Milliyetçilikte şahsiyetten bahsederken baba ocağında gelişen şahsiyetin teşekkülünde âile ahlâkının oynadığı role temas etmiştik. Aslında âile insan gruplarının sosyal şekil ve muhtevası yönlerinden fevkalâde mühim bir içtimaî müessesedir. Toplulukların hukukî, iktisadî, siyasî durumlarını anlamak için ilk incelenecek sosyal yapının âile olduğunda ilim adamları fikir birliği halindedirler. Araştırmacılara göre, içtimaî hayatın merkezinde yer alan âile, içtimaî bütünlerin çekirdeği olarak, sosyal kuruluşlara örnek vazifesini görür. Herhangi bir toplulukta, o topluluğun bağlı bulunduğu âile tipinin izlediği daima muhafaza edilmektedir. Bu itibarla, bir memleketin meselâ iktisadî tutumu öğrenilmek istediği zaman âile içindeki üretim-tüketim faaliyetlerinin incelenmesi lâzımdır. Âile devlette de tesir eder. Bazı bilgilere göre meselâ başlayan ve gerçekleşmeye yönelen demokrasi hareketlerinin alâmetlerinin önce kadın-erkek eşitliği düşüncesi halinde, âilede kendini gösterir toplulukta ilk hukukî müessese de âiledir. Böylece, sosyal hayatının her sahasında âilenin yüksek yeri devlet ve siyaset adamlarının da dikkatinden kaçmamıştır. Atatürk şöyle demişti: ‘’İçtimaî hayatının başlangıcı âiledir. Sosyal kuvvetin temeli âile hayatındır. Âile hayatındaki bozukluk muhakkak içtimaî, iktisadî, siyasî aczî mucip olur.’’ Âile millet varlığında temel yapı durumunda olduğu için, millet birliğinin korumayı vazife bilen milliyetçilikte büyük itibar sahibidir. Buna karşılık kurulu nizamı devirmek isteyen cereyanlar, âile yuvasını sarsmağa çalışırlar. Nitekim gayesinin mevcut nizamı yıkarak idare düzenini değiştirmek olduğunu ilân eden Marksizm’i başlıca hücum hedeflerinden biri âile müessesesidir. Gerek memleketimizde, gerek batı demokrasisinin yürürlükte bulunduğu medenî ülkelerde, binlerce yıllık insanın kültürünün en yüksek eseri olan çağdaş sosyal nizamın uğradığı tecavüzler arasında âileye yönetilen tahribat faaliyeti ehemmiyetli bir yer tutar. Marksist görüş tarafları evlenme adâletlerinin geri bir ‘’ tutuculuk,’’ düğün törenlerini basit bir eğlence, nikâhı lüzumsuz bir merasim sayarken ve kadın-erkek münasebetlerinin aslî şekli, yani ‘’tabiiliğe’’ doğru geliştirme ihtiyacını (!) gizli-açık müdafaa ederken bir takım ilmî delillere dayandıklarını ileri sürerler. Dediklerine göre, insanların olmayıp âile sonradan ortaya çıkmış bir yeniliktir. Hürriyet duygusunu kayıt altına alan bu müessese aynı zamanda insan ‘’mutluluğunu’’ da engellemektedir. O hâlde mesut olmak için âile hayatını kaldırmak icap eder. Gerçekten geçen yüzyılın 2. yarısında Batı ilim ve fikir dünyasını kaplayan çeşitli cereyanlar kaosundaki sosyalizm furyasında bazı araştırıcılar buna benzer şeyler ileri sürmemiş değillerdir. Hatta ilim yayınlarında ‘’Promiscuity’’ denilen ‘’cinsî hayatta tam serbestlik’’ bazı iktidaî kabilelerde dağınık rastlanan ârızî bir hâldeki değil, fakat eski çağlarda ve zamanımızın geri kalmış kavimlerinde umumî bir durum telâkki edilmiştir. İşte insanların cinsî münasebetler mevzusunda hiçbir şart bir kaideye bağlı olmaksızın, hayvanlar gibi yaşadıkları düşüncesiyle, peydahlanan çocukların doğrudan doğruya cemiyete ait olduğu nazariyesi iştiraki (komünist) sosyalistlere pek câzip gelmiş olmalıdır ki, olanlar içtimaî birliği çökeltmek gayretinde bu ‘’ilim’’ ilimdeki son iyi şey sonuçlara sıkıca sarılmışlardır. Halbuki ciddî ilim çevresinde, diğer birçok sosyalist nazariyeler gibi, bu akıl almaz teoride ömrünün ancak yüz yılımızın ilk çeyreğine kadar sürdürebilmiştir. Başta G.P. Murdock olmak üzere, âile sosyolojisi mütehassısları şüphesiz çok daha güvenilir ilmî metotlara Avusturyalının, Afrika’nın ve Amerika’nın yüzlerce yerli kabileleri arasında yaptıkları dikkatli araştırmalar neticesinde, evlilik öncesi serbest kız-erkek arkadaşlığı dışında, gerçek mânâsı ile bir ‘’promiscuity’’ hâdisesinin mevcut olmadığını tespit etmişler, etnoloji bilginleri de bunun, insanlığın ilk devirleri dahil, tarihte asla görülmediğini ortaya koymuşlardır. Üstelik bu ilim adamlarının başka bir nokta dikkatini çekmiştir ki o da, hem eski çağlarda, hem zamanımız iptidaî topluluklarında evlilik törenlerinin çok ciddî kaideler içinde cereyan ettiği ve âilenin, ihmal edenleri ölüm cezasına çarptıracak kadar, sıkı müeyyidelere bağlandığı hususudur. Bütün bu gerçekler karşısında tanınmış sosyolog H. Freyer : ‘’ O hâlde mutlak cinsî serbestlik bir masal (fiction)dan ibarettir’’ demiştir. Meselenin bir de hukuk cephesi vardır. Yukarıda ailenin ilk hukukî müessese olduğunu kaydetmiştik. İştirakçi sosyalistlere göre toplulukların “tabiî” hâlde yaşadıkları o “mutlu” devirlerde âile bulunmadığı için, ona ait bir hukuk sistemi de mevcut değildi, ancak insanlar arasındaki solcuların ağzından gazete sütunlarına kadar akseden tabiî hukuk (“doğal hukuk, doğal kanun”) tâbirinin nereden çıktığını da ortaya koyan bu iddia, ilk hukuk anlayışının, tıpkı kadınlar ve çocuklarda olduğu gibi, mülkiyette ortaklık esasına dayandığını belirtmek temayülündedir. Mâmafih K. Marx kendine mahsus “Tarihi materyalizm” nazariyesini izah ederken bunu açıkça ifade etmiş ve insanları birbirine karşı kışkırtan “sınıf mücadelesi” zaruretinin gerekçesinde suçu “aslî komünist çağın terkedilip mülkiyet rejimine girilmesine” yüklemiştir. Hemen arz edelim ki, tabiî hukuk fikri daha geçen asırda büyük tarihçi L. Ranke tarafından reddedilmişti. Çünkü tam serbestlik düşüncesinden kaynak alan bu görüşün –gösterilen sebebin hayal mahsulü olması yüzünden- ciddiye alınması bahis mevzuu olamazdı. Böylece, sosyalist teorilerin azmanı olan Marksizm’in âile ve hukuk gibi içtimaî hayatın iki temel taşında çürüklüğünü ispat eden yeni bir örnek karşısındayız demektir. Bu durum Marksizm ile ondan kopan bilumum sol cereyanların eskimiş, devrini kapamış iddialar olduğunu ilân eden milliyetçiliğin ne kadar haklı bulunduğunu bir kere daha ortaya koyar. Hiçbir zaman ilimden şaşmayan milliyetçilik âile mevzuunda da elbette gerçek yolundan ayrılmayacak ve âilenin millet bütünlüğünün çekirdeğini teşkil ettiği hakikatini takdir ederek gerektiği ölçüde değer verdiği bu müesseseyi korumak için çalışacaktır. Bilhassa Türk âilesi bu ihtimama fazlası ise lâyıktır. Şanlı tarihimizin oluşu ve gelişmesinde muhterem Türk kadınının büyük payı mâlûmdur. İçtimaî hayatımıza daima itibar gören Türk kadınının ev ekonomisinde, Türk nesillerinin yetiştirilmesinde olduğu kadar siyaset ve devlet idaresinde hizmetleri tarihî delillere meydandadır. Hayatın her safhasında erkeği ile beraber gayret sarf eden iffeti ile meşhur Türk kadını vatan müdafaasında da, başka milletlerde görülmeyen şekilde, vazife almış ve muvaffak olmuştur. Bu bakımdan yakın tarihimizin kahraman Nene Hatun’larını, Kara Fatma’larını, Ayşe Kadın’larını hatırlamak kâfidir. Hak, hürriyet ve millete hizmet bahislerinde baha biçilmez değer taşıyan sağlam karakterli, fedakâr Türk kadınının huzur ve saadeti, dolayısıyla büyük milletimizin selâmeti için, kurulan Türk âile nizamına çevrilecek, baba ocağına saygıyı ve âile ahlâkını sarsıcı mahiyette her türlü tasallut ve teşebbüslere şiddetle karşı koymadığı Türk milliyetçisinin en yüce vazifelerinden biri sayması kadar tabiî bir şey olamaz.
Kaynakça
İbrahim Kafesoğlu; Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri (sayfa 103,104,105,106)