Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin son çeyrek asrı oldukça çalkantılı geçmiştir. Devlet kurmada mahir olan Türk milletinin tarihî tecrübesiyle inşa ettiği bu ihtişamlı imparatorluğun çöküşü de elbette varlığının bir nevi yansıması olmuştur.
İmparatorluk çatısı altında bulunan ancak farklı milletlere ve topluluklara mensup olan gayri Türk unsurlar ait oldukları yuvaları için Osmanlı’dan birer parça koparırlarken, devletin köşe taşı olan Türkler ne yapacaklarını bilmez hâlde ‘gizli yurt’tan çıkış yolu aramaktaydılar. Bu çıkış yollarından Osmanlıcılık ve İslâmcılık devletin çöküşüne mâni olamamıştır. Kendilerini milletler mücadelesinin orta yerinde savunmasızca beklerken bulan Türklerse çareyi dört kolla Türkçülüğe sarılmakta bulmuşlardır. Devletin bünyesindeki tüm Türklerin bu şekilde bilinçli olduğunu söylemek yanlış olsa da, Türk münevverleri Türklük bayrağını sarsılmaz bir imânla taşımışlardır.
Milletin bağlayıcı unsurlarının temelinde ‘dil’i gören Türk münevverleri bu husus üzerinde özellikle durmuşlardır. Bu yüzden o dönemden itibaren Türkçe-Osmanlıca dil ayrılığı sürekli olarak vurgulanmıştır.
Esasında mesele bir dil meselesinden ziyâde bir kimlik meselesidir. Türkçülük idealinin ilk savunucusu olan aydınlardan itibaren gerçekleştirilmek istenen ilk önemli hedef Türk kimliğinin Osmanlı kimliğinden ayrı olduğunu geniş kitlelere fark ettirebilmektir. Devir düşünüldüğünde her ne kadar Osmanlı Devleti parçalanmanın eşiğinde olsa da ‘Osmanlı milleti’ algısı en azından Türkler için tüm gücünü korumaktadır. Bu da Türkçülük müdâfiî münevverleri zorlayan bir husustur.
Bir milletin mensubiyet duygusunu ortadan kaldırıp yeni bir şuur kazandırma işi sistemsizce atılacak adımlara pek de müsait değildir. Ayrıca zaman az, düşman çoktur. Bu sebeple dil birliğinin millet olma şuurunun temelini atacağı kabulüyle yola çıkılmıştır.
Tanzimat’tan itibaren dilde sadeleşme girişimlerinde bulunulmuştur. Ancak ‘Yeni Lisan’ hareketi bu sadeleşme çabalarından keskin bir çizgiyle ayrılır. Öncesinde yapılan sadeleşme çabalarının merkezi Batı’dır ve yönleri de Batı’ya dönüktür. Lakin Yeni Lisan’ın hareket noktası Türkçülüktür.
Gökalp ve arkadaşlarının dilde yapmak istedikleri düzenlemenin merkezi Batı olmadığı gibi öz Türkçecilik ya da dilde tasviyecilik gibi mânâsız girişimlerden de uzaktı. Yeni Lisan, dildeki yabancı kelimeleri külliyen atıp yerlerine yenilerinin ikâme edilmesi gibi bir gaye taşımıyordu. Ancak hâlihazırda halkın dilinde yaşayan Türkçe kelimeler mevcutken yabancılarının dilin ve milletin varlığını tehlikeye soktuğunu düşünüyordu. Ayrıca yabancı kelimeler artık ‘fethedildiyse’, bunların kullanımının bir mahsuru yoktu.
Bu dil hareketinin öncüleri olan Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip öncelikle dil bilinciyle millî bir edebiyat meydana getirmek istemişler; akabinde de bunlarla milliyet şuuruna varan bir köprü kurmak gayesi taşımışlardır.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nde milletlerin yeri yoktur. Bu kural devletin çekirdeğini oluşturan Türkler için de geçerliydi. Bir Türk, devlet kademesinde yükselmek istiyorsa Osmanlılaşmak mecburiyetindeydi. Bu durum elbette dile de aksediyordu. Gökalp, Osmanlı’nın dil ve kimlik hususundaki bu tavrını asla tasvip etmemiş ve devletin genel politikasını şu şekilde tasvir etmiştir:
“Bu hâle nazire olmak üzere, Türkçeden ayrı ve Türkçenin fevkinde olarak yeni bir Osmanlı lisanı da tekevvün ediyordu. (…) Osmanlılar, kendilerine Türk demedikleri gibi, lisanlarına da Türkçe namını vermediler. Osmanlı milleti, lisanı, Osmanlı edebiyatı, Osmanlı müessesat ve ananatının kâffesi, altı yüz senelik Osmanlı tarihinin mahsulleridir.”
Gökalp’in bu genel tespiti Ömer Seyfettin’in hikâyesinden bir kesitle daha iyi anlaşılacaktır:
“Louis Durant Bey,
-Türkçe pek kaba, pek vahşi, pek lezzetsiz! dedi. Sakın böyle söylediğime gücenmeyiniz…
-Asla, bilakis memnun oluyorum.
-Siz Türk değil misiniz?
-Hayır Türk değilim.
-Nesiniz?
-Osmanlı…”
Millî hikâyecimize ait edebî eserdeki bu bölüm dil ve millet bilincinin nasıl iç içe olduğunun vesikasıdır. Vaziyetin trajikomik yanı ise Gökalp, Osmanlılık fikrinin yansıması olan Osmanlı milleti ve dilini sadece Türklerin inandığı bir aldatmaca, tuzak olarak yorumlamıştır. Özellikle Tanzimat döneminde millet ve millî dil reddedilmiş; bunun yerine müşterek Osmanlıcanın ve tüm unsurlarıyla kaynaşmış bir Osmanlı milletinin varlığı savunulmuştur. Gökalp bu programa Türklerden başka hiçbir kavmin inanmadığını, her birinin çocuklarını kendi dilleriyle eğittiklerini ifade eder.
Esasında Gökalp Osmanlıcanın başka dillerden çokça kelime ithal etmiş bir Türkçe olduğunun farkındaydı. Ancak onu rahatsız eden husus dil ile millet arasında mevcut bulunan tabiî bağın neticesi olarak Osmanlıcanın eninde sonunda Osmanlılık fikrine ulaşmasıydı. Gökalp, asırlarca belli merhaleler neticesinde meydana gelmiş bir cemiyet birimi olan ‘millet’i göz ardı edip sunî bir mensubiyet şuuruna kapılmayı milletin bekâsı için zararlı buluyordu.
Konuyu nihayete erdirmek adına genel bir çerçeve çizmek gerekirse, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında artık şu tablo çok nettir: Dünya tarihinde var olan en büyük beş imparatorluktan üçünü kurmuş, çağ açıp çağ kapatmış, asırlarca insanlığa ışık tutmuş, Türk-İslâm medeniyetini inşâ etmiş Türk milleti “millet-i hâkime” olması gerekirken âdeta “millet-i mahkûme” gibi muamele görmüştür. Gökalp gibi münevverler milletin bu durumunu kendilerine dert bilmişlerdir. Bir milleti zayıflatmanın ve nihayetinde yok etmenin kültür ve dile yapılacak bozgunlarla mümkün olduğunu görmüşlerdir. Bu münevverler dildeki tahribatı tespit ederek, millet olma şuurunun canlanması için tekrar öze/dile dönmekte çare bulmuşlardır. Bu açıdan baktığımızda Yeni Lisan hareketini yalnızca dilde sadeleşme olarak görmek mümkün değildir. Yeni Lisan, millî kimlik inşâsı için atılmış gerekli bir adımdır.
KAYNAKÇA
Ziya Gökalp, Makaleler 1
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları
Ziya Gökalp, Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak
Ömer Seyfettin, Hikâyeler 1