Kültür değişmesi zamanımızın sosyal ilimcilerini iki bakımdan alakadar eder. Bir tarafta kültür değişmesi ile uğraşan, bunu nasıl ve hangi yollarda yapacağını düşünüp ortaya koyanlar, işin idarecileri, kumandacıları var, diğer tarafta bu kültür değişmesine hedef olanlar, içinde yaşayanlar var… Bizde sosyal ilimlerin gelişmesi gerilerde kaldığı için, bilgilerimizin bir kısmını Avrupa’dan bu değişmeci tabakadan alıyoruz ve Avrupalı araştırıcıların yaptıklarına bakarak bazı neticeler çıkarmağa çalışıyoruz. Şu hâlde mesele bizim için sadece akademik değildir, hayatidir. Bu ehemmiyet mevzuun tarihçesinde daha iyi fark edilir.
Kültür meselesi ilk defa Ziya Gökalp tarafından ortaya atıldı. Esasen kültür münakaşaları yapılırken, millet zaten çoktan bu değişme girdabının içinde idi. Türkiye’de yüz yıldan beri bir batılılaşma, modernleşme hadisesi vardı, bunun başında da o zamanın idaresi, aydın zümresi ve bütün bunları temsil eden saray vardı.
Bizim yazarlarımız bu iş ancak çok ileri gittiği zaman kültür meselesi ile ilgilenmeğe başladılar… 2. Meşrutiyet devri hür bir devre olduğu için kültür değişmesi modernleşme mevzularının münakaşasının da en hararetli devresiydi. “Modernleşmenin modeli Avrupa ise onu külliyen almalıyız.” görüşünde olanlar ile, bu fikirlere reaksiyon gösteren, milletin hakiki hüviyetinin değişmesine karşı olanlar arasında fikir münakaşaları yapılıyordu.
Bu reaksiyonu temsil eden Ziya Gökalp, “Kültür ve medeniyet farklılaşması” meselesini ortaya attı. Gerçi bu kavram daha evvel Alman sosyologlarınca da yazılmıştı, fakat Ziya Gökalp yeni ve orijinal bir buluşla kültür ile medeniyetin birbirinden farklı olduğunu ileri sürerek geleneğin dışında tasnifçi bir görüşle “Medeniyet beynelmileldir fakat kültür millidir. Türkiye modernleşebilir ve pekâlâ Avrupa’dan farklı bir millet olarak kalabilir, hüviyetini kaybetmez.” tezini müdafaa etti.
İşte hala münakaşası yapılan kültür ve medeniyet farklılaşması davasının aslı budur. Ziya Gökalp tamamen pratik yoldan milli kültürümüzü kurtarmak gayesinde idi. Fakat hala modernleşmenin bir kültür meselesi mi, bir medeniyet meselesi mi olduğu hakkında münakaşalar devam etmektedir. Bu mesele yalnız bizde değil, başka memleketlerde de münakaşa mevzuudur. Bu hususta Avrupalı ve Amerikalı müelliflerin de ortaya attığı tezler ve bazı değişme örnekleri var. Neticelere baktığımız vakit bazı noktalara varılıyor.
Şimdi hadisenin daha ilmi araştırmalara müsait bir şekil alabilmesi için kültür ve medeniyet kavramlarını bir tarafa bırakıp başka kavramlar üzerinde duralım.
Burada karşımıza çıkan en mühim dava, teknolojik değişmedir. Avrupa’da sanayi inkılabı dediğimiz hadisenin ortaya çıkışı, İngiltere ve arkasından kuzey ülkeleri gibi sanayi inkılabının yerleştiği ülkeler, diğerlerine hâkim bir kuvvet elde ettikleri için diğer ülkeler bu inkılabı başarmış olan memleketlere özenti duymaktadır. Modernleşmenin yani teknolojik inkılabın gelişinde sosyal müesseselerin nasıl bir mahiyet alacağı meselesi uzun görüşülmüştür.
Şu hâlde en büyük meselelerden birisi hangi tip değişmenin neyi doğurduğu davasıdır. Yani teknoloji sahasındaki gelişme manevi kültür sahasındaki değişmeyi nasıl bir münasebetle yapacak, insanlar manevi kültürlerini memleketlerinin teknolojik organizasyonuna hâkim kılabilecekler midir? Memleketin teknolojik seviyeye ulaşması ister istemez bazı manevi değişmelere yol açar mı? Bu çok umumi bir problem olduğu için daima münakaşaya, spekülasyona açıktır. Nitekim şimdiye kadar bu mevzuda en ciddi ilmi tahlillerden en cesur çıkışlara kadar birçok fikir ortaya atılmıştır. Bugün karşımızda mevcud olan pek çok sosyal teorinin ve birçok ideolojik hareketlerin tahlili yapılınca bu meseleye irca edildiğini görürüz.
Bir cemiyet hangi şartlar altında değişiyor? Malum olan birkaç hal tarzı vardır. Mesela Marx’ın getirdiği çözüm ve onun karşısında Weber’in getirdiği çözüm ve bunların etrafındaki diğer fikirler. Hepsinin aradığı şey sosyal değişmenin dayandığı esasları bulabilmektir. Marx istihsal tekniklerindeki değişmenin bütün manevi kültürü tayin edeceğini ve orada bir değişme yapıldığı takdirde cemiyete istenilen istikametin verilebileceğini söylüyor, onun teorisini teşkil eden iddialar aynı esas noktayı dolduran eklentilerdir. Marx ortadaki problemi bir bakış noktasından görüyor, sonradan bu açıyı sağlamlaştırmak için başka sahalara ait esaslar koyuyor: Gelişme merhaleleri, iptidai komünizmden kapitalizme kadar gidiş vesaire. Aslında bunların hepsi kendi yaşadığı devre göre cemiyette meydana gelen süratli değişmenin yarattığı intibalardır. Burada iki esas nokta var, birincisi:
Teknolojinin büyük bir hızla gelişmesi mevcut sosyal nizamı temelinden sarsıyor. İkincisi: Bununla birlikte ortaya sefil kitleler çıkıyor ve zaman içerisinde büyük huzursuzluklar doğuyor… İşte Ziya Gökalp nasıl İkinci Meşrutiyet başında kültür ve medeniyet kavramlarını, bir teori ortaya atarak, pratik bir yolla izah ederek Türkiye’yi kurtarmak istemişse, Marx’ın da zamanında kendisinin ve aynı istikametteki diğerlerinin bu problemi halletmek için icap eden teorik konseptül şemaları kurmağa çalışmaları da böyledir.
- Weber’in bunun karşısında işi aksi cepheden alıyor. Kapitalist gelişmenin aslında insanların manevi görüşlerinde meydana gelen bazı değişmelerin neticesi olduğunu söylüyor ve cemiyetlerin gittikçe kapitalist ve proleter olarak ayrılacakları yerde bunun tam tersi olacağını ve dolayısıyla sosyalizmin sanayi bakımından gelişmiş ülkelerde değil gelişmemiş ülkelerde yer bulacağını söylüyor. Çünkü sınai gelişmenin Marx’ın dediği gibi cemiyet yaratmayacağını ileri sürüyor ki istikbal hakkında tahmin bakımından Weber’in dedikleri çıkmıştır.
Weber’in tezi insanlara aydınlık bir istikbal göstermiyor. Marx ise tersine insanlık için mesut ve refah içinde bir dünya vadediyor. Belki de Weber’in az tanınmasının ve peşinde büyük kitleler bulunmayışının başlıca sebebi budur.
Bizim asıl söylemek istediğimiz değişme meselesi alemşümul bir meseledir. Avrupalılar bununla çok meşgul olmuşlar ve bu işin büyük ıstırabını çekmişlerdir. Biz onlara nazaran bu devreyi daha kolaylıkla geçirmekteyiz. Bundan 100-150 sene evvelki Avrupa’nın ıstırabını izah etmeye bir Marx kâfi gelemez. O günlerin Avrupa’sına bakınca Marx’ın psikolojisini daha iyi anlayabiliriz. O her şeyin alınıp satıldığı bir dünyada temel motivin maddi menfaat olduğunu düşünmüştü.
Bizim halledeceğimiz dava, materyalizm veya maneviyatçılık değil, sadece cemiyetin normal gidişinde maddi ve manevi kültür münasebetlerinin ne şekilde olduğudur. Şüphesiz teknoloji insan bilgilerinin bir eseri olarak meydana çıkıyor ve insan için meydana geliyor ama bunlar bizim düşüncelerimizi belli istikametlere çekiyorlar. Hatta bunların bizim düşüncelerimize nasıl tesir ettiği hakkında bir bilgiye de sahibiz.
Çok genel çizgileri ile anlatacak olursak, teknolojiyi meydana getiren şey, insanların kazanmış oldukları bilgilerdir ve bu bilgilerin çoğu da pratik bir endişe taşımadan meydana gelir. Teknolojinin cemiyete getirdiği değişmelerin çok büyük bir kısmı önceden tahmin edilemeyen şeylerdir. Sadece ilk kullanış şekilleri düşünülebilir. Mesela buhar makinesi İngiltere’de kömür çıkarma ve taşımacılık ihtiyacından doğmuştur, böyle bir icat yapan da aranmıştır, fakat bunun teknisyenleri bu icadı yaparken içtimai neticesini hiç düşünmemiştir, bu akla bile gelmemiştir. Bir icadın ortaya çıkardığı dalgalar merkezden yayılarak etrafı o kadar değiştirmektedir ki bunların hiçbirini önceden görmeğe imkân yoktur. Sonradan bu değişmelerin nereden kaynaklandığını araştıranlar bu değişmelerin sebeplerini oraya bağlamışlardır. İnsanın bunu baştan görmesi, zaman perspektifine bu derece sahip olması mümkün değildir.
Arabaların, nakil vasıtalarının icadı insan hayatında yeni şeyler yaratmıştır, pazarlar şehir dışına çıkmış banliyö diye ayrı bir hayat tarzı gelişmiştir. Bunlar teknolojik gelişmenin ortaya çıkardığı hadiselerdir. Bizim düşünce tarzımıza da tesir ediyor. Modern teknolojiyle birlikte şehirleşme denilen hadise meydana geliyor, bu şehirleşme ailenin eski fonksiyonunu, eski kuvvetini kaybetmesine sebep oluyor. Aile dışında başka müesseseler oluşmaktadır, sokak da bunlardan biridir, eskiden insan terbiyeyi aileden alıyordu, en çok çevresindeki okuldan veya mahallesindeki camiden alıyordu, şimdi bambaşka yerlerden alıyor. Yaşanan hayat içerisinde insanların vakitleri, mesaileri değişmiştir. Günümüzün çoğunu evimizden, ailemizden uzakta geçiriyoruz, oğluma kızıma hükmedemiyorum gibi şikayetler ortaya çıkıyor ki bunlar ne çocuğun ne bizim kabahatimizdir.
İşte insanları değişme meselesi üzerinde araştırmaya götüren şey işin bu tarafıdır. Hangi şeyin hangisine tesir etmesinden çok, şu şikâyet ettiğimiz meseleleri düzeltebilmenin yollarını ve imkanlarını araştırıyoruz. Zihnimizde tasarladığımız bir hayatı teknolojiye empoze edebilir miyiz? Teknolojinin bu kadar müessir olmasının sebebi insanlar arasındaki intikalinin süratli oluşudur. İlmin intikali zordur, ama teknoloji büyük ölçüde zihni melekelere ihtiyaç göstermeyecek şekilde intikal edebilir. Herhangi bir aletin nasıl yapıldığını bilmesek bile onu kullanmayı kolayca öğreniyoruz. Manevi şeylerin intikali zordur. Bir şey ne kadar maddeleşirse o kadar çabuk intikal edebilir. Bu kolaylık, intikali süratlendirir, değişmenin çabuk yayılmasına sebep olur.
Sosyolojide sırf bu hadiseden müphem olan özel bir kaide vardır: Teknolojik değişme ile kültür değişmesinin birbirini geç takip etmesi. Eğer kültürümüz yani manevi değerlerimiz süratle değişseydi o zaman felaket olurdu, çünkü kültürün esas karakteri değişmemektir. Kültür mümkün olduğu kadar değişmeye mukavemet ettiği takdirde bizim için bir kıymeti olur. Maddi hayatımızdaki değişmelerin kültür değişmesinden çok ilerde olması kaçınılmaz bir zarurettir. Mamafih insanlar mutlaka çok kolay olan şeyleri alır da zor olan şeyleri almaz diye de bir kaide yoktur. Mesela İslamiyet’in yayılma devrinde İslam ordularının gittiği her yerdeki insanlar hem de hiçbir kılıç zoru olmadan Müslüman olmuşlardır, ama bu insanlar Arapların teknolojik seviyesinin yanından geçmemişlerdir, İslam teknolojisinden hiçbir şey bunlara intikal etmemiştir. Mesela Kuzey Afrika’daki berberi kabileleri Müslüman olmuşlar, ama Arap teknolojisinden hiç nasip almamışlardır.
Günümüze gelince biz teknik değişmenin kültürümüzü bozduğundan şikâyet ediyoruz ama bu görüş yanlıştır. Bizim hayatımızı bozan şey teknik unsurların gelmesi değil, manevi şeylerin gelmemesidir. Yukarıdaki misallere nazaran, hangi şeyin evvel geldiğine dair kesin bir kaide de olmamak lazım. Teknolojiyi tam alamadık, halbuki kafamızdaki manevi değerler değişiyor. İki türlü zararda oluyoruz, ödediğimiz bahaya mukabil işimize yarayacak manevi bir değer de almış değiliz. Mesela batının iş ahlakını almamızda fayda vardı, ama onu almıyoruz ki. Bu da bir manevi kültürdür. Burada daha uzun tafsilata gitmeğe lüzum görmüyorum, bu tafsilat esasen Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik adlı kitabımızda vardır.
Şimdi çok umumi çizgiler üzerinde duralım. Ele aldığımız mesele karşısında belli başlı fikirler nelerdir, bizim varacağımız netice ne olabilir!
Batıda esas itibariyle bilginin intikal ettiği teknolojik hayattan dolayı değişme olmaktadır, fikri çok yaygındır. Bilgilerimizin eseri olan teknolojide meydana gelen değişmeler bugünkü batının temsil ettiği medeniyeti doğurmuştur. Bunun karşısında bulunan cemiyetlerin de bu medeniyetle münasebetlerini nasıl ayarlayacakları meselesi ortaya çıkmaktadır.
Bir kısım müelliflerin fikrine göre teknoloji bütün dünyayı sarmaktadır, ilerde bütün dünya birbirine benzeyecektir, bu benzeme ilerde hayat sahasında da davranışlara da geçecek… “Bundan sonra ne olacak?” sorusunu ancak tarih felsefecileri cevaplandırıyor…
Hepimizin tanıdığı İngiliz tarihçisi Toynbee, “Batı medeniyeti şu son çağa ait bir şeydir… Gerilere gidecek olursak binlerce sene evvel de medeniyet vardı, demek ki batı medeniyeti olmadan da kültürler ve medeniyetler oluyor, şu hâlde teknoloji insanlara hâkim olmadan da insanlık yürüyebiliyor.” diyor.
Onun tezine göre; medeniyetler esas itibariyle dini kıymetler etrafında doğar. Batı medeniyeti de Hıristiyanlık etrafında doğmuş, yaşamış, ömrünü tüketmek üzeredir. Bundan sonraki medeniyet buradan kalan ve kıymet ifade eden şeyleri alacak, o noktadan devam edecektir.
Bu tezi Ziya Gökalp’in tezine yaklaştırabiliriz, yani demek oluyor ki, insanlar bir takım manevi kıymetler adına maddi hayatı şu veya bu istikamette değiştirmeğe çalışacaklardır. Bu gayret, bile tezi teyit etmeğe kafidir. Yani insanlar çevrelerindeki hayatın ve buna bağlı teknolojik organizasyonun esiri değildir. Düşüncelerimizi teknoloji şekillendirmiyor, ama neyin şekillendirdiğini de kat’i olarak bilemiyoruz. Yalnız gördüğümüz bir şey var ki, insanlar her devirde aynı şeyler yüzünden şikâyet etmektedirler. Bunlar insanlığın alemşümul değerleridir, mesela; adalettir, hürriyettir, refahtır, ilh… Biz problemimizi yanlış va’zetmekten kaçınmalıyız…
Hangi ideoloji ile hareket edersek edelim erişmek istediğimiz bazı noktalar var. Bunun modeli batıda olmuş; cenupta da olabilirdi, o zaman oraya bakardık…
Hasılı insanlık tarihi boyunca medeniyetler daima birbirlerinden bir şeyler öğrenmek mecburiyetindedirler… Muhakkak ki biz de dışımızda teşekkül etmiş olan batı medeniyetinden bir şeyler öğreneceğiz…
Teknolojik gelişme kaçınılmazdır, daha doğrusu geriye döndürülemez; asıl mesele teknolojik gelişmeye nasıl bir manevi gelişme ile istikamet verileceğidir. Batı da bu istikameti bulmaya çalışmaktadır.
Hiçbir medeniyet ve hiçbir hakimiyet ebedi değildir. Medeniyetler birbiri ardından batıp çıkarken, birbirlerine bazı alemşümul şeyler, kıymetler devrediyorlar. Hepsinin yükselmesinde de bu kıymetler varsa, demek ki bunlar tarihin çeşitli zamanlarında değişik yerlerde tekrar neşvünema bulma imkanına sahiptirler.
Yani demek oluyor ki bir gün batının dışında onun kusurlarından arınmış yeni bir medeniyetin doğmamasına hiçbir sebep yoktur. Batı modeline sırtımızı çevirmek ne kadar abes ise, insanlığın ilelebet sahip olacağı değerlerin sadece orada olduğunu kabul etmenin de bir manası yoktur. Binaenaleyh, bizim gibi gelişmekte olan bir memleketin bu iki hassas nokta arasında çok ince bir muvazene tutturması gerekir.
Bizden çok ileri seviyede olan milletlerin bile bu muvazeneyi tutturmaları yani maddi kültür ile manevi kültürü dengelemeleri güçtür. Zor bir durumdayız; bir tarafta bize tahakküm eden ve hakikaten vazgeçemediğimiz bazı şeyler var, bir taraftan da bunların karşısında hüviyetimizi korumağa çalışıyoruz… Söyleyebileceğimiz tek şey, bu zorluğu idrak edersek ortaya koyacağımız hal çarelerinin de belki daha isabetli olacağıdır.
KAYNAKÇA
Prof. Dr. Erol GÜNGÖR, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, 1993 Basım, Sayfa 76.