— Geliyorlar.
Renk renk şeritlerle süslü taksi yazlık düğün salonunun yanında durdu. Taksinin önündeki oyuncak gelin bebek de sarsıldı frenle birlikte. Lâcivert elbiseleri içinde damat indi önce, gelinin inmesini bekledi. Gelin, dâmâdın yanında yerini alırken ışıklar ne kadar bol olsa da yüzleri tam aydınlatamıyor, gecenin karanlığı bu iki gencin heyecanını gizliyordu. Salona doğru yürümek için kol kola girdiler. Yanlarına bir genç yaklaştı, dâmâdın kulağına eğildi:
— Ağabey, ışıkların sönmesini bekleyin. Işıklar söner sönmez, orkestra Çaydaçıra’yı çalmaya başlayacak. Sizler oyun ekibi ile birlikte girersiniz. Oyun ekibinin gençleri ellerinde mumlar olduğu halde gelin ve dâmâdı aralarına aldılar. Davetlilerden bir grup bahçe kapısından düğün salonunun ortasına kadar daracık bir koridor meydana getirmişlerdi. Dâmâdın kulağına eğilip bilgi veren genç, koridoru genişletmeye çalıştı.
— Çok dar olmuş beyler, geçemezler. Biraz geriye çekilin.
Işıklar söndü. Orkestra çok kısa süren sessizliğin arkasından Çaydaçıra’yı çalmaya başladı. Oyun ekibindekiler ellerindeki mumları sallamaya, yavaş yavaş yürümeye başladılar. Onların aralarında dâmâtla gelin de yürüdü ağır ağır. Düğün salonuna dolduran alkışları, genç seslerin heyecanlı haykırışı bastırıyordu :
— Bozkurtlar geliyor!…
Gelinle dâmât, oyun ekibiyle birlikte ortaya, oyun pistine doğru geldiler. Alkışlar ve gençlerin haykırışları dindi. Ekip çaydaçırayı sürdürürken, gelinle damat masadaki yerlerini aldılar. Çaydaçıranın bitişiyle birlikte ışıklar yandı. Davetliler gelinle dâmâdı incelemek fırsatı bulabildiler. Genç bir kadın kocasının kulağına eğildi :
— Gelin çok güzel olmuş, değil mi, Hüsnü?…
— Sizin gözünüz hep gelini görür zaten bir de dâmâda baksana. Allah için o da yakışıklı.
Sözde yavaşça söylemişlerdi bu lâfları ya, etraftaki masalarda oturanlar da duymuşlardı. Hafif gülüşmeler oldu. Genç kadın aldırmadı bu gülüşmelere:
— Aaa, Hüsnü, gelinin yakasındaki o kara gül ne öyle? Gelinliğe kara gül takıldığını ilk kez görüyorum. Bembeyaz gelinliğe hiç kara gül takılır mıymış?
— Suss..diye dürtükledi Hüsnü, karısını. Sus da oyunları seyret.
Gelinliğin üzerine kara gül takılması salonda bulunanların merakını çeken tek konu oldu. Masadan masaya fısıldaşıldı. Fakat Elazığ ekibinin oyunları, gül meselesini bir müddet unutturdu. Ekip alkışlarla pistten çıkarken orkestra dans havası çalmaya başladı. Önce gelinle dâmât yürüdü ortaya. Müziğe uymaya çalışarak dönmeye başladıklarında, karısı Hüsnü’ nün kulağına eğildi yine:
— Hüsnü, dâmât da sen gibi, dans etmesini bilmiyor. Gelin biliyor ya, damat da bilse ne güzel dans edecekler. Hüsnü gururlu kelimelerle cevapladı karısını :
— Damat cavır işi oyunları bilmez. Düğünden önce konuştuyduk. Gelin’e «dans etmeyelim de harmandalı oynayalım» demiş. Gelin kabul etmemiş.
— Hıh, hiç düğün olur da dans edilmez miymiş?.
Ortaya gençlerden birkaç çift daha çıktı. Orkestra ikinci müziğe geçti. Davetliler, kendilerine yabancı gelen, fakat çocuklarının benimsemeye başladıkları dans denen bu yabancı oyunu ister istemez seyrediyorlardı. Hüsnü’nün iki masa ilerisinde oturan yaşlı kadın kocasına seslendi:
— Bu da mı oyun Mahir? Milletin ortasında sarmaşıp da oynanır mıymış? Hiç utanma kalmadı gayri… Yaşlı kadın yavaş söylüyorum sanıyordu ya, çevreden birçok duyan olmuştu. Kocasının kulağı ise daha az duyuyordu. Mahir, karısının kendisine bir şeyler söylediğini anlamıştı. Başını yana eğdi, kulağını iyice karısının ağzına yanaştırdı :
— Ne dedin Hayriye? Şu orkestra denen meretin gürültüsünden anlayamadım?
Yaşlı kadın kızdı. O sinirle daha da yükseltti sesini. Sağır herif..Kocadın gayri, kocadın.. Karısının kızdığını anlamıştı yaşlı adam. Aldırmadı, oynayan gençlere bakmaya devam etti. Hayriye Hanım ise hem kocasına kızıyor, hem de masalardan kendilerine gülenlere canı sıkılıyordu. Belli etmemeye çalıştı.
On dakika kadar henüz olmamıştı ki orkestra sustu. Gençler, dansa doyamadıklarını belli eden hareketlerle pisti terk ederlerken, dâmât geline bir bilezik taktı. Arkasından kendi anne ve babalarından başlayıp davetlilere «hoşgeldiniz» demek için yürüdüler. Damat, gelinin kulağına eğildi, yüzü gülüyor, kelimeleri şaka olduğu kadar ciddilik de taşıyordu:
— Güzelim düğün programını seyretsek olmaz mı? Mikrofona çıkar, «cemaat hoşgeldiniz» deriz, yorulmayız…
— Hiç öyle mi olurmuş… Yürü., dedi gelin.
Orkestra Köroğlu Oyun Havasını vurmaya başlayınca, davetliler oturdukları yerde, geriye yaslandılar. Efe kıyafetli gençler ellerindeki bıçakları sallaya sallaya, salına salına meydana girdiler. Pistte dönmeye, bıçakları bazen karın hizasında önde, arkada, bazen de zıplarken bacakları altında çarpmaya başladılar. Salon alkıştan inlerken, yaşlı Mahir Bey karısı Hayriye’ye seslendi:
— Kız Hayriye, dedi en az üç masa ilerisinden duyulan sesiyle. Düğün dediğin böyle olur. Hep dans ettiklerinden düğünlere gelmek istemiyordum. Aferin kerataya, düğünü iyi hazırlamış. Köroğlu Oyununu Harmandalı takip etti, sonra Aydın ve Muğla zeybekleri oynandı. Gençler yine Köroğlu Oyunuyla salına salına çıkarlarken, salonu en içten alkışlar dolduruyordu.
— Yaşşa..diye bağırdı, avuçlarım birbirine çarparken Mahir Bey.
— Suss bunak herif.. Utanmıyor musun? Diye dürtükledi karısı.
— Kıymetli misafirlerimiz…
Alkışlar kesildi. Gözler, oyun ekibinin arkasından, mikrofondaki şahsa çevrildiler. Yirmi beş yaşlarındaki, saçları hafif kırarmaya başlamış genç, salonda sessizliğin iyice sağlandığını ve dikkatin de toplandığını gördükten sonra devam etti:
— Kıymetli misafirlerimiz. Hepiniz, arkadaşlarımızın bu mutlu gününe hoşgeldiniz. Biz, damat beyin arkadaşları olarak gelin hanımın yakasındaki bu kara gü!ü çok merak ettik. Şehrimizde bugüne kadar gelinliğin üstüne kara gül takıldığını hiç görmemiştik. Damat beyi mikrofona davet ediyor, kara gülü beyaz gelinliğin üstüne niçin taktığını öğrenmek istiyoruz.
Damat, dudaklarında tebessüm, davet eden alkışlar arasında mikrofona doğru yürüdü. Önceleri heyecandan titreyen sesi, daha sonra düzeldi :
— Mutlu günümün şerefli misafirleri.. Sizler kadar, evdeşim, gelin hanım da bilmiyor kara gülü gelinliğinin yakasında niçin taşıdığım. Hem ona, hem de sizlere sürpriz olsun istedim ve ne kadar soran olsa da cevaplamadım. Kısaca şöyle anlatayım. Genç kızlarımız beyaz gelinlikler içinde evleniyor, mutlu yuvalarını kuruyor sevdiklerine kavuşuyorlar. Hür Türkiye topraklarında, beyaz gelinlikler içinde evlenmek ne güzel. Oysa, beyaz gelinliklere hasret niceleri, hürriyete hasret nice kızlarımız var. Rusya, Çin, Bulgaristan, Yunanistan, Irak, Suriye, İran, Yugoslavya, Afganistan gibi birçok ülkede esir Türkler var, esir Türk kızları var. Oralardaki Ayşeler, Fatmalar, Selcenler beyaz gelinliklere hasret, hürriyet havasını yudumlayarak gelin olmanın özlemi içindeler. Evdeşimin yakasındaki bu kara gül, esir Ayşelerin, Selcenlerin gözyaşIarıdır. Onları unutmadığımızın işaretidir. Hürmetlerimle…
Dâmât, masadaki yerine doğru yürürken kısa bir sessizlik oldu önce. Düşünceler dünyâ haritası üzerinde gezdi. Esir, gözü yaşlı Türk kızlarını hayâl etti. Sonra alkış kapladı salonu. Dâmâdın bu güzel hareketini takdir eden alkışlar.. Gelin hanım da alkışlıyordu dâmâdı. Elleri kuvvetle çarpıyordu birbirine. Sonra alkışı bıraktı. Ellerini kara güle doğru götürdü. Okşadı, okşadı… Esir Türk kızlarının ellerini tutuyor gibiydi veya gözyaşlarını siliyordu onların.. Damat yerine oturmuştu ki kenarda bekleyen postacı elinde bir demet telgraf olduğu halde masaya doğru yürüdü. Telgrafları aldığına dâir imza attırdı önce. Geriye dönerken biraz ağırca davrandı dâmâdın cebine para bırakan elinin işini daha rahat yapması için. Sonra hızlı hızlı yürüyüp kalabalığa karıştı. Postacıdan sonra, «kara gülün ne demek olduğunu» soran genç yanaştı dâmâdın yanna. Vazifesini bilen hareketlerle telgrafı aldı, mikrofonun başına geçti.
— Kıymetli misafirlerimiz.. Arkadaşlarımızın bu mutlu gününe katılmayıp da telgraf gönderen dostları olmuştur. Şimdi bu telgrafları okuyorum. İşte ilk telgraf Kastamonu’dan. «Kardeşim Candemir. Yuvanız Türklük gurur ve şuuru, İslâm ahlâk ve faziletinin kalesi olsun. Mutlu olunuz. Kardeşiniz Mehmet.» Alkışlar sürdü uzun bir zaman. Orta yaşlı bir bey karısının kulağına eğildi. — Bu gençler varken bu devlet batmaz, bu millet ölmez hanım..
— Yaa… dedi kadın. Ne güzel anlatıyorlar aile mefhumunu.
Mikrofondaki genç kalın sesiyle yine hâkim oldu salona:
— «Candemir Hanoğlu. Kuracağın yuva mutlu, yetiştireceğiniz çocuklar birer Müslüman Türk olsunlar. Kardeşin Vehbi. Yozgat.» Alkışlar telgrafları, telgraflar alkışları takip etti.
— Ve gecenin telgrafı., diye dikkatleri çekti mikrofondaki genç.. Salon yine sessizdi, dinliyordu : — «Sayın Candemir Hanoğlu. Yuvanızın Türk ve İslâm âlemi için hayırlı olması ve mutlu olmanız dileğiyle gözlerinizden öperim. Alparslan Türkeş…. MHP Genel…»
Salon alkıştan mı inliyor, yoksa yer mi yerinden oynuyor belli değildi artık Gençler uzun süren alkışların içinden «Başbuğ Türkeş» diye haykırdılar birkaç defa. Orta yaşlı bey, hanımına doğru eğildi. Sesini kısmaya lüzum görmeden konuşuyordu :
— Hanım.. Huriye. Bu adam da, bu gençler de her şey.. Milletine, dînine bağlı gençler, yarınlarımızın ümidi.. Düğün düğüne benzedi.
Telgrafları okuyan genç, elindeki kağıtları dâmâda teslim ettikten sonra yerine gitti. Damatla gelin, salondakilere «hoşgeldiniz» demek gezisini devam ettirmek için kalktılar. Mikrofonda mızıka ağır ağır Kafkas Oyunlarını çalmaya başlayınca, gözler oyun ekibini beklemeye başladı. Az sonra kara, uzun elbiseleri üzerinde parlayan fişeklikleriyle, kara kalpaklarıyla Kafkas oyun ekibinin erkekleri; yanlarında uzun, işlemeli elbiseleri ve beyaz başörtüleri içindeki kızlarla göründüler. Salon yine alkıştan inledi. Ekibin gençleri mızıkanın temposuna uyarak geldiler piste. Parmaklarının uçlarında süzüle süzüle, oyundan oyuna geçerek oynadılar, oynadılar… Kot pantolunu bacağına iyice sarmış bir kız, eli yanındaki uzun saçlı gencin belinde olduğu halde, memnun olmayan kelimelerle mırıldandı.
— Oyun ekibi, oyun ekibi. Bayram mı yapıyoruz ne? Hiç dans etmeyecekler mi? Uzun saçlı genç başını sağa sola çevirdi ilkin. Çok hafif bir sesle kızın kulağıma fısıldadı :
— Bu faşist düğünü sevgilim. Komşu hatırı olmasa çıkar giderdik. Sabret.. Bir genç, mızıka çalan gencin yanma, mikrofona sokuldu. Mızıka fon müziği olarak «Şeyh Şâmil’i» çalarken, o «Şeyh Şâmil» şirini okumaya başladı : “Bu ses Kafkaslardan, Alplerden Aksi seda ederek gelen atlıların sesidir… Bu ses Kafkaslardan hürriyet rüzgârının getirdiği Şeyh Şâmil’in sesidir…»
Oyun ekibindeki kızlar pistin çeşitli yerlerine çönmüşler, üzgün, başları önde ölümü bekliyorlar. Erkekleri başlarında, ellerinde kamaları olduğu halde, namuslarını, memleketlerini işgal edecek Rus askerlerine vermemeye kararlı. Bir genç ufku gözlüyor, haber bekliyor. Zafer veya mağlûbiyet. Mağlûbiyet haberi hâlinde kamalar, kadınlarının vücutlarına vuracak; erkekler döğüşe döğüşe son damla kanlarını akıtacaklar.. Ve haber geliyor.. Zafer.. Mızıka coşuyor. Gençler coşuyor.. Figürler coşuyor.. Pistte zafer coşkunluğu yaşanıyor, Şeyh Şâmil oynanıyor. Kızlar yürümüyor, süzülüyor, uçuyor sanki. Erkekler figürlerinde sert. Her biri toprakları ve milleti için can vermeye hazır askerler… Kafkas Ekibi bir oyun daha oynadıktan sonra salonu terk ederken telgraf okuyan genç yeniden mikrofon başına geçti. Düğünü seyredenler «yine ne var?» diye soran gözlerle, sessiz baktılar.
— Damat beyle gelin hanımı, lütfen masalarına davet ediyoruz. Hediyeler verilecek. Gelinle damat, davetlilere «hoşgeldiniz» demeyi bırakarak masalarına gittiler. Bir genç, hediyesiyle, hızlı adımlarla ilerledi. Elindekini dâmâda verirken, mikrofondaki ses dikkatleri hediyenin üzerinde toplandı :
— Şehrimizin, Türk Milliyetçisi gençlerinin hediyesi olan bu tabloyu, dâmât beyin davetlilere göstermesini istiyoruz. Dâmât, paketi heyecanla açtı. Bir resim… Resimde, ön plânda Orta Asya Türk Kızı, arka plânda bir tepe ve tepede bütün haşmetiyle Bozkurt… Damat, resmi davetlilerin göreceği şekilde bir müddet tuttu. Alkışlar içinde seyredildi tablo. Resmi veren genç, geldiği gibi hızlı adımlarla çekildi. O çıkarken tepesinin üzerinde paketlenmiş hediyeler taşıyan biri kız iki genç, damadın yanında durdular.
— Ülkücü Candemir Hanoğlu’na, şehrimizin Ülkü Ocakları Derneği hediyeler verecek… Mikrofondan «hediyeler» denilenlerin neler olduğu merakı içinde tepsiler bakılıyordu. Fakat, güzelce paketlenmiş olduğundan anlaşılması mümkün değildi. Mikrofondan bilgi verilmeye başlandı.
— Atalarımızın bizlere bıraktıkları mukaddes emânetler var. Yaşatmamız, sahip olmamız gereken mukaddes emânetler.. En son ve en büyük dîn olan İslâmiyet’in kitabı. Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm…
Masanın önünde bekleyen genç, elindeki tepsiyi bırakıp üstünden Kur’ân-ı Kerîm’i aldı. Paket halindeyken üç defa öptü ve teslim etti dâmâda. Dâmât da üç defa öptü. Titriyor, heyecanlanıyordu. Gelin de öptü üç defa, aynı heyecanla. Genç kız, elindeki tepsiyi bırakıp, hediyeleri paket içinden çıkardı. Bir bayrak, bir de süs hançeri. Önce bayrağı, sonra da hançeri öperek teslim etti. Damatla gelin de öperek teslim alırlarken mikrofondaki tok ses hitabına devam ediyordu:
— Bu ay yıldızlı bayrak, topraklarımız üzerinde ebediyen dalgalanacak. En modern silâh ve tekniğin sembolü olarak verdiğim hançer, bu yurt, bu bayrak ve bu dînin korunacağının işaretidir. Kurulan yeni Türk Ocağı, Türk ailesi, Kur’ ân-ı Kerim’e, bayrağa sahip olacaklar. Yetiştirdikleri evlâtlar da mukaddes emânetleri bilecek ve sevecekler, koruyacaklar.. Alkışları yine mikrofondaki ses kesti:
— Dâmât beyi harmandalı oynamaya davet ediyoruz. Orkestra harmandalı oyun havasını çalmaya, dâmât pistin ortasında dönmeye başladı. Arkadaşları, gençler çıktılar oynamaya. Zeybekler, halaylar birbirini takip eti. Daracık kot pantolonlu kız, uzun saçlı sevgilisini kolundan çekerek kaldırdı.
— Yürü şekerim, yürü.. Doya doya dans edemedikten sonra düğün demem ben buna. Haydi gidelim.
— Gidelim sevgilim. Yürüdüler, dans edememenin, istemedikleri bir programı seyretmenin hoşnutsuzluğu içinde, homurdanarak. Davetliler, damatla gelini, yakınlarını tebrîk ederek düğün salonundan ayrılmaya başladılar. Hayriye hanım, Hayri beyi kalkmaya zorladı. Kalk herif, kalk.. Evde olsan çoktan uyurdun ya, çalgıyı oyunu görünce uykuyu da unuttun..
— Ya sen, dedi Hayri Bey.. Ya sen?.. Gökte düğün var deseler merdiven dayayıp çıkmaya kalkarsın.. Orta yaşlı beyin hanımı eşarbını, elbisesinin eteklerini düzeltirken kocasına lâf yetiştirmeye çalışıyordu.
— Daha doyamadım ayol. Diğer düğünler de hep böyle olsa…
Davetliler, tebriklerini sunup gittikten sonra, geriye gelin, dâmât ve yakınları kaldı salonda. Fotoğraflar çekildi, birli, ikili, toplu.. Dâmât, gelin, büyüklerinin ellerini öptüler. Taksilerine doğru yürüdüler kol kola. Motor homurtusunun ardından tekerler dönmeye başladığında, arabanın önüne oturtulmuş oyuncak gelin bebek bir defa daha sarsıldı, o da gecenin karanlığında taksinin içindekiler gibi sessizce yol almağa başladı. Oyuncak gelin bebeğin gözlerinde sabit bakışlar vardı, fakat taksideki gelinin iki damla yaş süzülüyordu yanaklarından…
KAYNAKÇA
Töre Aylık Fikir ve Sanat Dergisi 90. Sayı , Kasım 1978
Hasan Kallimci, Ülkücü Düğünü s.42-s.47