“Hey, hiçbir esareti kabul etmeyen hür ülke,

Niye senin boğazını sıkıp durur bu gölge?”

Şehit Şâir Abdülhamid Süleyman Çolpan böyle söylemişti yıllar önce.  O gün için yazılmış dizeler bugüne dâir ne de çok şey anlatmakta. İşte onun için ölümü göze aldığımız hürriyet burada, dünyanın en merkezinde Anadolu’da İstanbul’da. Ah bu hürriyetin insanı mest eden eşsiz kokusu, İstanbul’a ne kadar da yakışıyordu. Türkiye’ye gelişimiz benim ve âilem için yeniden doğuş demekti. Önce kalacak bir yer bulacak, daha sonra buradaki hayatımıza adım atacaktık. Baskı ve zulme dayanamayarak bizden önce gelen bir kaç tanıdıkla iletişime geçerek kalacak yeri zar zor bulabildik. Onlar da olmasa ne yapardık bilemiyorum. İlk günlerin çetin ve zor şartlar altında geçeceğini tahmin ederek, kendi kendimize yeni bir dünya kurmak için işe koyulmaya başladık. Ben sabahın erken saatlerinde iş aramaya çıkıyor, akşam olduğunda bulamadan eve geri dönüyordum. Neyse ki babam ücreti az da olsa bir fabrikada iş bulabilmişti. Bunu duyunca annemle yaşadığımız mutluluğu anlatamam. Uzun zamandan sonra bu haber, bir nebze olsun yüzümüzü güldürmeyi başarmıştı. Böylece iş bulabilme ümidi içinde iş aramaya devam ettim. Yolculuk sırasında geçmek bilmeyen zaman, burada durmadan akıyordu. Gülbahar göçtüğünden beri hayatta hep bir şeyler eksik ve yarımdı. Hayali nereye gitsem yanı başımda beliriyor, sanki her an çıkıp gelecekmiş gibi bir duygu içimde ansızın ortaya çıkıveriyordu. Birde Aypars’ın âkıbeti hakkında bilgi sâhibi olmamak ruhumda derin yaralar oluşturuyordu. Yanına sığındığımız akrabalardan, ondan bir haber almanın mümkün olmadığını öğrendiğimde gökyüzünün tepeme çökecek gibi olduğunu hâlâ hatırlarım. Üstelik benim gibi Doğu Türkistan’dan buraya kaçmak zorunda kalmış; geride eşlerini, akrabalarını ve vatanını bırakmış Uygur Türklerinin yürek burkan hikâyelerini duymak, gelecekten umudumu yitirmeme neden oluyordu. Bunları düşünürken Aypars’a verdiğim sözü hatırladım. Ben her şeye rağmen umudumu yitirmeden sesimizi duyurmak adına gerekeni yapacaktım. Öyle ki bu umut yitiren günlerin ardından bende bir iş buldum. İşin zorluğu da parasının azlığı da beni ilgilendirmiyor aksine âileme destek olmanın gururu mutlu ediyordu. Bir yandan da Uygur Türklerinin sesini duyuran dernek, kurum ve kuruluşlarla iletişime geçiyor, tüm gayretlerimle bu yönde çaba sarf ediyordum. Hem bu iletişime geçtiğim kurumlarla Aypars’tan bir haber alma düşüncesindeydim. Bu mücâdele içinde yıllar geçiyor, Doğu Türkistan’da zulüm artıyordu. Artık iletişim bile kurulamıyor, dünyanın gözünün önünde öz vatanımız zâlimin kanlı elinde can çekişiyordu. Bu ne mertçe bir dövüş ne de adil bir savaştı. Fakat aynı zamanda biliyorduk ki devran dönecek, geçmişin izleri tek tek silinecek ve cihana adâletle hükmetmiş bir milletin titreyerek kendine dönüşünü yedi düvele gösterecektik. Şimdi vakit, boşa harcayacak keyfiyet içinde geçirme vakti değildi. Daha önce söylemiştim ya çeşitli kuruluşlar aracılığıyla yaşadığımız zulmü, geride bıraktıklarımızın ahvalini herkese duyurmak amacıyla iletişime geçiyorduk diye; günler art arda sıralanmış giderken hayatımın seyrini değiştirecek bir topluluk ile tanıştım. O gün ziyâret edilmek üzere bu topluluk belirlenmişti. Bu gençler içimde solmak üzere olan çiçeklere yağmur damlaları gibi yağmış, ışık olup yüreğimi aydınlatmışlardı. Ne demek istediğimi birazdan söyleyeceklerimle anlayacaksın. Biz her gün sesimizi duyurabilmek için uğraş veriyor yine de istediğimiz netîcelere ulaşamıyorduk. Bu gençler yeryüzünde yaşayan bütün Türklerin bir arada yaşadığı bir dünyayı tasavvur ediyordu. Buna dâir hayalden öte hedefleri vardı. Asrın şartlarına,  zamana ve ayrı coğrafyalara aldırış etmeden yeni bir yaşam sunuyorlar ve buna da canı gönülden inanıyorlardı. Beni heyecanlandıran hedeflerindeki samîmiyetin ta kendisiydi. Öncelikli hedefleri şuydu: Her türlü insanlık haklarından mahrum kalmış esir Türklerin haklarını, neşriyat ve propaganda yoluyla korumaktı. Ayrıca diplomasi yoluyla esir Türklere her türlü desteği sağlayacaklar, aradaki imkân nispetinde kültür birliğini kuvvetlendireceklerdi. Hem de esir bulundukları ülkelerden kendilerine sığınan millettaşlarını samîmiyet ve sıcakkanlı bir şekilde karşılayıp mümkün olan imkânlarını onlar için seferber edeceklerdi. İşte o gün, onların gözünde Aypars’ı gördüm. Onun âkıbetini bilmesem bile nice Aypars’ların yetiştiğini görmek içimi bir nebze de olsa rahatlattı. Onların desteğini her zaman yanımda hissettim. Hedeflerine olan inancım ilk günkü gibi tâzeliğini korumakta.

Tabiî ki bunların yanında başka insanlarda vardı. Bazıları bizden haberdar bile değil, bazıları ise bizleri görmezden geliyordu. Bazıları ise bizim halimizi görüp acısa bile kendi geçim derdine düşüp, ellerinden bir şey gelmiyordu. Yine böyle bir mücâdelenin içindeyken bir adamla tanışmıştım. Onu tam hatırlamasamda adının Doğu olduğunu anımsar gibiyim. Doğu tam bir Çin hayranıydı. Bütün hayatını bunun üzerine kurgulamış, menfaati üzere yaşayan birisi. Ne zaman bizimle ilgili bir soru sorulsa hak etmediğimiz itham ve suçlamalarda bulunuyordu. Bunun nedenini öğrenmek istiyordum. Sonradan öğrendim ki bu Doğu Çin’le işbirliği içindeymiş. Bizi Çin’in özgürlüğüne kast edenler olarak görmesi bu yüzdenmiş. Onu gördüğümde acıyorum. Çin’in uyguladığı insanlık dışı soykırımı görmezden gelerek, yalanlayarak ve bizi hâin îlân ederek ancak kendini aldatıyor. Gaflet batağına batmış bir insandan da ancak bu beklenirdi! O her gece kendisi ile berâber vicdanını da uyuta dursun. Târih zulme alkış tutanları affetmeyecek, hükmünü ortaya koyacaktır. Tabiî Doğu gibilerin yanında, kendi kazandığı paranın dışında hiç bir şey umurunda olmayanlara ne demeli? Onlar en azından muhâsebe yapmayı bilirler fakat vicdan muhâsebesi yapmayı değil. Her gün başlarını yastığa koyduklarında kazanacakları paranın derdine düşerler.  Eğer bizim sâyemizde bir menfaat elde edecek olsalardı, bizim adımızla yatarlar bizim adımız ile kalkarlardı! Bizim suçumuz Müslüman Türk olmaktan başka bir şey değildi. Dilimizi konuşmak, dinimizi özgürce yaşamak, kültürümüzü muhâfaza etmekten gayri bir gayemiz olmadı hiç bir zaman. Kendimiz için bir şey istemiyor, mâsum gençler türlü işkencelere mâruz kalmasın diyorduk. Ata yâdigârı târihî câmilerin yıkılmasına göz yummamak, buna karşı çıkmak hakkımız değil de nedir? Dertlerimize derman olmaları umuduyla çalınmadık kapı bırakmıyorduk. Ne yazık ki istediğimiz netîceler hâlâ oluşmadı. Ara ara gündeme gelsek bile, aynı hızla tekrar unutuluyoruz. Vicdanlarda bir türlü yer edemedik.

Sana anlatmayı unuttuğum bir nokta daha var. Aypars’ı on yıl kadar bekledim. Bekledim fakat ne o geldi ne de ondan bir haber. Anam ve babamın ısrarlı arzularına daha fazla dayanamayarak evlendim. Bir tane de kız evlâdım oldu. O boynunda esaret urganı olmadan dünyaya geldi.  İsmine hürriyet yolculuğuna dayanamayan kardeşim Gülbahar’ın adını koydum. O şimdi benim yolculuğa çıktığım yaşta. Babası dört sene evvel vefat etti. İkimizi bir başımıza koyup gitti. Onu da çok sevdim. Zor zamanlarımda hep yanımda oldu. Yüzümü hep güldürdü. O gittiğinden beri çok mahzun kaldık. Gülbahar hiç göremediği toprakların hasreti içinde yanıp tutuşuyor. Bende doğduğum toprakları dünya gözüyle son bir defa görmek istiyorum. Şimdi gitmek istiyor buralardan. Atalarımızın doğduğu topraklara doyunca basmak, havasından ciğerlerinin derinliklerine çekmek, hayat veren sularından kana kana içmek istiyor. Bunu istediği için korkmuyorum. Bunu istediği için yadırgamıyorum. Sesimizi duyuramamanın hüznü ile birlikte kızımdan esen umut yellerinin karışık hisleriyle geçiyor günlerim. Yaşlandım artık. Gülbahar ile birlikte yeni bir yolculuğa çıkacağız. Bizi bekleyenlere katılıp sizleri bekleyeceğiz. Gülbahar ise orada devam edecek mücâdelesine. Kurşunlar sıkılsa da bir köşe başında ansızın vurulsa da mücâdele etmişliğin verdiği ruhla rahatça verecek son nefesini. Uyumadan önce vicdanıyla olan münâsebetindeki savaştan galip çıkacak. O, zulme sessiz kalmayıp dilsiz şeytanlardan olmayacak! İşte bu yüzden bugün sana denk geldim. Üstelik benim yıllardır pişmanlığını yaşadığım Aypars’a son bir defa sarılamama hasretime o son verecek. Canından çok sevdiği bir arkadaşı ile son bir defa buluşmak için buraya geldik. Benim gibi ayrılığı tatsa da vedâlaşabilecek. Belki Aypars hâlâ yaşıyordur ne dersin? Yaşamı sona erdiyse bile ona verdiğim sözü tutmanın gururu içindeyim. Bugün Türkiye’deki son günümüz. Artık gitme vaktidir. Sana anlattıklarım bir hikâyeyi anımsattı değil mi? Ama hayır öyle sanma, bu gerçekliğin ta kendisidir.

……….

Ne olduğunu anlayamadım. Gökyüzünün tepeme ineceğini sandım. Kafam da binlerce sual oluştu. Ayçolpan’ın Gülbahar adını dile getirdiğinde ki oluşan içimdeki yangın ve beynimi tırmalayan düşüncelerin verdiği tedirginlikle bekledim sözlerinin sona ermesini. Konuşmaya başladığımız andan îtibâren onda hissettiğim merak daha da derinleşmişti. Bahsettiği Gülbahar ismindeki kişi gözlerine bakarken konuşmayı unuttuğum kişi olabilir miydi? Âşık olduğu ve son kez sarılıp vedâlaşmak istediği kişi ben miydim? Daha fazla Ayçolpan ile vakit geçiremeyeceğimi anlayıp, geç kalmışlığın getirdiği telâşın içinde Gülbahar ile buluşacağımız yere doğru koşmaya başladım. Birkaç adım attıktan sonra Ayçolpan’a dönüp;

-‘ELVEDÂ!’dedim.

Ve kaldığım yerden koşmaya devam ettim. Bir daha arkama dönmedim. Bozkırın ortasında at koştururcasına yele ayaza karşı son sürat koştum, koştum, koştum… İnsanların bakışlarına aldırış etmeden, son defa onu görebilmek adına koştum. Tekrardan yağmur yağmaya başladı. Yüzümde oluşan su kabarcıklarının yağmur damlası mı yoksa gözyaşı mı olduğunu ayırt edemedim. Yüreğim yanıp kül olmak üzereyken buluşma yerine vardım. Son kez derin bir nefes çektim heyecan içinde. Gözlerimle Gülbahar’ı aradım fakat bulamadım. Bir sigara yakıp başımdan geçenleri derince düşündüm. Yaşadıklarımın gerçek mi yoksa bir kâbus mu olduğunu ayırt edemiyordum. Yağmur yağmaya devam ediyor, bulutlar güneşi saklıyordu. Sonra aklıma Ayçolpan geldi. Gülbahar’ın onun yanına gitmiş olmasını umut ederek, az önce onunla konuştuğumuz yere doğru koşmaya başladım bu sefer de. Koştum… Koştum… Koştum… Ulaştığımda hiç kimse yoktu…

SON…

NOT: Bu yazımız Yeni Ufuk Dergisi’nin 68. ve 69. sayılarından bulunan ‘‘ESARETTEN HÜRRİYETE YOLCULUK’’ yazılarının devamıdır.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.