İkinci Dünya harbi sırasında Almanya’da gördükleri baskı ve zulüm karşısında Yahudilerin pek çoğun maneviyatını yitirerek intihara teşebbüs etti. Bir kısmı ise bütün felaketler karşısında şahsi bütünlüğünü muhafaza edebildi. Kendisi de Yahudi asıllı olan meşhur psikolog Lewin’e göre mâneviyatını yitirmeyen Yahudiler siyonist olanlardı; bunlar Yahudiliğin çok parlak bir geçmişi bulunduğuna ve ileride bu geçmişin tekrar yaratılacağına inanıyorlardı.

Milli mücadelede Türk askerinin maneviyatını yükselten unsurlardan biri de geçmiş savaşların hatırası olmuştu. Merhum Yakup Şevki Paşa bu askere hitap ederken bizim tarih boyunca ve daha dün gibi yakın zamanda büyük devletlerle harp ettiğimizi, fakat bu defa Yunanlı gibi şerefimize layık bulunmayan bir düşmanla savaşmanın üzüntü verdiğini söylüyordu. Hristiyan dünyasının hep birlikte saldıran ordularına bin yıl göğüs germiş bir milletin Yunanlıya yenilmesi elbette düşünülemezdi.

Mütarekeden sonra İstanbul’un ve İzmir’in işgali üzerine Türk münevverleri arasında Zafer ümidini kaybetmeyenler hep tarihimizi ve milletimizi iyi bilenler arasından çıktı. Mehmet Akif’in ve Yahya Kemal’in o tarihlerde yazdıklarını okuyanlar Türk milletinin esareti kabul etmeyen bir mânevi mirasa sahip bulunduğunu ve bu mirasın kitleleri harekete geçirmekte ne büyük rol oynayabileceğini kolayca görürler.

Kültürlerin kuvveti zaman perspektifinin genişliği ile yakından ilgilidir. Bu perspektifin çok defa tarihi de aşarak efsanelere kadar uzanması bu kültür mensuplarının kendilerine ve dış dünyaya bakışı üzerinde derin tesirler yapar. Eski bir geçmişe sahip olmak her şeyden önce kültür kıymetlerinin uzun bir hayat tecrübesi sonunda billûrlaştığını gösterir; bu gibi hallerde insanlar bir kıymetin değişebilir olduğunu düşünmeyecek kadar onu benimsemişlerdir. Mazisini kolayca hatırlayabildiğimiz şeylerin doğuşundaki mekanizmayı da bilmemiz muhtemeldir, dolayısıyla bunlar henüz kültür kıymetlerinin belirgin vasfı olan şuur dışı kuvveti kazanmamışlardır. İnsanlar bunları nasıl koyulursa o şekilde kaldırmayı da düşünebilirler. Hâlbuki bizim için tarihi ve yeri hatırlanmayacak kadar eski olan kıymetler çok defa farkına dahi var olmayacak kadar benliğimizin birer parçası olmuştur en kuvvetli bir şekilde benimsediğimiz normlar ve kıymetler aynı zamanda sözle ifadesi ve izahı en güç olanlardır. İnsan bunları birer tabiat kanunu veya ilâhî emir gibi benimser ve üzerinde hiçbir münakaşa yapmaz. Büyüklerimize saygı duyarken ne için böyle yaptığımızı düşünmeyiz, hatta birisi bize bu davranışımızı manasını sorsa îzah etmede güçlük çekeriz.

Kültürün eskiliği aynı zamanda o kültüre ait normal kıymetlerin sosyal hayatın her tarafına girdiğini gösterir. Böyle sıkı bir kaynaşma neticesinde meydana gelen ahenk ve tecanüs yüzündendir ki kültür değişmesinin kesin bir formülünü bulamıyor ve böyle bir formül bulmuş gibi hareket ettiğimiz zaman da ters neticeler alıyoruz. Kültür unsurlarını birbirinden ayırarak tek tek ele almak mümkün olsaydı, bunlar arasındaki sebep netice zincirinde de keşfedebilir ve ona göre hareket ederdik. Kültürde kuvvetli bir mazinin perçinlediği tecanüs belki istenen bazı değişmelerin meydana getirilmesinde güçlükler çıkarır, fakat kültürün istenmeyen değişmelere karşı direnme gücü de aynı tecanüsten ileri gelmektedir. İnkılapçı tavır sahipleri belki de bu yüzden, değiştirmek istedikleri kültürün bütün müesseselerine karşı hücuma geçme metodunu kullanıyorlar. Fakat uzun bir tarihin yarattığı bir kültür birkaç inkılap neslinin devamlı hücumlarına karşı yine de direnebilir. Bu metodun başarılı olabilmesi için -sovyetlerde kısmen yapıldığı gibi- bir memlekette eski kültürün bütün mensuplarını imha etmek, eski medeniyet unsurların ortadan kaldırmak ve çocukları da devlet eliyle kurulmuş devrim müesseselerinde yetiştirmek gerekir.

Kültürün zaman içindeki yayılışını ait bakış tarzına, yani bir kültür mensuplarının zaman perspektifine çok defa tarih şuuru denilmektedir. Fakat zaman perspektifi istikbal hakkındaki ümit ve planları da için aldığı için bu terim tarih şuuru teriminden daha geniştir. Zaman perspektifi şüphesiz ki bir milletin bütün fertlerinde ve tabakalarında aynı şekilde tezahür etmez. Halk arasında efsane ile tarih birbirine karışmıştır. Münevverler tarih şuurunu bilgiye dayandıkları için onların perspektifi bazen halkınkinden daha geniş, bazen de daha dar olabilir. Bizim halkımız arasında milli tarih ile kutsal tarih iç içe girdiği için tarihimiz müslümanlıkla hatta ilk insan olan Adem peygamber ile başlar. Münevverlerimiz Türklerin milattan bir kaç bin yıl önceye kadar eski olduğunu kabul ederler. Ancak Münevverlerimizin çoğunluğu bu tarihi milli tarihten ziyade Türk ırkının tarihi olarak bilirler. Onlara göre atalarımız iyi Kılıç kullanan ve ata binen insanlar olarak birçok ülkeleri zapt etmişler ve birçok devletler kurmuşlar, fakat ilim, sanat ve ticaretten anlamadıkları için batılılara yenilmişlerdir. Bu Münevverlerin gözünde bizim milli tarihimiz cumhuriyetin kurulması ile başlar, çünkü milli kültür diye benimsemiş oldukları şeyler ancak batılılaşma hareketleri sonunda Türkiye’ye giren yabancı kültür unsurlarıdır. İnkılapçı adını verdiğimiz bu Münevverlerimize göre Türkler yakın zamana kadar medeniyetin sırtında bir yük olarak yaşamışlar, hatta At ve Kılıç kültüründen başka şey bilmedikleri için bizim şimdi geri kalmış olmamız da başlıca rolü oynamışlardır. Böylece inkılapçıların zaman perspektifi geçmişe doğru en çok 150 yıl kadar gitmektedir. Zaman perspektifinin ikinci boyut olan ”hal-i hazır’ ve üçüncü boyutu olan ‘istikbal’ de onların nazarında son derece dardır. İnkılapçılar ‘biz adam olmayız’ iddiasındadırlar. Her gün ‘devletimiz battı batacak’ telaşı içindedirler. Kalkınabilmemiz için astronomik bir zamana ihtiyaç olduğuna inanırlar, çünkü onların gözünde yüzyıllık felaketli bir tarihi olan bir millet ancak astronomik bir zamanda adam olabilir.

Halkımızın zaman perspektifinde dini tarihi ilk insanla, milli tarih ise müslümanlıkla başlar. Fakat halkımızın gözünde Müslümanlıktan önceki ve sonraki Türkler diye iki ayrı tarihi zümre yoktur. Türk milleti Müslüman olmakla geçtiği büyük dönemeci çok sanatkârane bir tarih yorumu yaparak adeta düz bir gelişme seyrinin herhangi bir noktası haline getirmiştir. Ebülgazi Bahadır Han’ın Türk şeceresi adlı kitabında da anlatıldığı gibi Türklerde Oğuz Kağan zamanında ve peygamber olan Oğuz Kağan vasıtasıyla hak dinine girdiklerini, fakat aradan zaman geçtikçe ölmüş ceplerinin heykellerini yapmak âdeti yüzünden putperestliğe sapıklarına, sonra Satuk Buğra han zamanında bu kötü adetten kurtularak yine hak dinine döndüklerini inanırlar. Bizim halkımızın hafızasında bu yorumun tarihi teferruatı kalmamıştır, ama onlar kendilerinin Müslüman olmayan bir devir geçirdiklerini hiç düşünmezler; sanki Türk milleti tıpkı bir fert gibi doğuştan itibaren Müslüman olagelmiştir. İşte bu anlayış dolayısıyla halkımız mazi ile bugün arasında kesiksiz bir devamsızlık görür. Halkımız arasında dinlenilmesinden en çok zevk alınan şeyler atalarının destan ve efsane haline gelmiş maceralarıdır. Bu maceralar bazen yiğitlik ve kahramanlık, bazen ahlaki Fazilet, bazen dini ve duygusal yücelik, bazen bilgelik halinde Türk milli kültürünün temel unsurlarını halkımızın zihnine yerleştirir. Münevverlerimizin bitkin ve çökkün bir ruh hali içinde sadece günlerini gün etmek için yaşamalarına karşılık halkımızda görülen canlılık ve yaşama gücü onun istikbale karşı da çok farklı bir tavır aldığını göstermektedir. Halkımıza göre milletimizin başlangıcı dünyanın başlangıcı, sonu da dünyanın sonu yani kıyamettir. Hatta dini inanca göre geçmişimiz dünyadanda önceye, geleceğimiz ise ebediyete gitmektedir.

Ezelden ebede kadar var olmak telakkisi sadece Müslüman Türklere mahsus değildi. Müslümanlıktan önceki atalarımız da kendilerinin ilâhi bir kaynaktan geldiklerine, Dünya durdukça mevcut ve hâkim olacaklarına inanıyorlardı. Yeniden zaman anlayışı bu eski inançla kolayca kaynaşmış ve milletimizin zaman perspektifinin esasını teşkil etmiştir. Osmanlı Türklerinde devlet Tanrı’nın hükümranlığını bir işaret olmak üzere ‘devlet-i ebed müddet’ sayılıyordu. Dede Korkut’ta saltanatın Kayılara kalacağı ve kıyamete kadar süreceği bildirilir. Nitekim bizim tarihimiz de ölüm haline gelip birdenbire silkinerek taze can bulma olaylarına ait misaller vardır. Böyle bir geçmişin bize açtığı ufuk elbette ki sonsuz olacak ve geleceğimize de bu gözle bakacağız.

KAYNAKÇA
PROF. DR. Erol GÜNGÖR, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, 1993 Basım, Sayfa 25

Bir yanıt yazın