Bir taşra gazetesinde neşir yoluyla hakaretten dolayı maznun durumdaki gazeteci, karşı tarafın iddialarını anlayabilmek için mahkemede bir tercüman kullanmak zorunda kalmış. Bizim gazetelerin gülünç bir haber gibi yedinci sahifelerinde birkaç satırla geçiştirdikleri bu hâdise, sâdece bir taşra gazetesinde veya iki kişi arasında geçen bir acâyip vakayı değil, Türk dilinin düştüğü korkunç batağı gösteren yüzlerce misalden birini teşkil ediyor. Şimdi bizim yaşımızdaki insanlar nasıl babalarının nüfus kâğıdını okutmak için hususî bürolara mürâcaat ediyorlarsa, birkaç yıla kadar aralarında beş yaş fark bulunan insanları anlaştırmayı meslek edinen yeni bir tercüman sınıfı ortaya çıkacaktır. Bir yılda yüzlerce kanunun çıkması yüzünden vatandaşlar en basit bir dâvâyı bile avukat vâsıtasıyla tâkip ederlerken, her beş yılda değişen Türkçeyi anlayabilmek için tercüman kullanmak da o derece normal sayılmalıdır. Bazı insanlar bütün mesâîlerinin dil yeniliklerini tâkip etmeye ve bunları anlamaya hasretmedikçe, konuşarak anlaşmaları ile hayvanlardan ayırdedilen insanlar bir gün koklaşmak veya dövüşmek zorunda kalabilirler. Evde, mektepte, iş yerinde, devlet dâiresinde, hasılı her yerde insanlar birbirleriyle anlaşma güçlüğü çekiyorlar. Halbuki bizim dil inkılâbının gayesi Türkiye’de bir taraftan umumî ve müşterek bir Türkçenin yerleşip yapılmasına çalışmak, bir taraftan da modern medeniyetin seyrini tâkip edebilmemiz için dilimizi zenginleştirmekti. Hakîkatte Türk Dil Kurumu’nun tesisi, Türkiye’de Cumhuriyet’ten de önce başlayan milliyetçilik hareketi içinde ele alınmış olan millî dil çalışmalarına yarı resmî bir hüviyet vermek için yapılan teşebbüstür. Bir halkın millet haline gelmesinde en mühim faktörlerden biri de anlaşmayı temin edecek müşterek bir dil olduğuna göre, Türk milliyetçileri elbette bu dâvâyı ön plana alacaklardı. Nitekim bilhassa İkinci Meşrûtiyet arefesinde ve sonrasında Türk dilinin kaynakları ve gelişmesi hakkında tetkikler başlamış, aydınların kullandığı dili halkın anlayabileceği bir sâdeliğe kavuşturmak yolunda ciddi ve devamlı gayretler sarf edilmiştir. Ziya Gökalp ve arkadaşlarının, hatta Mehmet Akif gibi bazı İslâmcıların makalelerinde ve kitaplarında bu gayretin izleri görülebilir.
Türk Dil Kurumu tâlihsiz doğdu. Avrupa’da dil tetkikinin ilim konusu haline geldiği halde, bizde bir tek dil âlimi dahi yoktu. Böyle iken inkılâp idâresi cemiyet kurmakla bütün meselelerin çözülebileceğini zannetti. O târihten bu yana da Dil Kurumu’na ayrılan tahsîsatla Avrupa’da da ihtisası yaptırılmış bir tek kişiye rastlayamazsınız. Önceleri bu kurum inkılâp idârecilerinin nabzına göre şerbet verecek adamlarla doldu. Türkçeye yeni kelimeler kazandırmak için dilin türeme yolları araştırılırken bizim dilciler o güne kadar kimsenin bulamadığı bir usûl keşfettiler. Çeşitli dillerdeki kelimelerin iştikakı incelendiği zaman, kültür ve medeniyet târihinin seyri de ortaya çıkıyor, hatta milletlerin menşei dahi bu usûle göre îzah edilebiliyordu. Meselâ Güney Arabistan’daki Evs ve Hazreç kabîlelerinin isimleri iştikak tezgâhına konunca neticede bu iki kabîlenin de Türk olduğu meydana çıktı. Kuzey Afrika’daki Tevarikler (tuarek) Türk’tü, çünkü tevarik kelimesi Türk isminin Arapçaya göre yapılmış çoğul şekli idi. Bu arada Hamburg’un hükümdar şehri mânâsına Türkçe bir isim olduğunu keşfedenler de bulundu.
Aslında bu gülünç oyunların ciddi bir sebebi de yok değildi. Her nedense Araplara ve umûmiyetle doğululara düşmanlığımız yüzünden onlardan bize geçmiş kelimeleri kovduğumuz zaman, yerine yenilerini koymak gerekiyordu. Bu defa geri Arapların kelimeleri yerine ileri Fransızların kelimelerini almak mecbûriyeti (!) doğdu. Fakat Türk milleti bir başka milletten kelime alacak kadar küçülemezdi. Bu mahzuru da gidermek için bir çâre bulundu. Zaten bütün dünya her şeyi olduğu gibi dil denen nesneyi de eski Türklerden öğrendiğine göre Fransızca diye bir dil yok, Fransızların bozup değiştirdiği bir Türkçe vardı. Binâenaleyh biz Fransızlardan kendi kelimelerimizi alıyorduk. İmge, simge ilh. gibi daha nice kelimelerimiz bu zihniyetin yâdigârıdır. Bu arada atalarımızın dili diye Moğolcadan da bir hayli kelime aldık. Yargıtay, danıştay, sayıştay, kurultay ve daha böyle birçok taylar Moğolistan’dan geldi.
Bu gülünçlükler Dil Kurumu’nun duvarları arasında kalsaydı iyi bir mizah mevzu olurdu. Nitekim merhum şâir Halil Nihat Boztepe, Ağaç Kasidesi adlı eseriyle bu mizahın en güzel örneğini verdi. Ama devlet zoruyla Türk çocuklarına uydurma dil öğretilince iş çığırında çıktı ve bir fâcia haline geldi. Yıllarca Millî Eğitim Bakanlığının (Maârif Vekâleti, Kültür Bakanlığı, Ulusal Eğitim Bakanlığı) bütün yazışmaları Dil Kurumu’nun süzgecinden geçirilerek yeni dile göre düzeltildi, Dil Kurumu’nun politikasına uymayan yazarların kitapları mekteplerde okutulmadı, ayrıca bütün öğretmenlere sık sık tâmimler yapılarak hangi kelimeleri kullanacakları ve öğretecekleri bildirildi. Millî Eğitim Bakanlığı bu ısrarlı tavrı daha ciddi sâhalarda gösterse, meselâ Türk çocuklarına Fransızca veya İngilizce öğretmeye çalışsaydı, belki de daha hayırlı bir iş yapmış olurdu.
Dil Kurumu ve onun direktiflerine göre hareket eden Millî Eğitim Bakanlığı Türkçe yerine başka bir dil koymakla da kalmadı. Bir tek obje veya mefhuma karşı her defasında başka bir karşılık bularak işi iyice çıkmaza soktu. Meselâ Kuruma göre basaga, gömgen, kurgan, sin, tüne, tünerik, kom ve komva kelimelerinin hepsi de Türkçedir ve mezar mânâsına gelir. Dil Kurumu’nun o akıl almaz hikmetine boyun eğerek şu içimize kadar işlemiş mezar kelimesini attık diyelim, yerine yukarıdaki kelimelerden hangisini koyacağız? Belki hepsini. Şimdi sin deriz, beş yıl sonra kurgan, on yıl sonra tüne. Yâhut bir mektepteki Türkçe öğretmeni sin kelimesinden hoşlanarak talebesine onu öğretir, bir başka mektepteki çocuklar kurganı öğrenir ve onu kullanırlar…
Türkçecilik münâkaşasına girmeden önce halletmemiz gereken birkaç mesele var. Evvelâ bu Türk Dil Kurumu denen teşkîlâtın hukukî durumu nedir? Bu bir devlet müessesesi midir? Hayır. Vaktiyle Atatürk’ün vakıf olarak tesis ettiği bir cemiyettir. O halde bu cemiyet hükûmet üzerine nasıl baskı yapar ve Türk çocuklarına zorla kendilerini unutturur, onun yerine papağan lisanı öğretir. Sonra bununla da kalmaz, her geçen yıl yeni bir lisan uydurur? Türk vatandaşı çocuğunu dil öğrenmek için mi yoksa ana dilini unutmak için mi mektebe gönderiyor? Dil Kurumu’na millet kesesinden verilen paralar, hatta Atatürk’ün paraları daha hayırlı bir işe sarf edilemez mi? Dil Kurumu akrep getirenlere para dağıtan belediyeler gibi her kelime bulana yirmi beş lira mükâfat verecek yerde, bu parayı kabiliyetli insanların Avrupa’da dil ihtisası yapmaları için harcasa günah mı işler?
Dil Kurumu bütün bu îtiraz ve tekliflere karşı dâima demagoji yolunu tercih etmekte ve Atatürk’ü kalkan yapmaktadır. Güya kurumun tuttuğu yol, Atatürk’ün yoludur ve ona îtiraz edenler de Atatürk’ü tanımayan veya sevmeyenlerdir. Bir insanın iyi niyeti ancak bu kadar sûiistîmal edebilirdi. Evvelâ Atatürk bu kurumu Türk dilinin gelişmesine faydalı olsun diye kurmuştur, yoksa memleketi Babil Kulesi’ne çevirmek için değil. Kaldı ki, o da hayatının son yıllarında uydurmacılığın Türkçeye verdiği zararı görmüş ve bu yoldan dönülmesini istemiştir. Onun 1938’de hasta yatağında Mareşal Fevzi Çakmak tarafından okunmak üzere Türk ordusuna hitaben kaleme aldığı konuşma, bizim kurumculara göre tam bir gericilik örneği teşkil eder. Bu konuşmada kurumun yıllardır îcad ederek ortaya sürmüş olduğu (daha Atatürk’ün sağlığında) kelime (tilcik) lerden bir tanesine dahi rastlayamazsınız.
Farzedelim ki, Dil Kurumu Atatürk’ün çizdiği yolda gitmektedir. Acaba bu politika onu hatâdan kurtarır mı? Atatürk’ü sevmekle hakîkati inkâr etmek zorunda mıyız? Atatürk, millete rehber olarak kedisini değil, ilmi göstermiştir ve biz onun bu sözünü rastladığımız her duvara yazmışızdır. Eğer bizim kurumcular hakîkati de inkâr edecek derecede Atatürk’ü sevmiş olsalardı, onlara hiç değilse bu bakımdan gıpta edebilirdik. Ama memleketin böyle taassuplara tahammülü olmadığı gibi, Dil Kurumu’nun bu husustaki samîmiyeti de hayli su götürür.
Türk aydınları Türk dilini kurtarmak zorundadırlar. Dilin kurtarılması milliyetçiliğin asgarî şartıdır. Türk dili filânca kurumun veya falanca bakanlığın tapulu malı değildir. Kaldı ki bizim kanunlarımız tapulu malların dahi cemiyet aleyhine kullanılmasına cevaz vermiyor. Merhum İsmail Habip Sevük’ün dediği gibi, vâlilerimizi vilâyetsiz, mahkemelerimizi hâkimsiz bırakan Dil Kurumu topyekûn memleketi dilsiz bırakmadan bu gidişe dur demeli ve safsata yerine ilmin sesini hâkim kılmalıyız. Türk ilim adamları ve aydınları şimdiden böyle bir teşebbüse geçmiş bulunuyorlar. Türk Dilini Koruma ve Geliştirme Derneği adıyla üniversite profesörlerinden, dilcilerden, edebiyatçılardan ve her meslekte aydınlardan müteşekkil bir cemiyetin temelleri bugünlerde atılmıştır. Memleket sevgisi ve hakîkat aşkı olan bütün aydınların bu cemiyet saflarında vazîfe almasını bekliyoruz.
KAYNAKÇA
Prof. Dr. Erol GÜNGÖR, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, 1993 Basım, Sayfa 331
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.