Târihî roman yazmak, hele târihteki büyük adamların hayat macerasını roman haline getirmek çok çetin bir iştir. Romancı böyle bir teşebbüse giriştiği zaman yüksek bir ipin üzerinde denge kurarak yürümeye çalışan cambaza benzer. Bir tarafta işlediği konunun târihî realitesi, öbür tarafta kendisinin bir yığın malzemeden seçerek inşâ edeceği yeni bir realite vardır. Bu taraflardan birine fazla eğilmek romancıyı bir çürük sakızı yeniden geveleme basitliğine düşürür, öbür tarafa ağırlık verdiği zaman da yazdığı şey târih olmaktan çıkar. Tolstoy Harp ve Sulh’u yazarken, yarattığı şahsiyetlerin yanı sıra harp vâkıasının teknik yönlerini de vermeye çalışmış fakat başarılı olamamıştı. Son günlerde onun ve Dostoyevski’nin edebiyat geleneğini devam ettiren Soljenitsin, Ağustos 1914 adlı romanıyla harbin strateji ve taktikle ilgili taraflarını mükemmel bir şekilde işlemeye çalışıyor ama onun da henüz ilk cildi neşredilen eserinde Tolstoy’un yarattığı unutulmaz tiplerden eser görmüyoruz.

  1. Necati Sepetçioğlu’nun Kilit ve Anahtar adlı romanları Harp ve Sulh’tan çok Ağustos 1914 tipine giriyor. Aradaki benzerlik hem iki yazarın şahsî motiflerindeki benzeyişten hem de seçtikleri târih vâkıasının mahiyetinden ileri gelmektedir. Soljenitsin bir Rus milliyetçisidir, Rus milletinin târihinde teşekkül etmiş karakterini yakalamaya çalışıyor ve milletinin kaderinde bir dönüm noktası teşkil eden Birinci Dünya Harbi’ni seçiyor. Soljenitsin’e göre Rus milleti bugün bir felâket hali yaşamaktadır, bu felâket Büyük Harp ile birlikte başlamıştır. M. Necati Sepetçioğlu ise bir Türk milliyetçisidir. O da Türk milletinin kaderindeki bir dönüm noktasını, Türkiye’nin kuruluşunu işliyor; gözümüzü başlangıç devirlerine döndürerek bir uyanış örneği vermek istiyor.

Milletlerin top yekûn kaderini değiştiren hadiselerde tesadüflerin ve ferdî şahsiyetlerin rolü ne kadar büyük olursa olsun bunlar daima ikinci planda kalır. Her aktörün rolü ancak eserin bütünü içinde bir mânâ taşır. İki romancı için de asıl problem ferdî kaderlerin ötesindeki millî kaderi yakalamak gibi görünüyor. Bu yüzden belki ne Soljenitsin’in Albay Vorotintser’i ne de Sepetçioğlu’nun Afşin Bey’i veya Sav Tekin’i, Tolstoy’un Prens Andrey’i kadar zihinlerimizde yer edecek ama her iki yazarın da bize anlatmak istedikleri şeyler kolay unutulacağa benzemez.

Kilit ve Anahtar bize Türkiye’yi kazandıran Selçukoğulları’nın hikâyesidir. Tuğrul ve Çağrı Bey, Alp Aslan, Melikşah, Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve bunların etrafındaki küçüklü büyüklü Oğuz kahramanları o günlerden bu yana geçen bin yılın tohumlarını atıyorlar. Yazarın bilhassa anlatmak istediği işte bu tohumlardır. Bir avuç Oğuz Türkü ile ilerideki Türkiye’nin âdeta küçültülmüş bir örneğini teşkil ediyor; bunların her biri Türk millî kültüründeki bir müessesenin veya bir karakterin filizleridir. Anadolu bu filizleri binlerce dal ve çiçek haline getirecek bereketli bir toprak olacaktır. Üç yüzyıl sonraki Orhan Gazi ile kardeşi Alaaddin Paşa üç yüzyıl önceki Tuğrul ve Çağrı Beylerdir. Kalbi yumuşak, kılıcı ve aklı sert Alp Aslan bize Kanûnî’yi müjdeliyor. Gazi Bali Bey Afşin’ın attığı tohumdan yüzlerce yıl sonra filizlenip çıkmıştır. Sarı Hoca ve Küpeli Hafız’da Anadolu’nun manevî iskeletini görüyoruz: Alp erenler, hak erenler, türbelerinde yanan kandillerle yüreklerimizi de aydınlatan gönül adamları, hatta devlet reislerimizin sağ kolu olan büyük akıl adamları.

Sepetçioğlu söylemek istediği şeyi gayet iyi biliyor, söylemesini de biliyor. Ona göre Türkiye’nin kuruluşu her şeyden önce yeni bir terkibi ifade etmektedir. Bu terkip Oğuz Türklerinin millî karakteri ile İslâm inanç sisteminin kaynaşmasıdır. Bu birleşme içindeki eski unsurlar yeni birer karakter kazanmıştır. Artık Oğuzlar İslâm dışında kalmış olan Türklerden, meselâ Peçeneklerden farklıdırlar, Oğuzların Müslümanlığı da o çağda gördüğümüz diğer örneklerden farklıdır. Bir yabancı târihçinin tabiriyle ‘‘Türklerin müslümanlığı bir Serhad müslümanlığıdır.’’ Yani peygamber ve ilk halifeler devrindeki iman ateşinin devamlı yandığı devamlı pekiştirildiği bir din. Müslüman Oğuzlarda böylece ne Bağdat’ın veya Kahire’nin uyuşukluğu ne de Peçeneklerin bozkırda heba olmuş dinamizmi vardır. Selçukoğulları işte bu sayede rüzgâr önündeki diken gibi yuvarlanıp giden müthiş potansiyeli en iyi şekilde zaptederek bin yıl ömürlü bir çınar haline getirmeyi bildiler. Hâlâ gölgesinde yaşadığımız, hatta yurtsuz yuvasız kalmış soydaşlarımızı bile dalları altına alan çınarın gücü büyük terkibin sağlamlığından ileri gelmektedir. Dandanakan’da hayvanlarına otlak bulmak için canını dişine takan yoksul göçebe, Malazgirt’te artık torunlarının ebedî vatan yapacağı bir yurt parçası için dövüşüyordu. Bu yurdun kapılarını bağlayan kilit Alp Aslan’ın eline geçti, onu açan anahtarı da amca çocukları buldular.

Oğuzların Gazne topraklarına girişinden Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın İznik fethine kadar geçen yıllar o kadar baş döndürücü bir hızla geçmiş, o kadar büyük hadiselerle yüklenmiştir ki bu yılların târihini bütün teferruatıyla takip edenler âdeta bir toz bulutu içinde kalırlar; neyin nerede başladığını, nereye doğru gittiğini anlayabilmek çok güçtür. Nitekim o çağda da karınca sürüsü gibi batıya akan Türk göçebelerinin nerede duracaklarını, ne yapacaklarını kimse bilemiyordu. Fakat romancı da tıpkı bir ilim adamı gibidir; karmakarışık hadiseler arasında ilk bakışta görünmeyen bazı düzenlilikler keşfeder, asıl ile teferruatı birbirinden ayırır, önce olanla sonra olan arasındaki bağlantıyı bulur. Kısacası romancının yaptığı iş, mânâlı bir bütün teşkil edecek unsurları seçerek onlardan bir realite kurmaktır. Bu realite târihçinin veya sosyoloğun ortaya çıkardığı ile aynı olmamakla beraber, onlarla bir tezat da teşkil etmez. Romancının hayali şahsiyetler veya vâkıalar kullanması onu hakikatin dışına çıkarmaz, sadece hakikatin bir başka yüzünü gösterir. Sepetçioğlu vâkıalarını iyi seçiyor, iyi kuruyor, anlatacağı şeyler üzerine bir sürü vâkıa yüklemek yerine bütün fikir yükünü iyi yapılandırılmış birkaç vâkıa üzerinde teksif etmeyi biliyor. Anlatacağı hakikati hadiseler halinde değil de insanlar halinde vermeye çalışıyor. Aslında belki de böyle bir takdim şekli yüzündendir ki târihî roman bize târih kitabından daha sevimli görünür, romanı târihten daha iyi hatırlarız. Târih kitaplarında realite – bâzen araştırma veya öğretim kolaylığı için, bâzen de sırf târihçinin zihin darlığı yüzünden- parçalanmış bir şekilde verilir, bu parçalar bizim hayatımızda karşılığı olan şeyler değildir. Biz günün değişik saatlerinde veya senenin çeşitli zamanlarında ahlâkî, estetik, teknik veya hissi hayatlar yaşamıyoruz. Dünya bize daha çok bütün bu unsurları birbirine kaynamış bir şekilde taşıyan insanlar halinde görünüyor; dış dünya ile münasebetlerimiz, hatta kendimize karşı tavırlarımız birer insan münasebeti halinde ortaya çıkıyor, hayatın objektif tarafları da insanlar vasıtasıyla ve onların kanalından geçmek üzere bize ulaşıyor. Romancı işte realitenin bu yapıcı ünitesini, yani topyekûn insanı verdiği için bize târihçiden daha yakındır. Bir mimarî eseri, bir teknik vasıta veya genellikle bütün kültür hadiseleri belli bir târih devrine mahsus şeyler olarak çok defa kitap sahifeleri veya müze rafları arasında kalır ama insan bütün bu târih devirlerini aşarak her zaman canlı kalabilmektedir; kendi varlığımız ne kadar gerçekse başka insanlar da o kadar gerçeklik kazanır. Atina sitesinin örflerini, adetlerini, devlet nizamını, kanunlarını içimizden sadece birkaç mütehassıs biliyor ama kanunla vicdan arasında geçirdiği tereddüt yüzünden ızdırap çeken Sokrates’i hepimiz tanıyor, o sanki başımızı çevirdiğimiz zaman görecekmişiz gibi yanı başımızdadır.

Bu söylediklerimiz sadece târihî roman için değil, bütün romanlar için geçerli olan –veya benim öyle gördüğüm- şeylerdir. Fakat târihî romanda bu ölçüye uymak çok zor oluyor. Sepetçioğlu bir romancı olarak insanı yakalamak gerektiğini muhakkak ki biliyor ve bunu elinden geldiği kadar yapıyor da. Fakat onun önünde önemli bir güçlük var ki her târihî roman yazarı aynı güçlük karşısındadır. Sepetçioğlu bir târih vâkıasını vermeyi esas olarak almış, böyle olunca da kahramanları ferdî şahsiyetler olarak işlemek yerine hepsinin bu târih içindeki yerlerine önem veriyor. Onun kahramanları elbette târihin akışı içinde şuraya buraya serpiştirilmiş önemsiz varlıklar değil fakat aynı târih karşısında bulunan değişik şahsiyetler de değil. Sepetçioğlu bu insanları objektif bir realitenin – târih veya cemiyet- eseri olan tipik şahsiyetler olarak alıyor, bu yüzden onun yarattığı karakterler arasındaki en kesin fark fertlerde değil, nesiller arasında ortaya çıkmaktadır; bozkırda yurt arayan göçebe Türkmenlerle devlet sahibi bir Türk milleti arasındaki fark. Ben bu türlü bir farklılaşmanın pekâlâ doğru olduğuna inanıyorum ve yazarın bunu işlemesini de bir başarı sayıyorum fakat Sepetçioğlu’nun bir noktada yanıldığını zannediyorum. Asker Savtekin ile Derviş Küpeli Hafız’ın bir meselede farklı kanaatlar ortaya atması, hattâ farklı bir muaşeret içinde olmaları onların şahsiyetlerinde sadece mesleklerinden ileri gelen farkı aksettirir, yoksa iki ayrı şahsiyet bütününü değil.

Târihteki büyük şahsiyetlerden bahsederken çok defa ‘‘bir devre adını veren’’, ‘‘bir çağa damgasını basan’’, ‘‘devir değiştiren’’ gibi ifadeler kullanırız. Bunlar birer tasvir sıfatı olarak çok kullanışlı ifadelerdir ama genellikle yanlış bir târih görüşünü de ima ederler. Bu yanlışlık çok defa kendi şahsî motiflerimizi başkalarına da yakıştırmaktan ileri gelmektedir. Romancı eserindeki kahramanla kendi şahsını bir tuttuğu, yani kendi düşüncelerini romandaki kahraman ağzından naklettiği için bu türlü bir hataya daha yatkın oluyor. Bu yüzden bir hadisenin sebep safhasında görülen insanları kolaylıkla neticenin failleri halinde göstermek pek mümkündür. Sosyal -veya târihî- oluşun insan eliyle çizilen planlara göre yürüdüğü sanılır. Sepetçioğlu’nun romanlarında da Anadolu’nun fethi, iskân, yani müesseselerin kurulması hep Selçukoğullarının hazırlayıp tatbik ettikleri stratejiye göre cereyan etmektedir. Meselâ medrese ve tekkelerin göçebe Türkmen kitlelerini toprağa bağlaması ve onlar arasında bir millet birliği kurması gayet akıllıca düşünülen bir stratejinin eseridir. Alp Aslan’ın ve Melikşah’ın akıl hocaları Peçeneklerin neden mahvolduklarını, Selçuklu’nun neden kuvvetlendiğini değme mütefekkirin düşünemeyeceği kadar sağlam bir şekilde izah etmektedirler. Yazar bu adamların imaj ve ifadelerini basitleştirmek suretiyle işe pek tabiî bir hava vermeye çalışsa da onlar yine yirminci yüzyıldaki doktrinci devletlerde gördüğümüz ideolog tiplere benziyorlar.

Diyeceksiniz ki, insanlar kör bir akışın sürüklediği çer-çöpten farklı değil midirler? Eğer böyle ise, büyük adamların büyüklüğü nerede kalıyor?

Târih’i insanın mı yaptığı yoksa onun insan için bir kader mi olduğu hayli münakaşa edilmiştir. Ama biz şimdi bu münakaşayı tazeleyerek bahsi uzatmayacağız. Şu kadarını söyleyelim ki, büyük adamların birtakım hal ve şartların eseri olarak ortaya çıkması onları hiçbir zaman küçültmez. Oğuzların içinde Alp Aslan, Melikşah, Kutalmışoğlu Süleyman gibi şahsiyetlerin çıkarak birinci plana geçmeleri elbette o zamanki sosyal ve târihî şartların bir eseri idi ama bu şartların meselâ Kavurt Bey’i ve Tutuş’u çiğneyerek berikilere meydan vermesi onların Kavurt veya Tutuş’tan daha büyük olduğunu da gösterir. Alp Aslan’ın büyük olması için onun dünyayı bin yıl sonra doğan bir romancı gibi görmesi şart değildir. Bana kalırsa Sepetçioğlu burada romancıdan beklenen bir tavrı ihmal etmişe benziyor; târihin kendisiyle ondan yapılan bir tecridi birbirine karıştırıyor. Târihin içindeki insanlar kendi hareketlerini ve hadiseleri sonradan bizim yaptığımız gibi yorumlamazlar; ancak onların düşünce ve davranışları bir takım neticelere yol açar ki romancı işte bu neticeleri o düşünce ve davranışların bir sonucu olacak şekilde tertipleyerek bize sunar. Seçmeyi, tertibi ve yorumu yapan romancının kendisidir, daha doğrusu bu yorum onun yaptığı tertip içinden çok tabiî bir netice olarak karşımıza çıkar. Sepetçioğlu’nun romanlarında bu işi kahramanların kendileri yapıyor. Romancının hadiselerden çıkardığı sembolizm bile bir kahramanın -Sarı Hoca’nın- buluşu halinde veriliyor. Halbuki romancı bize bir şeyi anlatmaktan çok göstermeye çalışıyor. Bu usûl onu vaaz veren veya masal anlatandan, hattâ târihçi ve psikologdan ayıran önemli noktalardan biridir. Şüphesiz, kendi yaptığı tecridi kahramanlarından biri vasıtasıyla nakleden tek romancı Sepetçioğlu değildir. Bu yol romanın kıymetini de çok düşürmez fakat herhalde realist edebiyatın bizde yerleştirdiği zevk yüzünden olacak ki bir türlü önümüzdeki hayata yorum şeklinde müdahalelerden hoşlanmıyoruz. Vaiz veya masalcı bir hikâyeden çıkacak mânâyı veya hisseyi bize anlattıkları zaman âdeta zihnimizi daraltmış, muhayyilemizi tek bir kanala hapsetmiş oluyorlar. Masal veya vaazın sadece çocuklarla entelektüel olamayan insanlara zevk verişinin bir sebebi de budur. Romancı bizim zihnimizi belli bir kıvama getirmeli, tasavvurumuzun zenbereğini kurmalı fakat yarattığı potansiyeli yine kendi eliyle tüketmemelidir.

Sepetçioğlu belki şairlikten ve destan yazıcılığından gelen bir alışkanlıkla, romanlarında şiir cümlesine çok yer veriyor. Şiir üslûbu romana hâkim olunca tahlil yerine imaja önem veriliyor, daha doğrusu imajlar tahlil yerine kullanılıyor. Dünya edebiyatının en büyük romanlarına dikkat ederseniz hiç birinde santimantal ifadelere rastlayamazsınız; o kadar ki ilk bakışta siz de bunları yazabilirsiniz gibi bir intibâ hâsıl olur. Ama bu düz, süssüz ifadeler de elmasçı elinde yontulmuş kıymetli toplar gibi fevkalâde bir emek ve dikkatle hazırlanmıştır, sesleri az olsa bile mânâları açık ve sağlamdır.

Kaynakça                                                                                                                                                                  Prof. Dr. Erol GÜNGÖR, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, 1993 Basım, Sayfa 143

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.