum. Pes dedim bunca örtüşmeye, bunca uyuma.
O an anladım ve inandım ki ‘ben’ Atatürk’e, ev devlete, yuva vatana, ocak insana, ayakkabılar, millete ve nesillere, değnek, çalı süpürgesi ve çamurlu el küreği, yuvasını/ vatanını koruyacak ve temizleyecek olan askere, nihayet hayat belirtisi olarak göğe uzanan, oradaki mevcudiyetin kat’i ebediliğini ilan eden soba dumanı da bayrağa benziyoruz.
Şunu da çok iyi biliyorum ki benim bu vakur hikâyemin ön sözü, aslında binlerce yıl önce, kardeşi Ho-han-yeh’in Çin egemenliğini tanımasına rağmen bunu kabul etmeyen Büyük Hun Hakanı Çi-çi Yabgu ile yazıldı. O, “…Boyun eğmeyeceğiz, çünkü bu, şan ve şerefle yaşamış olan ecdadımıza karşı yapılması mümkün hıyanetlerin en büyüğüdür. Atalarımız bize geniş ülkelerle birlikte hürriyet ve istiklâl emanet ettiler. … Korumakla mükellef olduğumuz bütün bu emanetleri adi bir ömür uğruna feda edemeyiz…” diyerek sanki Amasya’da, Erzurum’da ve Sivas’ta söz almış bir kurtuluş paşası gibi Türklüğün esaret tanımaz duruşunu tarihe şerh olarak düşürmüştü.
Söyler misiniz, hikâyesinin serim bölümünde “Ey Türk! Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim bozabilir” yazan başka bir millet kitabı var mıdır? Boz bir kurdun peşi sıra demirden dağları eriten, ‘Kutlu Dağ’ alegorisinde vatana ait bir kaya parçasını verenin saadetinin yok olacağını destan zarfına koyup geleceğe postalayan başka hangi bilge ulus var? Hangi ulusun bir Kaşgarlı Mahmut’u var? Ben biliyorum ki ak sakallı bir ozanın kopuzunda Deli Dumrul olarak Azrail’e kafa tutmak ve ancak ilahi gücün karşısında boyun eğmek, damarlarında Teoman’ı, Metehan’ı, Atilla’yı, Bilge Kağan’ı, Satuk Buğra Han’ı ve Alparslan’ı taşımakla açıklanabilir.
“Ete kemiğe büründüm/ Yunus diye göründüm.” demekle, “Ne olursan ol, yine gel” demek, hangi hikâyenin ortaçağ karanlığında söylenebilecek altın yaldızlı düğüm bölümü olabilir? “Latin külâhı görmektense Osmanlı sarığını yeğlerim.” sözü, hangi hikâyenin çözüm bölümüdür? İlahi adaleti, istiklâl ve özgürlüğü kendisine şiar edinen o kadim ulus işte benim hikâyemin başkahramanıdır. Hikâyemin kişi kadrosu millet, mekanı ‘ev ve yuva bağlamında vatan, zamanı ilelebet, olay örgüsü; vardım, varım ve var olacağımdır.
Şimdi daha net görüyorum ki İstiklâl Şairimiz Mehmet Âkif ERSOY da bağımsızlığımızın ses bayrağı olan İstiklâl Marşı’mız ile,“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” diyerek tam da bunu kastediyordu. Beni ‘biz’ anlamında açarsak Atatürk’ün, “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” söylemindeki hisseyi, asırlar geçse de her türlü işgale, hıyanete, alçaklığa, yozlaşmaya ve –Allah göstermesin- yok olmaya set olacak bir dayanışma ve karşı koyma refleksi ile pay edebiliriz.
Tarihinin hiçbir uzun döneminde boyunduruk altına girmemiş bu milletin kadınında Tomris Hatun’ların, Banu Çiçek’lerin, Bacıbey’lerin ve Nene Hatunların korkusuzluğu; erkeğinde Oğuz Kağan’ların, Kürşat’ların, Yıldırım’ların, Malkoçoğlu ve Ulubatlı Hasan’ların, Fatih’lerin, Yavuz’ların, Mustafa Kemal’lerin, Seyyit’lerin, Sütçü İmam’ların; çocuğunda On Beşlilerin zincir tanımaz iradesi var.
Ben, 19 Mayıs 1919’u, önce kadim tarihimin o destansı hikâye sayfalarında, sonra 13 Kasım 1918 Çarşamba günü öğle saatlerinde söylenen “Geldikleri gibi giderler!” sözündeki yılmaz kararlılıkta görüyorum. Bu bilinç, inanç, güven, milli şuur ve azim, yüz yıl sonraki bende bile o elim hadiseyi hatırladığımda binlerce yıl öncesinin kurt duruşuyla ortaya çıkıyorsa ve bu çelik irade, Çanakkale’nin geçilmezliğindeki fedakârlık ve sertlikle bir anıt gibi yükseliyorsa; bende 1919’dan bu yana hiçbir şey değişmemiş demektir. Ruhum o ruh, inancım o inançtır.
O halde evim devletim; yuvam vatanım; ocağım milletim ve dumanım bayrağım olarak ebediyen yaşayacaktır.
Ne mutlu devletini ev, yuvasını vatan bilene!
“Ne mutlu Türk’üm diyene!”