İlim, artık milletin bazen soy arılığına bağlayan, bazen siyasî sınırlarla tehdit eden eski tarifin çerçevesini aşmış bulunuyor. Bugün millet denince, fertleri arasında belirli bir kültürün ortak bulunduğu içtimai zümre yani dil, inanç, hayat görüşü, müşterek tarih şuuru, idare ve teşkilât usulü, hukuk anlayışı, örf ve âdet, gelenek, vb. gibi değerlerin bir araya getirdiği insanlardan cemiyet anlaşılmaktadır. Böylece, çeşitli cepheleri ile bir sosyal birliği yaşatmaya elverişli kıymetleri ihtiva eden her kültür bir millet yaratmakta ve buna göre, her millet ayrı bir kültür varlığını ortaya koymaktadır. En aşağı 3500 yıllık bir millet olarak Türklük bu umumî sosyal kaidenin dışında mütalâa edilemeyeceğine göre de Türk milletine mahsus bir kültürün mevcudiyetini kabul etmek ilmî bir zaruret halini alır. Esasen bir Türk kültürünün varlığı böyle ilmî kıstaslarla ispat edilmeye hacet bırakmayacak kadar açıktır. Ne kadar inkâr edilirse edilsin, tabiatıyla koyu bilgisizlik yüzünden, Türk’ün ulu ataları barbarlıkla ne kadar suçlandırılırsa suçlandırılsın, Türk kültürü vardır ve bu kültür, bir buçuk asırdan fazla bir zamandan beri gittikçe artan bir hızla propagandası yapılan fakat maalesef memleketimizde gerçek mahiyeti anlaşılmadığı için Türk millî vicdanında bir türlü yer edemeyen, bu sebeple Türk toplumunun bir kısmında aşırı hayranlık uyandırırken, bir kısmında da yadırgamalar, tepkiler husule getiren Avrupa kültürlerinden aşağı olmadığı gibi, ayrıca tarihîlik vasfı ile ondan da üstün bir hüviyete sahiptir. Temel içtimaî değerlerinin geçen yazımızda kısaca izaha çalıştığımız Türk kültürünü vasıfları bu görüşü destekleyecek, kesin deliller teşkil edecektir.
Bilindiği gibi, çeşitli kültürleri birbirinden ayıran en mühim unsur dildir. Çünkü dil, ifade tarzı, mefhumları, söz hazinesi, hattâ gramer ve sentaksı ile temsil ettiği topluluğu maneviyatına kaynak vazifesini gören düşünce sistemini âdeta kadrolamaktadır. Türk kültürünün de başlıca ifade vasıtası olan Türkçe bu bakımdan hayret edilecek bir karakter gösterir. Türkçenin tarihi ile uğraşan birçok ilim adamları bu dilin kelime teşkili ve cümle kuruluşundaki intizamı karşısında duydukları şaşkınlığı gizleyememişler ve şöyle demişlerdir: Türkçe sanki daha başlangıçta dilciler tarafından tertip ve tanzim edilerek konuşulması için millete sunulmuştur! Türk dilindeki bu nizam Türk’ün millet olarak disiplinli ruhunu, mânevî muvazenesini ortaya koyar. Türk kültürünün bu bir numaralı unsurunun teşekkülünden bu yana geçen uzun mazisi boyunca, milli varlığın korunması hususunda oynadığı büyük rol düşünülürse, Türkçenin nasıl bir değer taşıdığı kendiliğinden anlaşılır. Türk dili, şimdiki bilgimize göre daha 1000 sene önceleri, büyük Türk imparatorluklarını kurulması sebebiyle, dar ve mefhumlar itibarıyla zayıf bir kavmî dil durumundan çıkıp millet dili olmak yoluna girmiş bulunuyordu. Türk medeniyeti araştırıcılarınca ilk ve orta çağlarda, hâkim zümrenin dili olarak, uzak doğudan Avrupa içlerine kadar yayılan iklimlerde umumî dil mahiyetini kazandığı kabul edilen Türkçe, uzun tarihî gelişme sonucunda tıpkı, meselâ çağımızdaki İngilizce gibi, kısmen safiyetini kaybederek yabancı kelime ve terimlerle karışmıştır. Bugünkü Türkçe bu tarihî seyrin izlerini taşımaktadır.
Türk dilinde beliren Türk milletinin ruhî disiplin ve mânevî muvazenesi kültürümüzün diğer ceplerinde de kendini göstermiştir. Meselâ, aynı nizam fikrini Türk teşkilâtçılığında bulmak mümkündür ve bu sebeple, ana yurt dışında 80 kadar devlet kuran Türkler tarihin en iyi teşkilâtçı millet olarak tanınmışlardır. Devlet kurmak, topluluk ve teb’a-hükûmet münasebetlerini düzenleyen hukukî hükümler koymak olduğuna göre, Türk hukukunda, her yerde, türlü etnik ve coğrafî şartlar altında, yürürlüğe konabilecek, insanî, mûtedil, muvazeneli bir vasfa sahip olması gerekir ki, son ilmî araştırmalar da bunu teyit etmektedir. Eski Türk devlet hukukuna dair yapan incelemeler, iktidarla teb’a arasında zınnî bir sözleşmenin mevcut olduğunu, yani halkın sorumlu idareye itaat ve sadakat arz etmesine karşılık, hükûmdarın da bazı vazifeleri bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Siyasî istiklâli korumak dışında, teb’anın doyurulması ve giydirilmesi bu vazifelerin başında geliyordu. Hükümdar halkı aç ve çıplak bıraktığı takdirde Türk milletinin vicdanında onun artık iktidar yetkilerinden mahrum kaldığı kanaati hâsıl olurdu. 8. Yüzyıldan kalma Orhun Kitabeleri’nde basit kelimelerle, fakat gayet açık surette ifade edilen bu prensip, 11. Asırda bir Türk devlet adamı tarafından yazılan meşhur Kutadgu Bilig’de de tekrarlanmaktadır. Hükümdarın ‘’kanun’’ olarak gösterildiği bu eserde hâkimiyetin iki şartından birinin ‘’iyilik’’, diğerinin ‘’doğruluk’’ olduğu bilhassa belirtilmiş ve iyiliğin başkalarına yedirmek, onları giydirmekten; doğruluğun ise, devlette adalet tatbik etmekten ibaret olduğu kaydedilmiştir. Bu ünlü siyaset kitabının dünya hükümdarları arasında en büyüklerinin Türk hükümdarları olduğunu tasrih etmesi ayrıca üzerinde durulacak bir noktadır ki, 1200 yıl önce ve daha evvelki Avrupa ile o devirdeki Türk devletlerinde mevcut hukuk anlayışını karşılaştırması herhalde pek alâka çekici olacaktır. Salâhiyetleri millet haklarıyla sınırlı Türk hakanı, şarkın despotları eski Sâsanî şehinşahlarına ve Mısır firavunlarına benzemediği gibi, vatandaş hukukunun kanunî müeyyideleri ile yalnız Romalıyı koruyan, fakat imparatorluktaki, barbar sayılan, diğer insanlar için hiçbir fark düşünmeyen Roma imparatorlarından da farklıdır. Avrupa tarih literatüründe idealize edilmiş şekliyle bize kadar akseden meşhur Pax Romana (Roma Sulhu), askerî darbeler neticesi zorla Roma’ya bağlanan yabancı ülkelerde kılıçla tesis edilmiş bir sükûnetten başka bir şey değil iken, Türk hâkimiyetindeki nizam ve asayiş, gönül rızasının sağladığı huzurla kurulan gerçek sulhun ta kendisi idi. Türk devletinde teb’a, sadece, topluluk menfaatlerinin gerektirdiği ölçüde hükümler ihtiva eden ‘’töre’’ye saygı göstermekle vazife bulunuyor, fakat kendi geleneklerine, örf ve âdetlerine müdahale edilmiyor ve insanlar arasında fark tanımayan Türk hukuku din, dil, soy bakımlarından ayrılık yapmıyordu.
Eski Türk kültürünün özelliklerinden biri olup, Batıda ancak son yüzyıllarda prensip hâline bu eşitlik anlayışını, Roma İmparatorluğu dâhil, ilk ve orta çağlarda diğer herhangi bir ülkede aramak beyhudedir. O Roma ki, ordularını bir silindir gibi geçirdiği komşu memleketlerde yerli kültür adına ne varsa yok etmek ve onun yerine Lâtin diliyle birlikte Lâtin kültürünü cebren yerleştirmek pahasına otorite kurabilmiş, doğuda ise Emevî halifeleri bütün İslâm ülkelerinde Arapça’yı mecburî tutmak suretiyle kendi kültürlerini hâkim kılabilmişlerdi. Hâlbuki Türklerin cebir ve tazyik yollarına saptıklarını gösteren bir delile rastlamak mümkün değildir. İhtimal, bu gibi halleri insan haysiyetine tecavüz sayan Türk hükümdarlarının, Kutadgu Bilig’deki ifadeyle, teb’aya hizmet esnasından ayrılmaması, Türklerin kavimleri idare bahsinde başka hiçbir millete nasip olmayan bir başarıya ulaşmalarında büyük ölçüde yardım etmiştir.
Türk kültürünün eşitlik prensibi, cemiyette kadın-erkek ayrımı da ortadan kaldırmış, birbirini tamamlayan ve hayatın zorluklarını aynı derecede paylaşan kadın ve erkeği aynı hak ve salâhiyetle mücehhez kabul etmiştir. Türk kadınları hâtun –yani kraliçe, imparatoriçe- olarak devlet siyasetinde, iç ve dış işlerde söz sahibi oluyor, anne olarak ihtiramla karşılanıyor, âilede ev ekonomisinin tanziminde ve çocukların yetiştirilmesinde birinci plânda vazife alıyor ve yine başka topluluklarda görülmeyen şekilde savaşlara katılıyordu. Kadının bu derece yüksek mevkiye sahip olması, cemiyetin gelişmesine erkekle aynı sırada iştirâk etmesi keyfiyeti, bilindiği gibi, Batı medeniyeti dünyasında çok sonraları tervic edilen fikirlerden idi.
Türk kültürünü mânevî cephesini tanıtırken belirtmeye çalışan bu vasıflar, din meselesini de en tabiî şekilde halletmek imkânı bulmuştur. İnsanların vicdanen hür oldukları zaman gerçek hürriyete kavuşacakları hakikatini takdir edildiği eski Türk topluluklarında, fikir hürriyeti ile birlikte, din hürriyeti de mevcuttu. Bugünkü tâbiriyle lâiklik anlayışı, yazılı kanun hükümleri halinde olmamakla beraber devlet hayatında geniş tarzda tatbik edilmekte idi. Göktürk İmparatorluğunda kamlık dininde olanlar ve Budistler, Uygurlar’da şamanlar, Budistler ve maniheistler, Hazarlar’da şamanlar, Hristiyanlar, Müslümanlar ve Museviler kendi mâbetlerinde tam bir serbestlikle dinî âyin ve merasimlerini icra ederlerdi. Eski Türk kültürünün dikkate değer cephelerinden biri olarak görülen lâiklik daha sonra Türkler tarafından İslâm âlemine de intikal ettirilmiştir. 11. Yüzyılda kurulan Müslüman Selçuklu-Türk İmparatorluğunun daha başlangıcında, o zamana kadar şeriat icabı hem dinî reis hem de devlet başkanı olan halifenin yetkileri yalnız din sahasına aktarılmak suretiyle daraltılmış ve dünya işlerinin idaresini Türk sultanları taahhüt etmişlerdir. İslâm âmme hukukundaki bu büyük değişiklik dolayısıyla yeni İslâm devletinde, birbirine karışmayan biri dinî reis, diğeri sultan olmak üzere birbirine denk iki baş bulunmuştur. Çok eskiden beri Türkler arasında mevcut olup, 900 yıl önce Selçuklu hâkimiyeti neticesinde İslâm hukuku arasına giren bu lâiklik anlayışı ile mezhep kavgaları yüzünden yıllarca birbirinin kanını döken ve nihayet engizisyon mahkemeleri kuran mutaassıp Avrupa’nın vaziyeti, yine ibret dolu bir mukayeseye mevzu olabilir.
Görülüyor ki, Türk kültürünün vasıfları çağdaş kültür unsurları değerinde ve ehemmiyetindedir. Mâneviyat sahasında bu derece yüksek fikirleri ihtiva eden Türk kültürünün maddî safhası da göz kamaştırıcı olmuştur. Türk kültürünün bozkır ikliminde orijinal bir sanat tipi yarattığı herkesçe mâlûmdur. Fakat aynı kültür yerleşik hayatın bulunduğu ülkelerde şaheserler meydana getirmiştir. Bu hususta bir fikir vermek için yalnız şu üç sanat âbidesini: İstanbul’da Süleymaniye, Konya’da Sultan Hanı, Hindistan’da Taç Mahal’i zikretmek kâfidir. Dinî ve din-dışı mimaride heybet, üslûp ve zarafet yönlerinden bu Türk eserleriyle boy ölçüşecek sanat eserlerinin azlığı ilgili mütehassıslar tarafından söylenmiş ve aynı tetkikçiler Türklerin türlü sanat kollarında İslâm ve Batı dünyasına feyizli tesirler yaptığını tespit etmişlerdir.
Bizim milletçe çağdaşlaşma azminde olduğumuzda artık kimsenin şüphesi kalmamıştır. Kararımız Avrupalılaşmak, Avrupalıya benzemek değil, fakat her Avrupalı milleti kendi kültürü içinde Batı medeniyetinin sahibi yapan ana prensipleri görmek, bilmek, idrak etmektir. Aşırı Avrupa hayranlığı veya onu yadırgama gibi zararlı ve köstekleyici halleri ortadan kaldırarak süratle gayeye varmak için de tarihî gerçekler, ilmin metotları ile milli kültürümüzün araştırma ve yaymayı zarürî kılmaktadır.
KAYNAKÇA
PROF. DR. İbrahim KAFESOĞLU, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, 2017 Basım, Sayfa 81.