Pamuk beyazlığıyla, kilim desenlerinin buluşmasını andıran karlı yamaçların en uçlarından eriyip en dibe kadar mayhoş mayhoş inen su damlacıkları gibi geçen ömrünü sorgulayan bir ihtiyar vardı kel tepenin sırtında. Saatlerdir sanki inme inmiş gibi uzakları süzüyordu; Ta ki semâdan gelen bir sesin dalıp gittiği hülyâları bölünceye dek. Sesin geldiği yöne baktığı vakit kanatları iki yana açılmış ve daire çizmekte olan bir şâhin görmüştü. Şâhinin sesi ihtiyarın dalıp gittiği hülyâları bölerken bir yandan da onu başka hülyâlara daldırıyordu. İhtiyar, bu sefer gökyüzüne dalıp gitmişti. Daire çizmekte olan şâhin sanki gençliğini andırıyordu. Kanatlarını kılıç savururcasına çırpan şâhini sur önlerinde savaşmakta olan bir delikanlı olarak görüyordu zihin dünyasında. Kafasında canlandırdığı o delikanlının vücudundaki kılıç kesiklerinden akan ılık kanı kendi bedeninde hissediyordu. Şâhinin daire çizmeyi bırakıp bir hedef görmüşçesine atıldığını görmesiyle zihnindeki o delikanlının ölüme son bir atılış yaptığını görmesi bir oldu. Dalıp gittiği hülyâlar tekrardan darmaduman olmuştu. O ölüme atılış ayaklarının altında olan şu uçsuz bucaksız yaylada mı olmuştu yoksa?

Şimdi bu yaylada kalkan yuvarlaklığındaki kıl çadırlarda yaşayanların o delikanlının ölüme atılışından haberleri var mıydı acaba? İhtiyarın kafasında yine sorular birbirini kovalamaya başlamıştı. Her günün tan yeri ağarmağa yüz tuttuğu vakitleri azığını, kopuzunu ve taze sağılmış kımızını alarak bu kel tepeye çıkardı. Akşam vakitlerine dek obaların etrafında kuzu sırtına binerek at ile cenk edeceği günlerin hayâlini kuran balalara bakıp nehir suyu yemiş toprak gibi kıvrım kıvrım olan yüzünde bir burukluk ile gün sonuna ulaşıyordu.

Yine çam ağacından oyulmuş çamçağına kımızını doldurmuş, kopuzu ile gönül telini titrettiği bir zaman diliminde yamaçtan kendisine doğru tırmanmakta olan bir bala gözüne ilişti. Boyu iki ok boyu kadar, her adımında birbiriyle eş zamanlı raks eden al yanakları ve sırtındaki sadağı ile kendisine doğru gelen bala, ihtiyarın dikkatini cezbetmişti. Çok geçmeden ciğerindeki soluğun her zerresini hissedercesine nefes alıp verdiği bir anda yaşına nazaran çok tok bir sesleniş ile:

‘’— Hey İhtiyar! Ne yapmaktasın orada. Elindeki şey nedir?’’ sorusunu yöneltti. İhtiyar şaşkın bir yüz ifadesi ile:

‘’— Görmez misin yiğit bala atalarımızdan bize kalan gönül okşayıcı bu yaşlı kopuzu tıngırdatmaktayım. Ya sen ne yapmaktasın yalnız başına günün bu orta vaktinde. Belli ki bir yerden gelip bir yere gitmektesin. ‘’

Yeni yetme bala sanki damarına basılmışçasına hiddetlenerek ihtiyara:

‘’— Evet ihtiyar! Evet! Tek başımayım hem günün bu vaktinde; hem de bunca yaşımda. ‘’ İhtiyar anlamsız bir telaşa kapılarak:

‘’— Dur hele evlat dur! Hemen celâllenme. Teklik ve birlik anca varlık sebebimiz Görklü Tanrıya aittir. Nedir seni bu kadar hiddetlendiren? Otur hele yamacıma.’’ dedi.

Yeni yetme sadağını usulca bir kenara koyarak bir mızrak boyu ötesindeki ihtiyarın yanına usulca sokuldu. Ve İhtiyarın kıvrımlı yüzüne ışıl ışıl gözlerle bakarak cevabını yetiştirdi:

‘’— İyi dersin, hoş dersin ihtiyar elbette ki Tanrı tektir ve görklüdür. Söyle o zaman tekliğine biat ettiğimiz Tanrımız niye bize sahip çıkmıyor?’’

İhtiyar, küçük çocuğun çatık iki kaşına baktı, baktı ve sonrasında koca elini yeni yetmenin güneş yanığı ile esmerleşmiş omuzuna atarak:

‘’- O nereden çıktı evlat? Niye böyle bir düşünceye kapıldın? ‘’ dedi.

Küçük çocuk sanki ihtiyarın koca elinden kurtulmak istemişçesine yan dönerek:

‘’— De o zaman bana; Tanrıya biat eden bizler neden başka milletlerin boyundurluğu altında? Ve ben niye bir başımayım? Tanrı neden gökten inen beyaz şimşeklerini buna sebeplilerin başlarında patlatmıyor?’’

İhtiyar bu küçük çocuğun millet kavramından ve Tanrının kudretinin bilincinde olmasının verdiği şaşkınlık ile soruya soru ile yanıt verdi:

‘’— Sen söyle o zaman yiğit çocuk Tanrı sadece kendisine itaat edenlere mi hürmetkârdır? ‘’ Çocuk kafası karışmış bir şekilde sadağından çıkardığı okunun tüyleri ile kafasındaki saç tellerini bütünleştiriyordu ki bir anda verdi cevabını:

‘’— Eğer öyle olsaydı düşmanlarımıza fırsat dahi vermezdi. Çaşıtlık edenlerin sinsiliklerini ortaya çıkarırdı.’’ İhtiyar yılların yüklediği yorgunluk ile benzi aklaşmış sakallarını parmakları ile tel tel ayıraraktan bir soru daha yöneltti:

‘’—Ee o zaman biz bir hata yapmış isek görklü Tanrıya? Veya yapılmaması gereken bir şey yapmış isek? Buna ne dersin yiğit bala? ‘’ Küçük çocuk kendisine yönlendirilen soru yağmurlarını birbirine bağlamaya çabalarken aynı zamanda kendisinde ve yetiştiği toplumda Tanrıya yapılmış bir hata arıyordu. Ama aynı zamanda okun yönünü değiştirmiş sivri yanı ile toprağı eşeliyordu. Yiğit balaya yeni yetmeliğin verdiği heyecan ile bir anda yükseliş geldi ve:

‘’—Biz Türk’üz bre ihtiyar! Sen hiç aklını kullanmaz mısın? Türk hiç Tanrısına karşı gelip hata yapar mıymış?’’ dedi. İhtiyar bu yeni yetmenin milletine olan aşırı bağlılığına ve şuuruna hayretle bakakalmıştı. Ta ki karşısındaki kıvrımlı dağın arkasında kendisini duygulandıran bir şeylerin olduğunu anımsatırcasına dalıp gidene dek. Yeni yetme söylediği sözün havada kaldığını düşünerek al elmaya benzeyen yanaklarının üzerinde elma sapını andıran kaşlarını çatarak:

‘’—Hey! İhtiyar ne öyle dalıp gittin yine. Bir söz söyledim işitmez misin? Yoksa bu esir Türk ilinde bizden yana değil misin?’’ İhtiyar, yeni yetmenin narasıyla dalıp gitti yerden tekrardan hasbihal havasına girmişti. Yeni yetmenin sorduğu soruları ihtiyarlamış zihninde evirip çevirerek cevabını orta yere bırakıverdi:

‘’—Yiğit bala elbette ki Türk’üm. Görmez misin bir elimde kopuz, bir elimde kımız?’’ Yeni yetme yine o tombul al yanaklarını şişirerek tebessüm etti ve:

‘’—Bre ihtiyar sen hakikaten bunamışsın. Öyle eline her kopuz, kımız alan Türk mü olurmuş hiç?’’ diyerek karşısındaki aksakallıyı küçümsedi. İhtiyar yeni yetmeye hak vermişti. Hakikaten de öyleydi. Türk’ün bir yaşayış biçimi, hayata bakış açısı vardı. İhtiyar bunun bilincindeydi lâkin aklı hâlâ daha dalıp gittiği dağın arkasındaydı. Bu sebeple dalgınlığına gelip söylemişti. İhtiyar dağın arkasındaki sırrı açıklamak istercesine yeni yetmeye:

‘’—Evlat! Şu dağların arkasında Orhon Nehrinin yanlarında atamız Ulu Bilge Kağan’ın taşlara ilmek ilmek oydurduğu sözler vardır bilir misin?’’ dedi. Yeni yetme konuyla alakası olmayan bu sorunun sırrını çözmeye çalışırken Bilge Kağan ismine takılmıştı. Yoksa babasının çok küçük yaşta iken kendisine anlattığı dedesinin, emrinde nice kelleler alıp verdiği, babası devlet kurmuş Bilge Kağan mıydı? Merakını gidermek adına apar topar cevabını verdi:

‘’—Ağzına aldığın yüce ismi aklımın yeni yeni ermeğe başladığı zamanlar yiğit babamdan işitmiştim. O çağlardan çokta farkım yoktur aradan az yıl geçmiştir. Lâkin sözlerini taşlara işlediğinden de bihaberim. Ne demiştir Yüce Bilge o oymalı taşlarda. ‘’

İhtiyar kolladığı zamanın tamda şuan olduğunu fark ederek o nakışlı taşlardan bir parça alıp hasbihal ortamının loş havasına aksettirdi:

‘’—Bak evlat mekânı uçmağ olası dedemiz ulu Bilge Kağanımız; ‘Çinlilerin tatlı sözlerine, yumuşak ipeklilerine kanıp Türk halkından birçoğunuz öldünüz.’ der. Bak ne güzel özetlemiş Kağanımız.’’

Yeni yetme müthiş bir şaşkınlık ile ihtiyarın kurumuş iki dudağının arasına bakarak kafasından ‘’Ulan deli çocuk biraz önce küçümsediğin ihtiyarın şimdi çölleşmiş dudağına bakıyorsun iki kelam etsin diye.’’ diyerek zihninde kendisini yargılıyordu. Sonra dönüp ihtiyara:

‘’—Doğru söylersin bre ihtiyar. Tanrının burada ne suçu vardır? Bak Tanrının kut bahşettiği Ulu Bilge milletini tanıyarak vaziyeti taşlara oydurmuş ders çıkaralım diye. ‘’dedi. İhtiyar bu yeni yetmenin olayı bu kadar kısa sürede kavramasına çokta şaşırmamıştı.

‘’—Sende doğruyu söylersin yiğit bala. Bir bak tarihe tüm bu Türkistan coğrafyasına ve dâhilinde Mavera ötesi derler o diyarlara hükmetmiş devletlerimiz istisnalar dışında düşman kılıcı ile devrilmemiştir. Devletimizi yine biz yıkmışızdır. Sebebi ise bildiğin üzere tatlı dile, yumuşak ipeğe kanmışızdır.’’ Yeni yetme içinde bulunduğu durumun vaziyetini kafasında ölçüp tartarken bir şeye takılmıştı. İhtiyara tekrardan dönerek:

‘’—E peki kağanların bu kanışından tebaanın suçu nedir? Esaret altında ezilen yine kara budun oluyor. ‘’sorusunu yöneltti. Bunun üzerine ihtiyar yeni yetmenin sorularına cevap ararken çakmak çakmak parlayan gözlerinin içine odaklanıp:

‘’—Kara budundan tatlı dile, yumuşak ipeğe kanan yok mudur? Ferdi menfaatlerine kanıp çaşıtlık yapan hiç mi yoktur? ‘’diyerek sorguya çekti. Yeni yetme tüm bu soruların cevabını biliyordu aslında. Ama yine de teyit ettirebilmek için:

‘’—İyide ihtiyar Türk hiç menfaatine tapar mıymış? Bu nasıl bir iştir?’’ diyerek Türk’ün yaşam tarzında menfi duygulara esir olma gibi bir kâide olamayacağına vurgu yaparak ihtiyardan bu konuya bir açıklık getirmesini istedi.

İhtiyar da: ‘’—Elbette ki Türk menfî duygulara kapılmamalı. Ama insan Tanrı değil ya yapmaması gereken hataları yapabiliyor. Hâlbuki Türk’ün dünya görüşünde tüm dünya milletlerine adalet götürmek, yapılan zulümlere engel olmak vardır. Yine Bilge Kağanımız kitabelerine ‘Ey ölümsüz Türk milleti! Kendine dön! Milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk milleti için, geceleri uyumadım, gündüzleri oturmadım. Kardeşim Kül Tigin ile ölesiye çalıştım.’ deyişinde saklı olan sır nedir? İşte Türk budur! Kağanı milletine hizmet için gece yatmayıp gündüz oturmayan, fertleri ise er meydanında milleti için ölümü göze alandır. ‘’diyerek yeni yetmenin sorusuna uzun uzadıya açıklık getirdi. Yeni yetme ağızının açık kaldığını fark ederek eliyle çenesini kaldırdı ve ağızını kapattı. Tek işi akşama kadar bu dağın eteğinde bir başına Tanrı ile yarenlik yapmak olan bir ihtiyar nasıl olurda bu kadar bilgili olabilirdi? Aklını karıştıran sorular yeni yetmeyi tekrardan kuşatmıştı.

Yeni yetme ihtiyarın bu sözlerine karşı ‘’—Evet doğru söylersin ihtiyar. Ne mutlu ki Tanrı bu topraklar üzerinde bizleri Türk olarak vâr etmiş ve bu topraklara bey kılmış. ‘’diyerek sanki ihtiyarı neden göğsünü gere gere dinlediğini anlatmaya çalışıyordu. Bunun üzerine yeni yetme konuşmanın başında sık sık olduğu gibi sözünün havada kaldığını ve ihtiyarın yine bir yerlere dalıp gittiğini fark etti. İhtiyar kafasından:

‘’İşe bak bre! Bu yaştaki bir çocukta bu denli millî şuur olması… Yok, karındaşlar yok… Bu millet kolay kolay yağılara azık olmaz. Bu yiğit nereden geliyor kimlerden acaba bir cevap vermiş değil hâlâ daha’’ diyerek hayretine şaşıyordu. Ta ki bacağına bir okun ucu değinceye kadar. Yeni yetme sadağındaki oklardan birini toprağı eşeleye eşeleye derinlere kadar saplamıştı. Sadağından çıkardığı bir başka okuyla ise bir ok boyu uzağındaki ihtiyarı uyarmak için değerlendirmişti. İhtiyar nereden geldiğini bilememiş vaziyette sanki bu ok batışı ona başka bir hatırasını hatırlatmıştı. Yeni yetme ihtiyarın bir ok dürtüşü ile bu denli ürkmesine çok şaşırmıştı. İhtiyar ile göz göze gelerek:

‘’—Hayırdır ihtiyar nerelere dalıp gittin yine? Hep mi böylesindir, yoksa başka bir hâl mi vardır?’’ hiç beklenmedik bir soru yöneltti. Bunun üzerine ihtiyar yeni yetmeyi derin derin süzerek:

‘’—Söyle bana her hecesinde gençliğime götüren yiğit bala adın nedir senin? Nereden gelip nereye gidersin?’’ geç kalınmış soruyu sordu. Yeni yetme bir anda gelen bu konuyla bağımsız soru karşısında şaşırmış bir şekilde:

‘’—Adım Turalp’tir bre ihtiyar. Bilemem kaç nesildir dedelerimin adı hep Turalp’tir. Tanrının atalarım ile dertleştiği bozkırlardan gelip, dedemin de dedelerinden bana öğütlenen ‘daha deniz, daha ırmak’ öğüdünü yerine getirmeye giderim.’’ diyerek kendisini ifade etti. İhtiyar yaşamda gayesi olan bu yiğide bir başka pencereden tekrardan süzerek:

‘’—Peki dedelerinden sırlı bir miras olan bu namın manası nedir bilir misin? Bir şey demiş midir atan bu hususta?’’ sorusunu sordu. Yeni yetme hafiften göğsünü kabartarak:

‘’—Tabi ki de söz etmiştirler. Adımızla, namımızla her zaman yiğit, mert ve merhametli olan er kişi derler bize. Ya se kimsin bre ihtiyar? Asıl sen bir başınasındır burada. ‘’Cevabıyla birlikte soru sorarak karşılığını da vermeyi ihmal etmedi. İhtiyar gözlerindeki yılların yorgunluğunu yeni yetmeye aksettirebilmek için göz kapaklarını çadır çulu açarcasına, karşısındaki minik ama şahin bakışlı gözlere yakınlaşarak:

‘’—Adın atalarından, ömründe Tanrıdan şerefle Türk olarak bahşedilmiş. Sen adınla, şanınla çok yaşayasın evlat! Ben adımı bilmem. Kendimi bildiğimden beridir elimden kılıcım, sırtımdan sadağım eksik olmazdı. Ta ki karşıma hiç tanımadığım birisi çıkıncaya dek.’’ dedi. Yeni yetme içinde bulunduğu durumu kavramaya uğraşırken içinin merakla kavrulduğunu fark etti. İçinden ‘’büyük ihtimal o sorudan sonra bir başına bu dağın eteğini mesken etti kendisine’’ diyerek geçirdi.

Kuşkulu bir bakışla ihtiyarı süzdükten sonra:

‘’—Dersin ki; gençliğin hep er meydanında geçmiştir. Bu hem şanlı hem de bir Türk için düğün gibi meşk eylenen bir şeydir. Pekî tüm bu şevk verici şeyleri bıraktırıp seni dağ eteklerine attıran soru neydi?’’ sorusu ile ihtiyarı kendinden geçirdi. Sanki o soru bu yeni yetme bala tarafından tekrar kendisine sorulmuşçasına aksakallarının üstünde kızıl fenerleri andıran yanaklar meydana gelmişti. İhtiyar göz pınarının en derin yerinden çıkan bir damla ile kendine geldi ve başladı anlatmaya:

‘’—Uzun sırmaları andıran ak saçlarının sarmaşık misali birbirine örülü olan, biraz kambur ama elindeki mızrak ile kendisine destek yaparak dik durmaya çalışan bir çınardı sanki. Seninle olduğu gibi ilk önce hâlleştik ve sonra bana bir soru soracağını ifade etti. Sorunun cevabını tek cümle halinde istediğini söyledi. Ben tabiî ki çok şaşırdım ve isteğini onayladığımı belirterek kafamı salladım. O koca çınar bana gözlerini parlatarak: “Türk olduğunu iddia edersin. Söyle o halde evlat sen ne kadar Türksün? Türklük sadece kılıç sallamak mıdır? Hiç sordun mu bunları kendine?” dediği zaman bir anda gözüme bir perde indi ve sanki perdenin ağırlığı beynimi aşındırıyormuş gibi bir hâl aldım. O esnada koca çınarın arkasını bana dönmüş ve yavaş yavaş gözden kaybolduğunu fark ettim.’’ dedi ve bir anda sustu. İhtiyarın gözlerinden tekrardan göz damlası kafilelerinin toprağa düştüğünü fark eden yeni yetme bu sorunun mahiyetini tam mânâsıyla kavrayamayarak meraklı ve çakmak çakmak gözler ile:

‘’—Ee sonra ne oldu? Bir daha gördün mü o çınarı?’’ sorularını sorarak merakını gidermeye çalıştı.

İhtiyar: ‘’—Sonrasını bende ne olduğunu çıkaramıyorum. Ne olduysa bak bugün senin karşındayım. O büyük bilge çınarı ise hiç görmedim belki de beni bu Tanrı dağının eteğine bağlayan şey o ihtiyarın tekrar geleceğini sanmamdır.’’ Yeni yetme olayın içinden çıkamadığını fark etti. Bu sefer yaşına rağmen üzerine çok büyük bir sorumluluk olan o soruyu yeni yetme kendisine sormuştu. Yeni yetme bir yana ihtiyar başka bir yana dalıp gitti.

Ta ki her adımda elindeki değneğin ucundaki sert ve sivri demir ile ses çıkara çıkara gelen birinin varlığını fark edinceye dek. İkisi de dalıp gittikleri yerden ayılarak gözlerini aynı yere dikti. Yeni yetme bir anda ayağa fırladı ve diz vurarak gelen kişi karşısında başını önüne eğdi. Eğik başıyla göz bebeklerinin toprak anaya bakması hasebiyle gözlerinden sicim sicim akan damlalar direk kuru, çatlak toprağa damlıyordu. İhtiyar… İhtiyar yüzü bembeyaz bir şekilde göğe doğru ellerini açmış hıçkıra hıçkıra Tanrıya yakarıyordu. Yeni yetme başını kaldırmadan ağlamaya devam ediyordu. İhtiyar ise yakarışını bırakmış bir şeyin tekrar etmesini istercesine tökezleye tökezleye gelip karşısında duran; saçları uzun örgülü ve elindeki sopayı iki kaya arasına sıkıştırmış olan kişinin gözlerinin içine baktı… baktı… baktı… Ve gözü, karşısındaki iri ama biraz bükük cüsseli kişinin belindeki kılıç kınına ilişti. Kılıç kurt başlıklı idi. Kınında ise altın yaldız ile işlenmiş ‘’TURALP’’ yazıyordu…

Bir yanıt yazın