“Benim kanaatimce İmparatorluk’u (Osmanlı) iyi anlamadan Türk milletini iyi anlamaya imkân yoktur. (…) Tarihin bu en büyük destanını bütün mısralarıyla öğrenmeliyiz. Bu bilgi aslında Türk kültürünün ve Türk medeniyetinin bilinmesi demektir.” (S. 30)

Ben de destanın ahengini bozmamaya çalışacak, sözü daha çok otoritelere bırakacağım. Zira başka bir otorite Sayın İlber Ortaylı: “Bu büyük bir imparatorluk. Bir kültür. Ve şunu ifade edeyim. Bugün Türk insanı bunu anlamaktan aciz. İki açıdan aciz. Birincisi, bu tarihi anlamıyor, kavramıyor, öğrenemiyor. İşte bunlar haydut, yağmacı, kardeşini öldürdü. Yok, yeniçeriliğin kaldırılması için ordusunu doğradı gibi değerlendirmeler yapıyor. İşte bir şey üretememiş falan. (…) İkinci bir takım var. Çok müthiş bir hayal içinde. (…) Osmanlı tarihini bunların hiçbiri etüt edemez. Birincisi zaten kafası bozuk, Türkçe bile bilmiyor. İkincisi de maalesef bu imparatorluğun kültürel yapısını kavrayacak bir anlayışı yok.”

Osmanlı Devleti, kuvvet bakımından tarihin kaydettiği en büyük devlettir. “O, ancak Roma ve Abbasi İmparatorlukları ile mukayese edilebilir. (…) O, Roma İmparatorluğu gibi yabancı istilaların tehdidi ve haraç verme mecburiyeti altında değildi. Abbasi İmparatorluğu gibi de süratle siyasi otoritesini ve birliğini kaybetmemişti. Materyalist hastalıklara, dinî ve içtimai buhranlara düşmemekle, yüksek zenginler ve ezilen sefil halk kitleleri ve sınıflar arası uçurumlar yaratmamakla da mümtaz idi. Osmanlı devrinde üstün Romalı ve aşağı yabancı milletler tasnifine benzeyen bir ayrılığa rastlanmamıştı.” (S. 6)

“Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu, siyasi istikrarı, içtimai adaleti ve bünyesinin sağlamlığı, kavimler ve dinler arasında kurduğu ahengi, ‘Nizam-ı Âlem’ şuur ve iradesiyle, çok yüksek ve ince idare makinesi, kudretli ordusu, yüksek askerî tekniği, geniş hukukî faaliyetleri ile ve nihayet edebiyat, sanat ve mimaride vücuda getirdiği ihtişamlı eserleriyle de tarihte müstesna mevkiini almıştır.” (S. XII, XIV)

“Ayrıca Osmanlı; Avusturya, İngiltere ve Fransa gibi kolonyalist bir imparatorluk değildir. Bir kere Osmanlı İmparatorluğu fethettiği topraklara koloni değil vatan gözüyle bakıyor. Buralar artık onun vilayetidir. Sancağıdır vs. Kısacası bir vatan parçasıdır. Bunun için de oralarda hiçbir ayrım gözetmez.” (S. 153)

Bu, Nasıl Başarılmıştır?

Evvela Osmanlı Devleti, Türk tarihinin zirvesidir. Sanki önceki devirler, bu zirveyi vücuda getirmek için zuhur etmiştir. Hunlardan teşkilatçılık, Göktürklerden milliyetçilik, Uygurlardan medeniyetçilik, Selçuklulardan ikta yani toprak düzenini alan atalarımız, bunları İslam potasında yoğurarak Osmanlı şahikasını meydan getirmişlerdir. Osmanlılar bu zengin ve şanlı mazinin devamıdır. Mesela Kaşgarlı Mahmut’a göre Alp Er Tunga “ajun beği”dir. Osmanlı padişahları da “padişah-ı cihan” yani cihan padişahıdır. Kaşgarlı Mahmut’un Tuğra dediği, Oğuz Han’dan beri bütün Türk kağan ve sultanlarının nişan olarak kullandığı ok ve yay Osmanlılarda tekâmül etmiş olarak devam eder. Türk hanedanlarına mensup kişilerin ölüm cezalarında Oğuz Han nesli bulunmaları dolayısıyla kanları akıtılmıyordu. Osmanlıda da hanedan mensuplarının idamları kan akıtılmamak gayesiyle yayın kirişiyle boğdurularak gerçekleştiriliyordu. Osmanlılarda padişahların devlet meselelerini müzakere ettikleri divan teşkilatı, eski Türk kağanlarının kurultay müessesesidir. Hunlardaki onlu sistem Osmanlılarda devam etmiştir. Askerin başlığı Göktürklerde olduğu gibi “börk” tür.

Edebiyatımız da ordumuz gibi o mazinin devamıdır. Ünlü Türkologlarımızdan Prof. Dr. Fuat Köprülü çok önem verdiği bir eserinde bunu ispatlamıştır. “Biz bu suretle Anadolu’daki Türk edebiyatının diğer sahalardaki Türklerin edebiyatından ayrı ve kendi kendine inkişaf etmiş bir mahsul olmayıp mazinin bir devamı olduğunu ve binaenaleyh Türk edebiyatının tarihini vücuda getirebilmek için ancak onu bir bütün halinde göz önüne almakla mümkün olacağını ispat etmek istiyorduk. Bu esnada Mr. Gibb’in Yunus Emre ile Ahmet Yesevî arasında bazı benzerlik noktaları bulmuş olduğundan haberdar bile değildik fakat buna rağmen ‘Batı Türklerindeki halk tasavvuf edebiyatı cereyanının Doğu Türklerinden ve bilhassa Ahmet Yesevî’den geldiği’ tarzında çok cüretli bir faraziyeyi –ondan daha geniş bir davayı ispat için- ortaya atmaktan çekinmemiştik.

(…) Türk edebiyatının bir bütün şeklinde tetkik edilmesi semeresi olarak (…) Türklerin İslam’dan önceki edebiyatı hakkında etraflı tetkiklerde bulunduktan sonra, faraziyemizi kesinlikle müdafaaya imkân hâsıl oldu.” (S. 4-5)

Bu devamlılığı Sayın İlber Ortaylı’nın sayfalarından bir aktarma ile bitirelim: “Selçuklu Devleti de yıkılmamıştır. Osmanlı da yıkılmamıştır. Devlet devam ediyor. Yönetici sınıfıyla, kendi âdetleriyle, kuralları ve vergileriyle devam ediyor. (…) Türk tarihinde bir ara, bir fasıla olmamıştır. (S. 70) Yönetimde değişme diyebileceğimiz tek husus yönetimin adıdır. Yönetilenler aynıdır. Gelenek devam etmektedir. (…) Memuriyetteki terfi ve anlayış esası değişmemiştir.” (S. 71)

Osmanlıların kuruluş yıllarında yani XIV. asrın eşiğinde Anadolu parça parça bölünmüştü. “Anadolu Türk’ünü birleştiren devlet otoritesi yok olmuştu. (…) Türkiye dışındaki bir taht şehrinden idare edilmek fatih ve hâkim Türk milletine acı geliyordu. Teselli batıda, uçlarda idi. (…) Türkiye (…) tasavvuf ve gaza ile teselli buluyordu. Anadolu’daki Oğuz Türk’ü Türkiye’nin birliğini yapacak, yeniden bir cihan devletine sahip olacak, belki de tarihin görmediği bir şevket ve azamete ulaşacaktı. Bu, zaviyelerde derviş-gazilerin, müritlerine telkin ettikleri bir ideal, masalımsı, efsanemsi bir hayaldi. (S. 239) Türklük gene Ergenekon’a kapanmıştı ama Ergenekon’dan çıkış yolu, çok incecik bir çizgi halinde erenlere görünmüştü. (S. 240)

İşte Anadolu velilerinin ilhamı denen buydu. “Horasan erenleri… Bu gazi-dervişler; emirleri altına giren kitleye evvela yegâne gaye olarak ‘Cihat ve İlâ-yı Kelimetullah’ umdelerini aşılıyor ve sonra bu umdelerin tahakkuku için lazım gelen bilgi ve tecrübeyi veriyor, yolu gösteriyor, onları teşkilatlandırıp sevk ve idare ediyorlardı. (S. 247)”

Hoca Ahmet Yesevî’nin gönderdiği Horasan erenleri uçtaki Osman Gazi’yi gösteriyorlardı. Çünkü ötekiler birbirleriyle uğraşırken Osmanlılar kendi iç birliğini tesis etmiş, yalnız düşmanla mücadele halindeydi. Horasan’dan gelenler de Osmanlının emrine giriyorlar, gazaya, cihada devam ediyorlardı. Yerleştikleri bölgeyi hızla Türkleştiriyorlardı. Türk köyleri kuruyorlar, coğrafya adlarını Türkçeleştiriyorlardı. Bu da Osmanlının diğer beyliklere üstünlüğünü perçinliyordu. Bu sayede Osmanlılar beylik beylik bölünmüş Anadolu’yu 200 yıl çalışarak bütünleştirdiler. Osman Gazi’den sonra Orhan Gazi, Murad Hüdavendigâr da “melik’ül meşayikh Gazi Murad” derviş gazilerin, şeyhlerinin kralı Murat Gazi olarak cihada devam ettiler. Bu, Kanuni’ye kadar uzandı. Hepsi birinci sınıf mareşal ve dâhi padişah. Devlet işlerini kanunlara göre idare ettiler, memleket meselelerini divanda müzakere edip karara bağladılar. Âlimler ve dinî efkâr murakabe etti, kudretli cihan padişahları bazen şeyhülislam veya müftülerin fetvaları karşısında kararlarından vazgeçtiler. Öyle bir âdil ve iyi yönetim kurdular ki bu adalet Hristiyan halkların tercihlerini sağladı. İznik’in fethinden sonra halktan arzu edenlerin taşıyabilecekleri her şeylerini alarak Bizans topraklarına çekilip gitmelerine müsaade edildi. Fakat Türk idaresindeki asayişe meftun olan halkın pek az bir kısmı bu arzuyu gösterdi. Yalnız İznik tekfuru ile maiyeti İstanbul’a gitti. Aynı şekilde 1402 Ankara felaketinden sonra Osmanlı Devleti’nin dağılmadan toparlanması ve bu korkunç felaket yıllarında Rumeli’deki Hristiyan tebaanın devlete isyanı akıllarına getirmeyişlerinin sırrı Türk idaresinin o zamanlar dünyanın -şüphe yok ki- birinci idaresi oluşundandır.” (S. 293)

Kudretli ordunun başında bu dâhi ve birinci sınıf mareşaller asırlarca -1402 Ankara Savaşı hariç- yenilgi yüzü görmediler. Zaman oldu mesela Fatih zamanında Çin ve Japonya İmparatorlukları hariç bütün dünya ile savaştılar. Kanuni zamanında doğu ve batıda, okyanuslarda olmak üzere üç orduyla sefere çıktılar. Hep zaferle döndüler. Bu, öyle bir ordu idi ki düşmanını bile hayrette bırakıyordu. “Cihanın hiçbir ordusunda o sıralarda tahayyülüne dahi cesaret edilemeyen disiplin, saf nizamı, teşkilat, yürüyüş, birlik, giyim kuşamı haiz Osmanlı ordusunu görünce Uzun Hasan’ın ‘Vay kahpe Osmanoğlu, ne derya düzmüş!’ diye hayretini izhar etmesi meşhurdur.” (S. 74)

Meşhur İngiliz diplomatı Ricault: “Orduda düzen, tek kelimeyle fevkaladedir. (…) Halk, ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez. Ordu geçtiği yerde her şeyi peşin parayla satın alır. Hanlarda geceleyen asker parasını öder. Türk ordugâhına kızlarına tecavüz edildiği için gelen anneler görmek mümkün değildir. Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir muameleye muhatap olduğunu söyleyerek şikâyete gelen de yoktur. Zira böyle şeyler olmaz.”

İşte bu ordunun esası tımarlı sipahi yani dirlik sahibi Türklerdir. Çünkü Türk olmayan Müslümanlara tımar ve zeamet verilmemiştir. “Devletin istikbali, başka bir kavme emniyet edilememiştir. Nitekim eğitim, adalet ve din gibi devlet düzenini sağlayan üç büyük saha da tamamen Türklere ayrılmıştır. ‘Ulema’ veya ‘ilmiye’ sınıfı denen imtiyazlı görevlilerin elinde olan bu üç sınıfın mensupları, devletin kuruluşundan imparatorluğun düşmesine kadar Türk’tür.” (S. 335)

“Anadolu’yu bütünleştiren, Anadolu’nun tamamını Türk yapan Osmanlı, son ana kadar imparatorluk topraklarını da savunmaya devam etti. Nitekim V. Murad’ın torunu şehzade Osman Fuad Efendi, Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Türk kuvvetleriyle Libya’yı elinde tutuyordu. Kendisine Bab-ı Âli tarafından birinci ferik (orgeneral) rütbesi verilmiş, başkumandan sıfatı ile yıllarca Libya’da İtalyanlarla savaşmıştı. Bab-ı Âli’nin mütareke hükümlerine göre ülkenin boşaltılması emrini bir müddet savsakladıktan sonra yeis içinde Avrupa yoluyla İstanbul’a döndü.”

Destanları yapana da yazana da rahmet olsun!

KAYNAKÇA

(1) Doc. Dr. Erol Güngör, Töre, 1972
(2) Prof. Dr. İlber Ortaylı, Tarihin Sınırlarına Yolculuk, Timaş Yayınları, İstanbul, 2007
(3) Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Cilt 1, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1969
(4) age (S. XII, XIV)
(5) Prof. Dr. İlber Ortaylı, Tarihin Sınırlarına Yolculuk, Timaş Yayınları, İstanbul, 2007

(6) Prof. Dr. M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Tasavvuflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1976
(7) age (S. 71)
(8) Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, II. Cilt, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1983
(9) age (S. 247)
(10) Yılmaz Öztuna, age, II. Cilt
(11) Yılmaz Öztuna, age, III. Cilt
(12) Yılmaz Öztuna, age, IX. Cilt

(13) Yılmaz Öztuna, age, IX. Cilt

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.