Zaman zaman söz sahibi kişilerin Türk milleti hakkında bizim millet ahlâksız, geri, bir iş yapamaz, adam olmaz gibi iddialarda bulunduklarını görürüm. Korona virüs konusunda konuşanlardan biri “Şimdi eve gelene niye kolonya tutulduğunu anladım.” dedi. O zaman aşağılamalar karşısında söylediğim “Siz bugünkü halimize bakarak konuşuyorsunuz. Oysa biz, bir zamanlar her alanda dünyanın tartışmasız bir numarasıydık. İlim, teknik, medeniyet, ahlak bizde idi. Modayı bile biz oluşturuyorduk. İbni Sinâlar, Akşemseddinler bizim içimizden çıkmıştı, bize yol göstermişlerdi. Unuttuklarımızı hatırladığımız gün biz yine aynı millet oluruz. En ileri, en temiz ve en ahlâklı gibi …” savunmalarımı hatırlayınca fırsattan istifade edeyim dedim. O İbni Sinâ hem doğuda hem de batıda altı yüz yıl en büyük otorite olarak tıbbın hâkimi idi. Akşemseddin ise “Hastalık insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülmeyecek kadar küçük canlı tohumcuklarla olur.” diyerek mikropların varlığını ortaya koyan bir tıp bilginiydi. Esasen o, bilhassa bulaşıcı hastalıklarla çok meşgul olmuştu. Zira onun zamanında bulaşıcı hastalıklar çok tahrip ediciydi.
Unuttuklarımızı merhum İsmail Hami Danişmend’den okuyalım: “… fakat Türk ırkının şecaat ve cesaretinden başka birçok unutulmuş meziyetleri daha vardır: Bunların birçokları muhtelif sebeplerle hafızalardan artık silinmiş gibidir. Bu maddi ve manevi vasıfların eski şark ve garp menbalarında akisler bırakacak kadar dünyaya ün salanları içinde çok yüksek bir zekâ seviyesi, maddi ve manevi güzellik, temizlik ve üstün bir teşkilatçılık gibi mazhariyetler en başta gelenleridir… fakat atalarımızın bütün bu tarihî ve ırkî meziyetleriyle güzelliklerini gölgede bırakan büsbütün başka mazhariyetleri vardır ve o da manevi güzellikleridir. Bugün tamamıyla unutulan eski Türk seciye ve ahlâkı, Hristiyan ve düşman Avrupa milletlerini bile asırlarca ecdadımıza hayran eden en muhteşem cephemizdir. Beşer tarihinde hiçbir millet, eski Türk cemiyeti kadar melekleşememiştir.”
Adı geçen kaynak kitap, bizim vaktiyle hararetle tavsiye ettiğimiz bir eserdir. Asırlar içinde Osmanlı Türkiye’sinde kalarak atalarımızı yakından tanıyan ve ülkelerine döndüklerinde hatıralarını kaleme alan değişik mesleklerden Batılıların bazen hayranlıkla bazen istemeye istemeye överek meziyetlerimizi anlattıkları kitaplarından meydana getirilmiştir. Kısaca hayal değildir, boş bir övünme hiç değildir. Dün gerçek olan yarın gerçek olacaktır. Gerçek bir “Milli Eğitim Sistemi” uygulanınca…
Biz dün cihangirdik, dünya devleti kurduk. En büyükleri biz yetiştirdik. İşte isimleri: “Avrupa’daki bir tarih sempozyumunda, akşam sohbetlerinde, ‘Şu kumandanımız yaşadığı yüzyılın en büyük askeridir.’, ‘Hayır, bizim şu kumandanımız daha büyüktür.’ gibi sözler sarf ediliyormuş. Sohbet devam ederken sen- ben tartışmalarından bıkanlar ‘Önce ölçüleri belirleyelim, sonra dünyanın ünlü kumandanlarını bu ölçülere vurarak onların en büyüklerini tespit edelim.’ demişler ve şu kıstasları belirlemişler: Sınırlarının dışında savaş yapmış olmak, girdiği savaşların hepsini kazanmak, ele geçirdiği topraklardan çıkmamak. Bu ölçülere uyan dört büyük kumandan bulmuşlar: Hannibal, Cengiz, Fatih, Yavuz. Hâlbuki Hannibal son savaşında yenildiği için kıstaslara uymamaktadır. Tabii Kanuni’yi o kategoriye neden almadıklarını anlamak da mümkün değildir. Herhalde dünya askerî tarihinin hepten hegemonyamız altına gireceğinden endişe etmişlerdir.”
İşte adı geçen büyük kumandanlardan biri olan Fatih… “Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonra kurduğu ilk vakıflardan biri, sokaklardaki tükürüklere kireç dökme vakfıydı. Demek ki Fatih, mikrobun tükürükte yaşadığını, kirecin de onu öldürdüğünü biliyordu. Çünkü mikrobu keşfeden Akşemseddin Hz. daima onun en yakınındaydı. Aynı Fatih’in İstanbul’a tayin ettiği ilk kadı Hızır Bey’in göreve başlayınca hazırlattığı iki yönetmeliğe bakınca bu icraatın tesadüf olmadığı anlaşılıyor. Adı geçen yönetmelikten biri Haliç’e dairdir. Bu yönetmelik bir tabiat harikası olan Haliç’in zamanla dolmaması için at, inek, öküz gibi tırnaklı hayvanların çevredeki tepelerde otlatılmasını yasaklar. Diğer yönetmelik ise Boğaz’da balık avlanmasını düzenler. Boğaz’daki balıkların çeşidi tespit edilinceye kadar Boğaz’da avlanmanın yasak olduğunu ilan eder.” diyen Merhum Mehmed Niyazi Bey’e göre dünyada ilk çevreci Hızır Bey’dir.
Bu hassasiyet sadece çevreye değildi. İnsanın kendisineydi. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” anlayışı adeta vazgeçilmez bir düsturdu. İşte örneği: Von Hammer, Kanuni ordusunun başındaki Vezir-i Âzam İbrahim Paşa’nın tutumunun Charles Quint’ten üstün olduğunu, Alman olmasına rağmen söylemekten çekinmemiştir. O aynen şöyle demiştir: “Bitaraf bir tarihçi, Tunus ve Tebriz Seferlerini mukayese ederken İbrahim Paşa’nın tutumunun Charles Quint’ten üstün olduğunu saklayamaz.” Olay malum. 1535 yılının haziran ayında Türk ordusu Tebriz’e girer. Ordunun başında Kanuni yoktur. Vezir-i Âzam İbrahim Paşa hiçbir yağma ve zulüm yaptırmaz. Aynı yılın temmuz ayında Haçlılar Tunus’a girer 30.000 Arap boğazlanır, 10.000 genç, kadın ve çocuk esir alınır. Kütüphanelerdeki on binlerce yazma kitap tahrip edilir. Yetmiş iki saatlik bir yağma ve katliamdan sonra harabe ve mezbaha haline gelmiş olan zavallı şehre Charles Quint girer.
İşte tarihimiz, işte ecdadımız… Görüldüğü gibi kabahat millette değil, eğitim sisteminde.
KAYNAKÇA
- Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1983
- İsmail Hami Danişmend, Garb Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, İstanbul Kitabevi, İstanbul 2. Baskı
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.