Babasından, atasından kalan zenginliği kullanamayan mirasçıya benzemekten başka. Önce 16 Ekim 2003 tarihli The Economist’ten bir alıntıyı okuyalım: “Fransa Napolyon’un, Britanya ve İspanya da imparatorluklarının hatıralarına sahiptirler. Ancak mazideki ihtişam, küçük ülkelerin de bir özelliğidir. Hollandalıların Endonezya’yı, Portekizlilerin Afrika’nın büyük parçalarını, Belçikalıların Batı Avrupa büyüklüğündeki Kongo’yu kontrol ettikleri hafızalarda yaşamaktadır. (…) Yunanlılar, Avrupa medeniyetinin beşiği olma gururuna sahip çıkıyorlar. İtalyanlar, Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı olmayı arzu ediyorlar. (…) Danimarkalı futbol fanatikleri, maçlarda atalarının tecavüz ve talanlarla dolu tarihlerinden duydukları mahcup gururu açığa çıkaran Viking miğferleri giymekten hoşlanmaktadır. (…) Macarlar, Birinci Dünya Savaşı sonunda parçalanıncaya kadar ülkelerinin şimdikinden üç misli büyük olduğunu biliyorlar. Polonyalılar ve Litvanyalılar, Orta Çağ’da Baltık Denizi’nden Karadeniz’e kadar uzanan müşterek imparatorluklarını hatırlıyorlar. Ve Viyana kapılarına kadar dayanan Osmanlı İmparatorluğu’nu hatırlayabilecek Türkleri bekleyin. (Gelecek, 14 Kasım 2003 İmparatorlukların Gölgesinde AB) Durumumuzu daha iyi anlayabilmek için Sayın İlber Ortaylı’ya kulak verelim: “Yani Türk unsurunun, iki parçalı vatanının bir parçası olan Rumeli elimizden çıkmıştır. Ve bunun getirdiği yaralar ve travma devam etmektedir. İşte bakın tarih şuurunun olmadığı oradan bellidir. Bunun tarihi yazılmamıştır. Rumeli’den kaçan bozguna uğramış halkın çektiği sefalet, o rezalet… Bunları bilmek lazım. Sonra Rumeli’den anavatanın ne olduğunu kim bilir? Bu travma devam edecek. Unutmakla kurtulamıyorsunuz. Gereği yok, mümkün de değil. Çünkü zaten biliyorsunuz, oralarda parçalarımız duruyor. (s. 176 -177) (1)

Avrupalı bile mesela Balkan faciasından sonra durumumuzu merak etmiş, tarihçi Ernest Renan ne yapmamız, neyimizin olması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur: “Türkler bunu (Balkan faciası) unutturmayacak bir edebî güce sahip değil. Hakikaten bunlar bunu aşabilecek, bunu bir kîne çevirebilecek, bir hafızaya döndürebilecek milli bir edebiyata sahip değiller. (s. 124) (2)

Öneminden dolayı yapılması ve olması gerekenleri tekrar edelim; faciayı unutturmamak, yenilgiden ders çıkarmak, gelecek nesillere dostu düşmanı iyice belletmek ve bütün bunları yapacak güçlü, zengin bir milli edebiyat meydana getirmek.

BİZ NE YAPIYORUZ?

“Yat yat uyu, uyu uyu yat”larla uyutulduğumuz için Avrupa, Viyana kapılarına dayanan Osmanlı İmparatorluğu’nu hatırlayabilecek Türkleri beklese de biz hatırlamıyoruz. Hatırlama gayretimiz de yok. Facia denilen bozgunu anlatacak tarih felsefesinden de yoksunuz. Bu yüzden idrakimiz de noksan. Bu sefer merhum Mehmed Niyazi’den aktaralım: “Alman politikacı Straus, Çin’de Mao’yu ziyaret etmektedir. Çin lideri ‘Batı’da siz, Doğu’da biz… İş birliği yaparsak medeniyet makasını değiştirir, insanlığı huzur ve refaha kavuştururuz.’ der. O sırada Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle, Kanada’da Quebec ziyaretindedir. Gazeteciler kendisine Mao’nun sözlerini aktardıktan sonra ‘Siz ne dersiniz?’ diye sorarlar. De Gaulle, önce cevap vermez, gazeteciler ısrar edince şöyle söyler: ‘Medeniyet makası o şekilde değişmez. Başı Belgrat’ta ayakları Çin Seddi’nde olan beden idrake kavuşursa değişir.”

AB NE YAPIYOR?

Büyük küçük bütün ülkeler mazilerindeki ihtişamı hatırlıyorlar. Zafer ve yenilgilerini unutmuyorlar. Yaşadıkları hayatı roman, hatıra, mektup, şiir, tiyatro, resimle en iyi şekilde işliyorlar. Bu sayede tarih şuurları yüksek. Milliyetçiliği özümsemişler ve ondan çok iyi yararlanıyorlar. Biz ise slogandan öteye gidemiyoruz.

O ZAMAN BİZ NE YAPMALIYIZ?

Kayıplarımızı biliyoruz, hatırlamıyoruz, onların edebiyatını yapamamışız. Tarihini yazıp öğretememişiz, tarih şuurunu geliştirememişiz. Tarih felsefesini geliştiremediğimiz için ne zaferlerimizin haklı gururunu yaşayabilmişiz -Kut’ül Amare en iyi örneklerden biridir.-  ne de yenilgilerimizin sebeplerini, sonuçlarını değerlendirebilmişiz. Bu yüzden idrak edememişiz. Kesin olarak bütün kaybettiklerimizi -bir zamanlar varmış- eğitim sisteminde bulacağız.

Demek ki evvela hatırlayacağız. Madem başka milletler unutmuyorlar, biz neden unutalım? Örnek mi? “Yunanlılar hatırlıyor. Velhasıl her 29 Mayıs’ta Yunan milleti bir kere daha kin duyuyor, bir kere daha düşman oluyor Türklere. Ve bir kere daha Megali İdealarını hatırlayıp bu gülünç hayale ciddiyetle bağlanıyorlar. (…) Baştanbaşa Ege sahillerinin ve İstanbul’un Yunan olmasını öngören Megali İdeaları da bilinir ama nedense hatırlanmak istenmez. 29 Mayıs’ta bile… Oysa Yunanlılar hatırlıyor ve özellikle 29 Mayıs’ı kendi propagandalarına iyi bir vesile teşkil ettiği için törenlerle anıyorlar.” (3)

Başka bir örnek: “Macaristan 90 yıl önce (…) topraklarının üçte ikisini yitirdi. (…) Macarlar aradan 90 yıl geçmesine rağmen hâlâ Trianon (Versailles Sarayı’nı da içinde barındıran bir köy)

Anlaşması’nın yasını tutuyorlar. Sadece Macaristan’daki Macarlar değil, o anlaşmayla Romanya’ya, Çekoslovakya’ya, Yugoslavya’ya bırakılmış topraklarda yaşayan Macarlar da. Ve AB çatısı altında sınırlar kalkmış olmasına rağmen “Büyük Macaristan” özlemiyle yatıp kalkıyorlar.” (4)

Bir dönem Hürriyet başyazarı olan Ertuğrul Özkök’ten aktaracağımız alıntı konuyu zenginleştirecek: “Bir göçmen çocuğu olarak benim bile bilmediğim belgeler ortaya çıkarılıyor. (…) Balkanlardaki savaşta milyonlarca Türk’ün topraklarını kaybettiği, sonra 650 bin Türk’ün öldürüldüğü tekrar hafızalara yerleştiriliyor.  (…) Bizler, bu acıların hatırlanması değil unutulması gerektiğine inanıyorduk. (…) Biz, kötülükleri unutup iyilikler üzerine bir gelecek kuralım istiyorduk. Ben kendi payıma Rodop Dağları’nda kaybettiğim akrabalarımın yasını tutmaya başlayacağım. (…) Tarihi eşelemeyi matah sananlar ne yazık ki kin yarışını başlattı.”

Edebiyatını yapmaya gelince… Hatırlanmayan şeyin edebiyatı mı olur? Edebiyatı olmadığı için de asırların ötesinden gelen sembolleri, mitleri, fikirleri gelecek nesillere aktaramamışız. Fertleri birleştiren ortak değerleri işleyememişiz. Nesiller maziden yoksun kalmış, bu sebeple gelecek de kuramıyor. Şimdi nakledeceğim alıntı meramımı daha iyi anlatacak. Uzun tutmamın sebebi bundan. “Türkistan, Turan -ne derseniz deyin- Türk’ün anayurdu olan büyük ülkedir. Anadolu’nun doğuya, Pasifik’e kadar ötesidir. Çok sınırlarsak Hazar’la Çin, Sibirya ile Tibet arasıdır, Türk’ün ikinci anayurdu olan Anadolu’yu doğurmuştur. Aslında Ege ile Hazar, Kafkaslar ile Irak arası Anadolu’dur. (…) Rumeli de bu ikincisinin mevlududur. (…) (s. 369 -12. Cilt) … Aynı Türkçeleşmiş coğrafya adları, aynı Türkleşmiş beldeler, her yerde binlerce, milyonlarca Türk bayındırlık eseri ve her birinin kitabesi üzerinde Tuğra-yı Humayun. Bir ırkın 500 yıllık üçüncü vatanı nasıl ortadan kalkar. On milyonlarca Türk’ün yattığı topraklardan Türk nasıl sürülür? Bu, bir inanılmaz hikâyedir. (s. 379 – 12. Cilt)

Beş yüz yılın toprağını, evini, barkını, konağını, çiftliğini, çubuğunu, hanını, kervansarayını, camiini, şanını, şerefini, hatırasını, zaferini, iklimini bırakmak masal değildir. Babasının, dedesinin, dedesinin dedesinin, onun dedesinin, dedesinin dedesinin yattığı, her karış için şehit kanı dökülmüş, her arşının umran ve imarı için ter, altın, zevk, gelenek akıtılmış toprakları bir anda, bir gecede terk etmek hikâye değildir. (…) Kocaman saltanatlı “hanedan” denen, “eşraf” denen, “ayan” denen, saraylı, konaklı, yüz hizmetkârlı o toprağın fatihi ailelerin durumunu anlatabilmek için tarihçi olmak yetmemektedir. (…) Bir Türk Tolstoy’u yetişmesi lazımdır. Tolstoy Türk olacaktı da Harp ve Sulh’u Türk kırımı için yazacaktı. Napolyon’un Rus kırımı, Rus’un Türk kırımı yanında silip süpüren tayfuna nispetle lodos gibidir. Her kuşakta en az bir ferdini şehit veren 500 yıllık “Evlad-ı Fatihan” denilen şanlı ailelerin nasıl kırıla kırıla sürüldüğünü (…) unutmak ve unutturmak doğru değildir. (s. 414 – 415) (5)

Montequieu İran Mektupları’nda “Türkler olmasaydı tarih olmazdı. Ne yazık ki tarihini yazacak tarihçiler yetiştiremedi.” demiş. Bu yüzden tarihimizi öğretemiyoruz, değerlendiremiyoruz. Tarih milletlerin hafızasıdır. Milletler tarihleri sayesinde başka milletlerden farklı olduklarının şuuruna varırlar, meziyetlerini fark ederler. Tarih şuuru budur. Tarih şuuru bekanın dayanaklarından biridir. Onu kaybetmek özünden kopmaktır. Milli şuurun ana kaynağı olan tarih şuurunu kuvvetlendirmek için onu tarih felsefesiyle beslemek gerekir. Bunlar yapılamadığı zaman ne olurun küçük bir misalini merhum Mehmed Niyazi’den aktaralım: “Gazi Osman Paşa’dan sonra Plevne’nin iki büyük kahramanı var. Biri Yunus Bey diğeri Skobelev. Skobelev’in Plevne dâhil pek çok yerde heykeli bulunuyor. Hakkında ciltlerle kitap yazıldı, filmler çevrildi. Onu beş defa perişan eden Yunus Bey’in hatırasını yaşatmak için hiçbir şey yapılmadı. Bu, aziz vatan evladı milletimizin bile meçhulüdür.”

İnsan, merhum Arif Nihat Asya’nın Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok. Ben nasıl varım?” dediği gibi hatırlama yok, edebiyat yok, tarih yok, şuuru, felsefesi yok yok. Biz varlığımızı nasıl devam ettiriyoruz, ettirebileceğiz diye sormadan edemiyor.

KAYNAKÇA

  • Dr. İlber Ortaylı, Tarihin Sınırlarına Yolculuk, Timaş Yayınları, İstanbul, 2007
  • Dr. İlber Ortaylı, Tarihin İzinde, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2008
  • Emine Işınsu, Devlet, 2 Haziran 1969
  • Erdal Şafak, Sabah gazetesi

Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi Cilt 12, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1983

Bir yanıt yazın