Birbirine çarpmadan mayhoş mayhoş süzüle gelen kar taneleri, zamanın hızlı akmasına mâni olamıyordu.  Koşarken ciğerinden gelip dışarıya taşan buharlı ılık nefesi azda olsa görüş mesafesini engelliyordu. Biran peşinden gelen silahlıları atlattığını sandı, fakat kulağının dibinde gruplaşmış bot sesleri inlemeye başlamıştı. Birden çoğu kez yanından geçtiği ve birçok Müslüman Türk ailenin hürmet gösterdiği ihtiyar bir kocanın bahçeli evinin yamacında olduğunu fark etti. Hiç tereddüt etmeden daldı bahçe kapısından içeriye. Ağaçların arasına gizlenmiş, nâçizane, tek katlı bir yapı vardı karşısında. Eğilerek ellerini iki dizine yaslayıp nefesini tazeledi ve direk kapıya atıldı. Kapıyı yıkmak istercesine vurması, hem ihtiyarı deşifre etmemek hem de kendisini ele vermemek adınaydı. Birçok vuruşun ardından kapı çok naif bir şekilde açıldı. Alacaklı gibi kapıyı aşındıran yeni yetmenin karşısında fidan boylu bir baba yiğit duruyordu. Yeni yetme nefes nefese, karşısında duran uzuncana boylu adama doğrularak:

‘‘—Düşman askerlerinden kaçmaktayım. Beni içeriye alır mısınız? Türk’üm!’’ dedi. Bunun üzerine boyu fidan adam yeni yetmenin kolundan tuttuğu gibi içeriye aldı. Kapıyı da sakin bir şekilde esmekte olan serinliğin yüzüne çarptı. Arkasından yeni yetmenin iki kolundan tutup:

‘‘—Soluklan hele çocuk. Yine Türk avına mı çıkmış bu kahpe müsveddeleri. Sen geç içeriye. Ben sana su getireyim de yudumlan’’ dedi. Yeni yetme içeriye geçti. Sert döşeklerden oluşan bir sedirin üzerine oturdu. Biraz önce yaşadıklarını bir kenara koymuş kendi kendisine iç geçiriyordu: ‘‘Bahsettikleri ihtiyar koca bu adam olamaz herhalde. Yaşı genç, sakalları da kara.’’ Gözleri fıldır fıldır ihtiyarı arıyordu. Fidan boylu adam elinde topraktan bir testi ve yine topraktan bir bardakla geldi. Bardağın içerisine su katarak yeni yetmeye ikram etti. Yeni yetme toprak bardaktan gelen toprak tadı ile içinin bir hoş olduğunu fark etti. Bir bardak daha istedi ve onu da tek nefeste yudumladı. Eli testili adam testiyi bir sehpanın üzerine koydu ve yeni yetmeyi ürkütmemek adına hiç ses etmeden karşısına oturdu. Zâten o da bir şey demesine fırsat vermedi. Merakını gidermek için:

‘‘—Derlerdi ki bu nâçizane evde bir ihtiyar koca otururmuş ve pek de hürmet görürmüş. Nerededir ihtiyar koca. Sesi sedası yoktur. Bir nasip ile çaldık kapınızı.’’ dedi. Bunun üzerine karşısında oturan adam tebessüm etti ve tam söze girecekti ki bir kapının açılma sesi ortalığı buz etti. Kapıdan dışarıya birden çok kişi çıktı ve çıkarla çıkmaz dış kapıya yönelip kendilerini dışarıya attıkları gibi uzaklaştılar. Yeni yetme şaşırmış bir şekilde bir insan boyuna yakın kapıya dalıp girmişti. Yine iç dünyasına kulak verdi: ‘‘Ben bu kapıyı alacaklı gibi çaldım da hiçbiri bozuntuya vermeden nasıl devam etti yapmakta oldukları şeye? Veyahut hiç mi merak etmediler kimdir kapıyı çalan? Hiç mi sormak gelmedi içlerinden?’’ Deli sorular kovalıyordu birbirini. Sorgusuz sualsiz kuş olup uçmuşlardı. Yeni yetme içinde bulunduğu durumu kavramaya çalışıyordu ki aşağı yukarı bir insan boyunda olan kapıdan iki büklüm, aksakallı, sarıklı bir ihtiyar doğruldu kendinden yana. Başında sarık, elinde bol taneli bir tespih, sırtında düğmesiz, kolsuz bir hırka kendine doğru yürüyordu. Bir gözünün altı mor, yanağında bir hançer kesiği, vücudundan birkaç kemiği de hasarlıydı sanki. Bir yanı eğri yürüyordu. Yeni yetmenin bir anda eli ayağına dolandı. İhtiyar, iki elini karşısında nefesini hâlâ daha dengeye sokamamış olan yeni yetmenin omzuna koyarak:

‘‘—Ne bu nefes nefeseliğin oğul? Hayırdır bir hâl mi vardır? Anlat hele’’ dedi. Yeni yetme bir anda kendisini ihtiyarın şefkatine teslim olmuşçasına yamaç yamaca geldi ve başladı anlatmaya:

‘‘—Köy meydanındaydım bre ihtiyar. İşgalci gâvur askerleri anam yaşındaki hatun kişilerin karşısında bir yandan demleniyor diğer yandan kahkaha atarak onlarla alay ediyorlardı. Bende dayanamadım yerden elimden büyük bir taşı kaptığım gibi ‘Ya Allah’ nidasıyla süsü fazla olan askerin üzerine attım. Onlar ne olup bittiğini anlayamadan oradan uzaklaştım. Peşime bir ya da iki asker takıldı. Lâkin buraya girdiğimi fark edemediler.’’ dedi.  Bunun üzerine ihtiyar tebessümlü bakışlarını yeni yetmeye dikti ve:

‘‘—Ah oğul! İçim çok dertli bu konuda. Hani der ya Zülfikar’ın serdarı Hz. Ali: ‘Sabrı olmayanın îmanı olmaz.’ Îmanımdan şüphe etmemek adına sabır… Sabır… Sabır… Diyorum oğul. Bilerek damarımıza basıyorlar. Çirkinleşelim, onların dilediği gibi barbar olalım. Hepsini çim biçer gibi biçip dümdüz edelim. Sonra… Sonra ne olacak? Biz buralara böyle mi nizam verdik oğul?’’ dedi. Yeni yetme karşısındaki ihtiyar kocayı pür dikkat dinliyordu. Damarındaki kanın hızlı akışı yetmemeliydi. Hisleriyle hareket etmesi onu yanlış yola itebilirdi. Hissiyatının yanında fikriyatını da besleyebilmek adına yapışmalıydı bu ihtiyara. Belli ki dolu dolu birisiydi. Demek ki Müslüman Türkler boşuna hürmet göstermiyordu bu ihtiyara. Hemen sordu kendisine:

‘‘—Çok doğru söylersin koca ihtiyar. Peki ya benim yaptığım ne derece doğrudur? Başka çarem yoktu ki.’’ İhtiyar, kendisine masumca sunulan soruyu yine tebessüm ederek cevapladı:

‘‘—Dert etme oğul. Bir vakit gelir ki iki çift söz ile alt edersin düşmanını, bir zaman gelir ki okkalı bir kötek ile. Gün namus günüyse hiç acımayacaksın. Lâkin biraz evvel de dediğim gibi îmanını taze tutmak adına hep sabır diyeceksin’’ dedi. Yeni yetme, ihtiyardan aldığı öğütleri mıh gibi aklının orta yanına çakmıştı. Yaptığı harekette de haklılık payının bulunması onu mutlu etmişti. Oda çocuksu bir tebessüm attı karşısındaki koca çınara. Kafasında ne kadar soru işareti varsa giderecekti bugün. Allah’ın ne güzel tecellisidir ki bir bahane ile karşısına çıktı bu ihtiyar. Eline geçirdiği fırsatı değerlendirmek adına sordu ihtiyara:

‘‘—Pekiyi ihtiyar bey baba sabır diyelim gerekirse köteği de verelim ama bizim buradaki benliğimize kastediyorlar buna karşı ne yapmalıyız?’’ İhtiyarı, karşısındaki yeni yetmeden bu denli şuurlu bir soru gelmesi şaşırtmıştı. Dudaklarını içe doğru kıvırdı ve başını sallayarak:

‘‘—Doğru söylersin oğul. Benliğimize karşı muazzam bir savaş açılmış durumda. Derler ki sizler Türk değil de Grek soyundansınız. Yani akılları sıra Balkan Türlüğünü yok sayacaklar. Ha birde Müslümanlığımızı kabul ederler de millet mensubiyetimizi yok sayarlarmış. Bunların hepsi sarhoştur oğul. Hele bir tayfa vardır ki Etnik-i Eterya’cı mıdır nedir? Neymiş beyim Büyük Bizans’ı tekrar hortlatacaklarmış. Hangi tarih sayfası yazar ki Türk’ün toprağa gömdüğü ecnebi tohumu tekrardan fidan verebilmiş?’’ dedi. İhtiyar ağır sayılabilecek bu okkalı ifadeleri sarf ederken mimiklerinde en ufak bir asabilik çizgisi belirmiyordu. E tabi ki de bu hâl yeni yetmenin hayretini cezbediyordu. İhtiyarın tebessümlü konuşması yeni yetme ile arasındaki samimiyeti koyulaştırıyordu. Biraz evvelki fidan boylu adam bir anda kıpırdanmaya başlamış bir odaya girip çıktığı gibi dışarıya yönelmişti. Kimin nesiydi çözememişti ama ihtiyar ile arasındaki münasebete bakılırsa yürekten bağlıydılar birbirlerine. Zâten ihtiyara bakıyorsun ulu bir çınar, diğerine bakıyorsun ihtiyarlaşamamış bir fidan. Yeni yetmenin dikkati farklı yerlere kaymış fakat aklı yine ihtiyarın iki dudağı arasına sıkışmıştı. Bunun farkında olan ihtiyar çokta uzun olmayan aksakallarını bir mânâ katarcasına parmaklarıyla tarıyordu. Sonra bir anda biraz evvel söylediklerinin üzerine daha çok söylenecek şey olduğunu düşünerek çıkardı çatlak dudaklarından yarım kalmış sözcükleri:

‘‘—Çok eziyet çektik, çekeceğiz de oğul. Kaderin bu topraklarda Türk olmak ise eğer, bunlara katlanacaksın. Kolay değil yüzyıllardan beri buraya yer edinmiş mührü dibinden kazımak. Kolay değil yüzyıllardan beri gönüllere nakışladığımız sevgi desenlerimizi yerle yeksan etmek. Kolay mı oğul? Kolay mı alp yürekli Erenlerin bu diyarlardaki fethettiği gönülleri yerinden çıkarıp İşkodra Gölü’nün derinliklerine atmak?’’ Yeni yetme duyduğu bu sözlerle bir anda şevke gelmişti. Yüreği yukarıya yükselmiş kıpır kıpır zıplıyordu. Kendisinin de anlam veremediği bir yükseliş ile:

‘‘—Kolay değildir elbette bre ihtiyar koca. Bizim varlığımız var olduğu sürece bırak yüreklerin İşkodra Gölü’ne atılmasını Tuna Nehri’nde dahi abdest alacağımız günler gelecektir elbet.’’ dedi. Dedi ama biraz önce yukarıya çıkıp zıp zıp zıplayan yüreği dibe çökmüş buruklaşmıştı bir anda. Kendi içinden geçirdiği düşünceler ile çelişmişti az önce. Heyecanını öne çıkarmış, yeni yetmelik çağında, delikanlılık yanını köpürtmüştü. Karşısında duruşundan tâviz vermeden duran, çokcana kim olduğunu bilemediği ihtiyarın, kim olduğunu unutarak birazcık saygısızlık etmişti sanki. Hiç bozuntuya vermeden kendinin câhil yönlerini ortaya atarak ihtiyara apar topar bir soru yöneltti:

‘‘—Elhamdülillâh biz böyle düşünürüz de bizim gibi düşünenler azınlıktadır bre ihtiyar koca. Bu noktada hâlimiz nicedir. Balkan diyarımızdaki topraklarımız bir bir işgal edilmekte. Bizleri de sürgün edip mahzun Anadolu’ya terk edeceklermiş. Yani Balkan Türklüğü diye bir şey kalmayacak. Bizim bu noktada ne yapmamız gerekiyor?’’ İhtiyar, yeni yetmenin bu çaresiz sorusu karşısında sükûtu tercih edecekti lâkin vazgeçti. Elini yamacında meraklıca kendisini dinleyen yeni yetmenin dizine attı. Biraz evvelki yüzündeki tebessüm gitmişti. Dudaklarını tekrar içe doğru kıvırdı düşündü… Düşündü… Düşündü… Sonra başladı esrarlı ifadelerini yere dökmeye:

‘‘—Bak oğul biz yüzyıllardan beri Türk kimliğimiz ile bu topraklardayız. Sürgünle, soykırımla bizleri bu topraklardan söküp atacaklarını düşünürler ama hesaba katmadıkları bir şey var: Bizim Erenlerimizin, Pirlerimizin adım atmadığı tek Balkan toprağı var mıdır? Alperenlerimizin asasının değdiği yer bizim vatanımızdır oğul. Bizleri bedenen bu diyarlardan uzaklaştırsalar da bıraktığımız izleri asla yok edemeyecekler.’’ Yeni yetmenin gözündeki ihtiyar koca artık bambaşka bir boyuttaydı. Yüreğine öyle yer edinmişti ki bir emir verse gözü kapalı yapardı. Ona baktıkça kendi dedesi geliyordu aklına. Oda bir çınar ağacı kadar ulu, yine bir çınar ağacının yaşanmışlığı kadar bilgeydi. Yeni yetme, ihtiyara içini dökmek istercesine dedesinden bahis açmak istiyordu. Bir fırsatını bularak:

‘‘—Doğru söylersin ihtiyar da giden canlar ne olacak? Buna bir çare gerekmez mi? Hayali bir şekilde hatırlarım. Kendi öz atamı sakallarından sürükleye sürükleye köy meydanına götürdüler. Ve o meydanda gözlerimin önünde tüm kemikleri kırılıncaya dek ezdiler. Tek suçu senin de dediğin gibi Türk olmaktı.’’ dedi. İhtiyarın altı morarmış olan gözünden bir damla yaş düştü önüne. Sanki onunda gözünün önüne yaşadığı bir şeyler gelmişti. Derin bir ah çekti içinden. Gözü sürekli dış kapıyı gözlüyordu. Sonrasında yeni yetmenin derdini paylaşmak adına söz söyledi:

‘‘—Emin ol ki atan ne Türk olduğundan, nede ecnebi postalları altında ezilmekten pişman değildir oğul. Bak benim halime. Benim vaziyetim farksız mıdır? Biz bu toprakları vatanımız belledik oğul. Vatan sevmeye de yürek gerektir. Yüreği olmayan bu diyarlarda yok olur. Vatan sevmeye yüreğin varsa eğer yüzyıllar da geçse, en az senin ki kadar yüreği büyük olan evlatların seni yâd etmeye gelir bu diyarlara. Senden akıl danışmaya, seninle bu günlerin meselesiyle, o günlerin meseleleri üzere hasbihâl eylemeye.’’ Bu sözlerin üzerine yeni yetme; gözleri dolu dolu olmuş, öylece ihtiyarın yüzüne bakıyordu. O yürek kendisinde var mıydı acaba? Karşısında duran ihtiyar gibi her türlü zorbalığa göğüs gerebilecek miydi? Onun gibi mücâdele verebilecek miydi? Bu sorular kafasını kurcalamaya başlamıştı. Yaşı daha kaçtı ki? Başını önüne eğdi. Sanki üzerinden çok vakit geçmeyen, köy meydanında yaptığı yiğitliği unutmuş gibiydi. İhtiyar, karşısındaki yeni yetmenin başını önüne eğmesindeki normal olmayan hâli sezdi. Merakından sordu:

‘‘—Ne o oğul eğdin dik başını önüne. Söylediklerimde ters bir şey mi vardır? Başını daha da dikleştirmen gerekirken eğdin. Yoksa sende benim gibi yeni yetmelik çağlarımda kendime sorduğum soruyu mu sordun kendine?’’ Yeni yetme bir anda şaşkınlık dehlizine düştü. Kendi kendisine ‘Nasıl yani?’ dedi. Fakat içinde bulunduğu hâlin nasılını çözemedi. Eğik başını kaldırdı ihtiyara doğru. Boncuk boncuk gözlerle mâsumca dikti gözlerini. Ağzını kıpırdatamadı. İhtiyarın gözünde atası ile bir anısı canlandı. Sürüklendi gitti başka âlemlere. Kendisine geldiği vakit yeni yetmenin bir mânâ ararcasına kendisine baktığını fark etti. Kendisi de dalgın gözlerle teselli verircesine:

‘‘—Dert etme oğul. Bende senin yaşlarında ya vardım ya yoktum. Çok heyecanlı ve dinamiktim. Bir gün Atam yamacına oturttu beni. Elini dizime koydu. Sonra dedi ki: ‘Her şeyden evvel kendimize bir soru sormalıyız oğul. Elbette ki kan dökeriz, toprak fethederiz hatta gönüller fethederiz. Mârifet sadece bunları yapmak mıdır? Ruhunu Allah’a teslim edinceye dek şu soruyu aklından hiç çıkarmayasın oğul: Biz ne kadar Türk’üz?’ İşte bende bu soru sonrasında dik olan başımı önüme eğmiş, gözlerimi yaşartmıştım ’’ dedi. Yeni yetme, ihtiyardan işittiği teselli niteliğindeki ifadelerden kendisine ders çıkarmanın üzerine yoğunlaştı. Evet. Asıl mârifet bu sorunun cevabını verebilmekteydi. Ömrünün sonuna kadar bu soruyu kendine şiar edinmeliydi. Yüzündeki burukluk iyice gitmişti. Bir anda tüm bu atmosferi bir kapı sesi bozdu. Kapıdan içeriye bir insan kafası uzadı. Bu biraz evvel sessizce dışarıya çıkan boyu fidan, yiğit adamdı. Gözlerini ihtiyara doğru doğrultarak:

‘‘—Vakit dağların bakır rengidir Pîr’im. Vakit geldi.’’ dedi. Yeni yetme nereden geldiğini bilemedi. Neyin nesiydi şimdi bu şifreli konuşma? Neyin vakti geldi? Pîr’im derken? İhtiyar, fidan boyluya cevap niteliğinde:

‘‘—Tamam oğul. Vakit geldiğine göre bizde geliriz elbet.’’ dedi. Sonrasında yeni yetmeye dönerek:

‘‘—Takıl hele peşime oğul. Sana son kez diyeceklerim vardır.’’ dedi. Yeni yetme nasıl bir hâlin içinde bulunduğunu çözümleyemedi. ‘Neden son kez?’ diyordu kendi kendine. İhtiyar usulca doğruldu oturduğu yerden. Döküntü vaziyette olan bedenini bir kapıya doğru sürüklüyordu. Yeni yetme, ihtiyarın sözüne itâat ederek takıldı peşine. İhtiyar Besmele çekerek girdi içeriye. Yeni yetme de aynı şekilde onu taklit ederek girdi içeriye. İçeriye girer girmez başına bir dönme geldi. Burası… Burası başka bir âlem miydi? Loş bir aydınlığı, puslu bir havası vardı odanın. Çalışma masası gibi bir masanın yamacında bayrağa benzer bir şey vardı. Üzerinde ters konulmuş hilâl ve beş köşeli yıldız vardı. Hilâl ile yıldızın dört köşesinde bir şeyler yazıyordu. Okuluna gidemese de okuması az çok vardı. Okumaya çalıştı. Bir yanında ‘Allah’ bir yanında ‘Vatan’ bir yanında da ‘Namus’ yazıyordu. Diğer yanda yazanı nedense okuyamamıştı. Duvara yaslı bir kitap dolabı vardı. Bu kadar kitabı ömründe bir arada görmemişti. Kitap dolabına dayanan tahtadan bir kılıç vardı. Yeni yetmenin hayretini cezbetti. Yine aynı dolabın gece gündüz bakıştığı karşısındaki duvarda ise… O da ne? Yeni yetme gözlerini yokladı, yerindeydi. Meğer odaya loşluk veren duvarda asılı olan şeymiş. Altın yaldızlı, Kurt başlıklı, üzerinde de yine altından TURALP işlemeli bir kılıçtı. Belki boyu boyuna denk gelecekti. Tüm ihtişamı ile duvarda hareketsiz bir şekilde kendisine bakıyordu. Yeni yetme etrafıyla bağlantısını koparmış öylece kılıcı süzüyordu. Bir anda sırtını bir kolun sarmaladığını fark etti. Hemen arkasından kulağının içerisinde bir ses çınladı:

‘‘—İhtişamı gönül cezbediyor değil mi evlat? Ama yanılıyorsun. Asıl gönül cezbeden kitaplığa yaslanmakta olan tahtadan kılıçtır. Duvarda ki yüzyıllardan bu yana çok zâlim canı yakmıştır.’’ Yeni yetme kafasını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. İhtiyar, elinde kitaba benzer bir şey ile kendisine bakıyordu. Yeni yetmeye söz hakkı vermeden söz söylemeye devam etti:

‘‘—Sana son söz söylemek için getirdim değil mi oğul buraya? Dinle o hâlde. Bu kitap senindir. Ömrün boyunca bu kitabın izinden çıkmayasın. Her ne pahasına olursa olsun vatanını sevip uğrunda ölebileceğin kadar büyük bir yüreğin olduğunu unutma. Elbette ki ayak bastığımız her yer bizim toprağımızdır. Ama nereye gidersen git bir yanın hep bu diyarlarda olsun oğul. Olur da Balkan diyarımız işgalden kurtulamazsa ve olur da gelecek nesiller Balkanların Türk vatanı olduğunu unutursa diğer tarafta hesap veremeyiz oğul. Hesap sormaz mı bizden Hüdavendigârımız Sultan Murad? Demez mi bize; ‘Ben bu diyarlarda siz unutturasınız diye mi şehit oldum? Boşuna mı atam Orhan’dan uzak diyarlara defnedildim?’ Vebâlimiz büyük oğul. Hele Sarı Saltuk atamıza ne deriz? Onun yüzüne hiç bakamayız.’’ dedi. Yeni yetme, karşısında duran ihtiyarı eli kalbinin üzerinde dinliyordu. Ağızından dökülen her kelâmı beynine nakşediyordu. Ta ki beynini yaracak şiddette bir sesin dışarıdan gelmesiyle tüm atmosferi bozuncaya dek. İnsan çığlığı mıydı bu ses? Hemen arkasından bir ses daha:

‘‘—Turalp Babaaa!!’’ Demek o Turalp karşısında duran İhtiyar Turalp imiş. İhtiyar Turalp, genç bir bedene bürünerek karşısında duran duvara atıldı ve altın yaldızlı kılıcı kuşandı beline. Sonrasında yeni yetmeye dönerek:

‘‘—Sakın buradan çıkmayasın oğul. Sen bize sağ lazımsın’’ dedi. Ve döndü arkasına gitti. Yeni yetme tam da o zaman anladı son sözün ne olduğunu…

NOT: Bu yazımız Yeni Ufuk Dergisi 63. 64. ve 65. Sayılarında bulunan ‘‘TANRI DAĞINDA HASBİHÂL’’ ‘‘MAVERADA HASBİHÂL’’ ‘‘ERENLER DEMİNDE HASBİHÂL’’ yazılarının devamı niteliğindedir.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.