Çelimsiz, ufak tefek bir insan. Fakat “Sağlam kafa, sağlam bedende bulunur.” u yalanlayan bir zihin, kuvvetli bir hafıza, parlak bir zekâ. Gösterişsiz, çok sade ama makam kapılarında hiç bekletilmeyen, bir muhterem adam. Görünüşü çok mütevazı lakin hep eli öpülen, yeri hep başköşe olan bir zirve. İtibar ve rağbet kürküne değil tamamen mümtaz şahsına idi.
Ölümünün birinci yıldönümünde Ankara ASKİ Salonu’nda aile arası bir anma toplantısı yapıldı. Salon doluydu. Kadın, erkek, çocuk hepsi ona ağabey diye hitap eden Galip Erdem dostları ve kızı. Söz verilenler içinde ağlayıp konuşamayanlar oldu. Kimisi yeniden çıkıp konuşmasını tamamladı, kimisi yarım bıraktı. Kadın, yaşlı, genç, çocuk bu kadar insanı Ankara’nın soğuk bir gününde ASKİ Salonu’nda toplayan neydi acaba? Rahmetli Galip Ağabey; sevgi halesi olmuş, aileden biri haline gelmişti. Kapıyı açan çocuk, “Anne, yabancı biri var” veya “Bir amca babamı soruyor.” demek yerine hemen boynuna atılıyor. Kadın: “Eşim evde değil” vs. yerine “A ağabey sen miydin? Geç, buyur.” deyip kapıyı ardına kadar açıyordu. Çünkü o, “Büyük davalar büyük fedakârlıklar ister. Dünyada her türlü fedakârlığın yegâne kaynağı sevgidir. Gerçek sevgi, mutlaka bir şeyler yapmağa, dertlerine çare bulmağa, ihtiyaçlarına cevap vermeğe mecbur olduğumuzu öğrenmektir. Ama asıl noksanımız yeterince sevmeyi hâlâ öğrenmemiş olmamızdır.”
“Türkü sevenler ve türkü öğrenmek isteyenler, unutmayın, mademki tek bir vücudun hücreleriyiz, birbirimizi sevmeye yalnız mecbur değil hatta mahkûmuz.”
“Türk milletini sevmekte birleşenler, birbirlerini sevmekte birleşmeğe de mecburdurlar. Aksi halde millet sevgileri kimsenin inanmayacağı boş bir laftan ibaret kalır.” diyen, dediği gibi yapandır. Mesela o toplantıda rahmetli dostum, aziz kardeşim Süleyman Koçel’in muhterem eşi Ziynet Hanımefendi nakletmişti: “Galip Ağabey bizi Keçiören’de bir cemiyete götürüyordu. Çocuklar arabada o kadar eziyet ediyorlardı ki dayanamayan şoför sağa yanaşıp durdu: Ağabey, siz arkadan yaya gelin, sizin için daha rahat olacak, dedi.”
BİR ÜLKÜ DEVİ
Ülkücülüğün kitabını yazan, yaşayıp uygulamasını gösteren bilge, dünyaya hiç önem vermeyen, hayatı daima küçümseyen bir dervişmeşrep, kendini bütünüyle inandığı değerlere adayan, hep başkaları için yaşayan bir diğerkâm, birçok ülkücünün avukatı, hukuk danışmanı, hepsinin ağabeyi. Bazılarının dünürcüsü, nikâh şahidi, çocuklarının isim babası. Fırtınalı, tipili Hüseyin Gazi Tepesi, mahkemenin baraka binaları… Zayıf bedenine rağmen 12 Eylül’ün dengeci zalim uygulamaları vs. gibi Mamak şartlarına hiç aldırmadan haftanın dört gününü hep duruşma salonlarında, ziyaret yerlerinde – hücre, tecrit, hapishane, hastane – geçiren bir vefa abidesi, bir dert ortağı. Onun dilinde Mamak sadece Ankara Mamak değildir. Mamak bir semboldür. Kendi ifadesiyle “mektup” almaya, hem de çok sayfalı mektup alıp ulaştırmaya çalıştığı, mağdurların, mazlumların Yusufiye denilen çilehanesi… (Galip Erdem’de “mektup” ihtiyaç sahiplerine dağıtılmak için toplanan yardımdı.) İstemediği halde kendisi parayla tanıştıran ve gerektiğinde zorlu bir tahsilatçı yapan mahrumiyet beldeleri… Erol Ağabey (Kılınç) anlatıyor:
“Galip Ağabey,
– Beni Sabri Bey’e götür, mağdurlar için zekât isteyeceğim.
– Ağabey, zaten yeterince yardım ediyor, yüklenmek ayıp olmaz mı?
– Senin aklın ermez, bunlar yardımı ayrı zekâtı ayrı düşünürler, dedi.
Buluştuk, Sabri Bey yine büyük meblağlar halinde zekât aidatlarını ödedi. Çok sonraları teşekkür ziyaretinde Sabri Bey:
– Asıl biz size minnettarız, kazancımızın bir nebzesini olsun gerçekten ihtiyacı olanlara salimen ulaştırmak bugünlerde her babayiğidin yapacağı iş değildir. Bu sebeple size asıl biz teşekkür ederiz.”
Rahmetli Muhsin Başkan merhum Galip Ağabey için “Erdemin mumla arandığı bir zamanda erdemin Galip’i oldu.” demişti. Bu, gerçeğin tam kendisiydi. “Ben bu davanın ya sanığı olmalıydım ya avukatı. Sanığı olmadığıma göre avukatı olacağım.” deyip meydana atılan Galip Ağabey, büyük bir cesaret ve kararlılıkla yola devam etti. Yeni yeni dergilerin yayımlanmasında öncülük etti, yazılar yazdı, dağılmaya fırsat vermedi. Koca bir teşkilata mesajlarıyla hayat ve ümit verdi. Merhum Muhsin Başkan’ın “Mamak Cezaevi’ne girdikten sonra bizi ziyarete gelen ilk insan o idi. O, Mamak’ta gördüğüm ilk sivil yüz idi.” sözü onu ne veciz anlatıyor. Galip Ağabey’in ülkücülüğün başlıca şartı, kendisi hiçbir şey istememek ama millet dostlarına ve ülkü ortaklarına sahip olduklarının hepsini hiç düşünmeden vermektir, sözü boşa söylememişti. Zaten ülkücülük devamlı fedakârlığı emrettiğinden pek az insanın ulaşabileceği bir üstünlüktür, diyen de o idi.
O, zindan sonrasında da adeta rehabilitasyon görevi yaptı. Şu sözler onundur:
“Yüreklerinize çöken ağırlığın elbette farkındayım, yine de size güveniyorum, üzüntünüzü hiçbir zaman sevdiğinize zarar verecek bir tarzda ortaya koymayacaksınız.”
“Belki de bütün zamanların hiç görmediği çok zorlu bir imtihan geçiriyorsunuz. ‘Bu kaçıncı imtihan!’ diyerek şikâyet etmeyeceksiniz. ‘Yufka yüreklilerle çetin yolların aşılmayacağını bilmekle yetinmeyen, başkalarına da öğretmek isteyen sizdiniz.”
“Şimdilik ilk vazifeniz bu menfur oyuna gelmemek, düşmanın iğvasına uyup gerçek dosta küsmemek hatta ona sitem bile etmemektir.”
Rahmetli Galip Ağabey; bir fikir adamı, bir yazar olarak hizmet etti. Hasımlarının bile saydığı bir kalem sahibi idi. Çok ünlü bir yazar olmak için gerekli her şeye sahipti. İstese şöhret onun avcunun içindeydi. Henüz otuz yaşlarında o günlerin en büyük tirajlı gazetelerinden Tercüman’da birinci sayfada köşe yazarlığına başlamıştı. Ama o, “İnandıklarımın hepsini belki yazmayacağım ama inanmadığım hiçbir şeyi de yazmayacağım.” deyip o şekilde hareket ettiği için yazdığı gazetelerin patronlarıyla arası iyi olmadı ve bu yüzden hiçbir gazetede uzun süre çalışmadı. Zaten merhum Nevzat Kösoğlu’nun belirttiği gibi “Hayatı kaleminin bile önüne geçti ve bir süre sonra yazmayı bıraktı sadece yaşadı.” Esasen o bir aksiyon adamıydı. Daha çocukken fasiküller halinde yayımlanmakta olan Bozkurtlar’ın etkisiyle Ötüken’e gitmeye kalkışmıştır. Ondan sonra da hiç durmadan her türlü faaliyetin içinde bulunmuştur. Gün gelmiş yayımlanacak kitapların önündeki engelleri kaldırmış gün gelmiş bizzat neşir faaliyetlerine katılmıştır. Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay Hoca anlatıyor:
“Fakülte üçüncü sınıfa geçince sonradan “Türkiye’de Ruhçu – Maddeci Görüşlerin” başlığıyla yayımlanacak olan mezuniyet tezini hazırlamaya başlamıştım. İki sene süren çalışmalarımı ve tezin hazırlanma seyrini adım adım takip etti. Bitince yayımlatmak istiyordu. … Tezin neşri meselesini herkesten fazla dert edinmişti. … Galip Ağabey’den verdiğim haber üzerine kitap ancak 1967 senesi ocak ayında gün yüzü gördü. Böyle felsefi mücadeleyi anlatan ağır bir kitabın umulmadık bir rağbet görmesinde, yazarına da yayıncıya da büyük itibar ve şöhret temin etmesinde konunun cazibesi kadar Galip Erdem Ağabey’in hasbî gayretleri büyük rol oynamıştı. Bu tezin yayımlanması sayesinde bana Bağdat kapıları açıldığı gibi üniversiteye de onun sayesinde girebildim. 1965’te asistanlık imtihanını kazandığım halde Hilmi Ziya Bey’e (Ülken) baskı yapıp benim asistan olmamı önleyen klik bu sefer doktora tezi çapında kabul edilen mezuniyet tezi karşılarına konulunca fazla itiraz edemez oldular. Böylece asistan olabilmiştim.”
Türk Gençlik Teşkilatı’nın, Üniversiteler Kitap Kulübü’nün fikir babası ve kurucusu odur. Tahterevalli teorisi onundur. Fikrini, zikrini öz ve açık olarak ifade etmişti. İşte örnekler:
“… Ben Hakk’ı söyler, Hak bildiğim yolda yürürüm. Ben ‘La ilahe İllallah’ diyenim, milletimin tarifini ‘Hakk’a tapan’ diye bilenim. Varlığım yalnız yalnız Hak ve millet içindir.”
“Bir memleketi idare edenler vazifelerini yapmamışsa, kaliteli din adamı yetiştirmemişse ve üstelik kendi gayretleriyle yetişme imkânlarını da ortadan kaldırmışsa neticenin bütün günahı idarecilerin omuzlarındadır.”
“Siyaset merdiveni basamak basamaktır. Bir basamaktan diğerine çıkmak bilgimize, tecrübemize -eğer olmazsa- üçkâğıtçılığımıza yeni bir şeyler katmakla mümkündür. Haysiyetimizi lekelemekten hoşlanmıyorsak bilgimizi ve tecrübemizi artırmanın zahmetine katlanmalıyız. Merdivenin birinci basamağına henüz alışmadan sonuncusuna sıçramak hırsı, bacaklarımızı kırmaktan başka hiçbir sonuç vermez.”
Çok şey söylemek mümkün fakat ne yapsam ne desem yine bir şeyler eksik kalacak. En iyisi yazdıklarını bilhassa Ülkücünün Çilesi adlı kitabını ve 12 Eylül sıkıyönetim günlerinden sembolik bir dille yazılan Mektuplar adlı eserini okumak –dipnot bu sebeple kullanılmamıştır- böylece sadakat timsalini hakkıyla tanımak ve ondan sonra hizmetlerine karşılık vermeye çalışmaktır. Adına bir akademi, enstitü kurmak gibi. Şahsen bana hocalık etmiş –Ülkü Ocağı başkanı olarak konferansa çağırdığım ilk kişiydi- avukatım olmuş, bir ağabey olarak ailenin de ötesinde ısrarla hastane ziyaretlerine gelmiş bir vefa abidesine şu satırlarla küçük de olsa bunu yapmaya çalıştım. Mekânın cennet olsun! Cenab-ı Allah rahmet etsin muhterem ağabeyim! Ruhuna el-Fatiha
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.