İnsana eşref-i mahlûkât (yaratılmışların en şereflisi) sıfatını hak ettiren vasıfların başında onun akıl ve ruh yönünden yükselebilme özelliği bulunur. Akıl, yücelmesini ilimle sağlarken ruh, öze yapılan hissî yolculukla derecesini artırır. İnsan-ı kâmil olmaksa çoğu zaman bu ikisinin birbirini beslemesi ve dengelemesi ile ilgilidir.

İnsan duygu ve düşüncesinin dile ve anlama dayalı estetik zirvesi olarak kabul edilen şiirin, bakıldığında hem aklın hem ruhun erdemini ortaya koyabilen en önemli edebiyat türü olduğu görülür.  Bu çıkarım, şüphe yok ki şiir ışıkları çağlar ötesinden günümüze ulaşmayı başaran pek çok şairin parıltısında gördüğümüz özelliklerin genel bir sonucudur. Her şairin vâkıf olamadığı bu müstesnâ husus, 16. yüzyılın ve hatta Türk edebiyatının en büyük şairlerinden Fuzûlî’de bir güneş gibi parıldar. Onun, Bilimsiz şiir temelsiz duvar gibidir, temelsiz duvar da değersizdir.” sözünün arka planında yatan gerçek işte tam da budur. Duygunun ve bilimin mânâ ve söz ikliminde hayat bulduğu bu büyük şair Türkçeyi, Azerbaycan Türkçesinin samimi, lirik kıvraklığı ile edebî anlamda zirveye taşır. O, Divan edebiyatı geleneği içinde aşkı, ıstırabı, dünyevî zevk ve zenginliklerin boşluğunu ve hiç kimsenin pençesinden kurtulamayacağı ölüm düşüncesini mükemmel bir ifâde kudreti ile oldukça coşkun ve sâde bir dille olağanüstü bir lirizm ve sanat gücü kullanarak şiirlerinde dile getirmiştir.

“Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var                                                                                                     Âşık-i sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var”

(Bende Mecnun’dan daha çok âşıklık yeteneği var. Sevgide sadâkat gösteren âşık benim, Mecnun’un ancak adı var.)

Derken kuşkusuz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın belirttiği gibi şair, ‘‘Şiiri sâdece kalbe ait bir mâcerâ telakkî eder ve ıstırabı yaşanacak tek iklim gibi görür.”

Ona göre “Söz ve anlam, can ile ten gibidir; söz anlamdan, anlam sözden ayrı olamaz.” ve “Söz, anlam hazînesinin incilerini tane tane sıraya dizen bir iptir. Anlamı düzene koyan sözdür, hiç bir anlam söz olmadan biçimlenip varlık kazanamaz.” (1)

“Meni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı”

(Sevgilim beni cândan usandırdı, kendisi cefâdan usanmaz mı? Ahımdan felekler yandı muradımın mumu hâlâ yanmayacak mı? (Arzuma kavuşmayacak mıyım?)

Beytinde Türk şiirinin en güzel anlam ve sözdizimlerinden birini bulmamak mümkün mü?

Onun şiirinde ‘men/ben’ kelimesi aslında toplumun tüm ortak duygularını içinde barındıran ‘biz’e ait yaşantı ve anlamları cem eden bir özellik arz eder. Şiirlerinde sıklıkla hissettirdiği acı hissiyatı ve coşkun lirizmi şairin bilgisi, birikimi, yaşadığı hayat şartları, duygusal karakteri ve ikâmet ettiği bölgenin İslam târihinin en hüzünlü vâkıalarından birinin yaşandığı Kerbela/Bağdat olmasıyla ilintili olduğu savunulabilir. Bu trajik olayın çağlar sonra dahi toplumun hafızasında bıraktığı süregelen derin etki ve yokluk içinde -aza kanaat ederek- sürdürdüğü çileli yaşantısı şüphesiz onun engin gönlünden bir vesîle ile mecrâsından taşarak kendine yol bulacaktı.

“Cân ü ten oldukça benden derd ü gam eksik değil                                                                                                             Çıksa cân hâk olsa ten ne can gerek ne ten bana”

(Canım ve tenim var oldukça benden dert ve aşk yarası eksik olmaz. Canım çıksa tenim toprak olsa daha iyi. Çünkü bana ne can ne de ten gerekir)

Türk şiir geleneğinde karşılığını Yunus Emre (13.yy.) mistik felsefesi olarak görebileceğimiz yukarıdaki beyitte onun tasavvufî derinliğini kolayca kavrayabiliriz. Yalnız bu durum onu bir tasavvuf şairi yapmaz. Çünkü o tasavvufu, şiirlerinin derinlerine gizler. İlâhî aşka giden yolda bu giz’ler, şiirlerin kendi esrarlı dünyasında okuyucuyu kendisine hayran bırakan, mânâ gecesinin yanıp sönen yıldızlarına dönüşür.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (SAV) ithaf ederek yazdığı ve edebiyatımızın en güzel naatı sayılan “Kasîde-i Der- Na’t-ı Hazret-i Nebevî” deki -redifinden dolayı sıklıkla kullanılan adıyla “Su Kasîdesi”– oldukça derin bir dinî/beşerî bilgi ve anlam, kusursuz sözdizimi ve edebî kudret Fuzûlî’nin sesin, sözün ve anlamın mutlak hâkimi olduğunun en bariz örneği olarak ortaya çıkmaktadır. Peygamber sevgisi, onda büyük bir özlemin coşkun bir terennümü olarak nidâlanır:

“Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam                                                                                                                          Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su”

(Ey Allah’ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı! Susamışların (susuzluktan dudağı kurumuşların) yanıp dâima su diledikleri gibi (ben de) seni özlüyorum.)

Fuzûlî’deki ıstıraba dönecek olursa ondaki bu coşkun ve dinmeyen acı, hayatı boyunca devam etmiş; ona Türk şiirinin şâheserlerini yazdırmıştır. Bu dinmez acının sebebi ise gönlüne düşen aşk ateşidir. Bu ateş onun için mukaddestir ve karşılığını ahrette bulacağına inandığı için o bu durumdan hiçbir zaman şikâyetçi değildir hatta bu derdinden memnundur. Ona göre acılar insanı olgunlaştırır ve yüceltir.

“Ya Râb, belâ-yı aşk ile kıl âşinâ meni                                                                                                                                                    Bir dem belâ-yı aşkdan kılma cüdâ meni”

(Ya Rab aşk belasıyla beni içli dışlı et. Bir an bile beni aşk belasından uzak tutma.)

Beytinde ‘aşk acıları artsa da sabır ve tevekkül sayesinde kemale giden yolun da açılacağı ve nihâyetinde İlâhî aşkın feyzine mazhar olunacağı’ düşüncesi kendini hissettirmektedir.

Söz ve anlam ustası Fuzûlî’yi anıp da meşhur “Şikâyetnâme”sinden bahsetmemek olur mu?

Kanûnî’nin Bağdat’ı alması üzerine kendisine kasîdeler yazan şair, Pâdişah tarafından çok sevilir ve tutulur. Ona, yörenin vakıf gelirlerinin ihtiyaç fazlasından ödenmek üzere günlük 9 akçe tutarında bir maaş bağlanır fakat Sultan İstanbul’a döndükten sonra ‘Vakıf gelirleri ihtiyacı anca karşılıyor’ denerek bu maaş kendisine ödenmez. Fuzûlî de bu durumu bildiren bir mektup yazıp vaktin Maliye Bakanı Nişancı Celalzade Mustafa Çelebi’ye gönderir. Mektupta, vakıf idâresindeki yolsuzlukları kendine has üslûbuyla, yer yer sanatlı bir tarzda, âyet ve hadîslerden de örnekler vererek dile getirir ve edebiyatımızın en güzel şikâyetnâmesini (mensur mektup örneği) kaleme alır. Bugün dahi her kesimden insanımızın hafızasında yer bulan, “Selâm verdüm rüşvet değüldür deyü almadılar, hüküm gösterdüm fâ’idesüzdür deyu mültefit olmadılar.” sözleri ile başlayan bu mektup, tüm çağların en yaygın içtimâî/müessese hastalığına karşı söylenmiş ve asla silinmeyecek bir haykırış olarak kalacaktır.

Son olarak şairin mahlası olan “Fuzûlî” kelimesine de değinecek olursak bu kelime, “kendini ilgilendirmeyen işlere karışıp lüzumsuz sözler söyleyen kimse” hem de “yüce, üstün, erdemli” anlamına gelmektedir. Şair, bu mahlası seçme sebebini Farsça dîvânının önsözünde şöyle belirtmiştir: “Şiire başlarken günlerce bir mahlas almak yolunda düşündüm. Seçtiğim mahlasa bir müddet sonra bir ortak çıktığı için bir başka mahlas alıyordum. Nihâyet benden önce gelen şairlerin ibâreleri değil mahlasları kapıştıklarını anladım. Karışıklığı ortadan kaldırmak üzere ‘Fuzûlî’ mahlasını seçtim. Bu adı kimsenin sevmeyeceğini ve bu sebeple alınmayacağını tahmin ettiğim için adaşlık endişesinden kurtuldum. Ayrıca ben, Allah’ın inâyetiyle bütün ilim ve fenleri nefsinde toplamış bir insan olarak geçiniyordum. Mahlasım bu amacı da içine alır.”

Umulur ki Türk dilinin ve edebiyatının en lirik ve hazin avazı olmayı başaran; şiirini akıl ve ruh dengesinde bilgi ve duygu ile yoğurarak sesin, sözün ve anlamın büyük ustası sıfatını hak eden; çağını ve sonrasını derinden etkileyen bu eşsiz şair, çok sevdiği ve yanına varmayı arzuladığı iki cihan güneşi Peygamber Efendimize komşu olmuş olsun.

Selâm ve duâ ile…

Kaynakça

(1) (dergiler.ankara.edu.tr › dergiler)

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.