İSTİKLÂL savaşları tarihin şanlı mücadeleleridir. İnsanlık haysiyetinin millet kadrosunda müdafaası demek olan hürriyet ve istiklâl mücadelelerinde, canları bahasına ortaya atılanlar “şerefli insan” vasfına en çok hak kazanmış olanlardır. Bunlar, yaşamanın gerçek mânâsını idrak etmiş, birbirine gönülden bağlı kütleler halinde, hürriyet baha biçilmez değeri ve sonsuz hazzını tâ içlerinde duymak mazhariyetine erişmiş mutlu topluluklar teşkil ederler. Herhangi bir talihsizlik neticesi hürriyet ve istiklâlleri ellerinden alınan milletlerin bu kutlu gayeye ulaşmak için, çok kere, içinde bulundukları, kötü iktisadî durum dahil, her türlü elverişsiz şartları asla düşünme sizin kahramanca savaşa atılışları beşerî yönden ne kadar yüce bir hareket ise, bu cehtleri durdurmak gayretleri o derece insanlığı küçültücü bir davranıştır. Bilhassa tarihte ilim, fikir, edebiyat ve sanat alanlarında beşeriyette hizmet etmiş milletleri zincire vurmak teşebbüsü hâlinde bu, büsbütün yüz kızartıcı bir mahiyet alır. Çünkü, istiklâle karşı ve insanın tabiatına aykırı olan tutumlar, kültürlü toplulukların karşılıklı yardımlaşmalarıyla mümkün bulunan medeniyetin ilerleme ve yükselmesini köstekleyici karakteri ile, tam bir iptidaîlik ve barbarlıktan başka bir şey değildir.

Bu hakikat, hür doğup hür yaşama hakkının ve hürriyet prensibinin fertler ve topluluklar için temel unsur olduğu şeklinde, aşağı -yukarı 200 yıl kadar önce cihana ilân edilmiş ve o zaman beşeriyet, insan olma şerefinin engin zevkini tatmıştı. 1789’da tarihe kanla işlenen muhteşem “Hukuk-u beşer beyannamesi”, şüphesiz, Dünya durdukça huzur verici ışığını milletler üzerine serpecek ebedi bir kudretin ifadesi idi. Batı âleminde birçok millet onun feyzinden hisselerini almış, medeniyetin yükselmesinde birinci derecede rol oynayan millî cemiyet bu sayede gelişme yoluna girmişti. Büyük ihtilâlin ortaya koyduğu prensip, insan tabiatının gerektirdiği bir ana ihtiyaca o kadar yerinde bir cevap teşkil etmiştir ki, bu cevabın yer yüzündeki toplulukları kucaklama istidadının gittikçe artan tesirleri II. Dünya Savaşı sonunda esaret müessesesini reddeden “İnsan Hakları Beyannamesi’nin kabûlünü sonuçlandırmış ve neticede çeşitli Asya ve Afrika kavimlerinin hürriyet ve istiklâllerine kavuşmaları tabiî sayılmıştır.

Böyle olmakla beraber, maalesef, Dünya çapındaki bu mutlu hukuk anlayışı karşısında direnen, insanlığın eriştiği bu şükrana değer merhaleyi görmezlikten gelerek insan haklarına tecavüz eden, tahakkümleri altındaki mazlumları esaret boyunduruğunda inletmekten çekinmeyen sözde “ileri” milletler hâlâ mevcuttur. Hürriyeti yok edici faaliyetleri göz önünde cereyan etmekte iken, kendilerine milletlerarası hukuk ve siyaset sahasında yer verilmesini teessüfe değer bir nokta olarak belirtmeği zarurî gördüğümüz bu “ileri” milletler, Doğulu ve Batılı milyonlarca kütlelerin muhalefet ve mücadelelerine rağmen, devamında ısrar ettikleri baskı rejiminin, toplulukların hak ve salâhiyet bakımından ilmî, yani gerçeğe uygun yolu temsil ettiğini cihana inandırmak çabasındadırlar.

Halbuki ilim, bu mevzuda, tamamıyla aksi bir neticeye varmış bulunmaktadır. İnsanlığın mazisine hukukî, iktisadî siyasî, kültürel yönlerden topluca bakabilmek imkânına sahip olan tarih ilminin, hâdiselerin oluş kanunlarını araştırırken tesbit ettiği prensiplerden biri, esaret ve istiklâl mefhumlarını açıklamak bakımından büyük ehemmiyet taşır. Buna göre: Varlık ve mahiyet itibarıyla insanlar aynıdırlar, ancak mahiyetleri bir olan varlıklar birbiri ile bağlı olarak tekâmül edeceklerinden, insanların gelişmesi de birbirleriyle irtibat halindedir. Bütün insanların mahiyet birliği yolu ile gelişmelerinin yekdiğeriyle alâkalı bulunduğunu ortaya koymakla tarihe yeni bir bakış getirmiş olan bu prensip, çeşitli ülkelerde yaşayan topluluklar arasında, coğrafi ve ırkî ayırımlar yapan eski telâkkiyi değiştirmiş ve yerine, insanları bütün olarak ele alan doğru ve toplayıcı bir görüş getirmiştir ki, bu suretle, her nevi topluluğun tarihin seyri üzerinde az-çok, kısa veya uzun süreli tesir yaptığı, yani tarihin müşterek bir beşerî mahsul olduğu ve ortaklaşa bir insan kültürünün mevcut bulunduğu gerçeği meydana çıkmıştır. Bazı kütlelerin yüksek ve insanî kabiliyetlerle donanmış oldukları, bazılarının ise beşerî dâvalar ve kültür meseleleriyle uğraşmak salahiyetinden mânen yoksun yaratıldıkları hususunda asırlardan beri devam eden düşüncenin yanlışlığı da böylece anlaşılmıştır. Alman tarihçisi E. Bernheim tarafından, tarihte hiçbir fikrî gelişme ve mânevî yükseliş ile kıyaslanamayacak derecede ileri bir merhale olarak tavsif edilen bu çağdaş görüş, zamanımızın ünlü tarih felsefecisi, A. Toynbee’nin büyük eserinde başlıca fikir halinde yer almıştır.

İşte bu prensip, esaret ve tahakküme dayanan rejimlerin haksız durumunu ilmen tesbit etmektedir. Zira mahiyetçe bir olma ve toplulukların belirli ölçülerde beşerî gelişmeye yardım etmesi keyfiyeti, insanların ve cemiyetlerin eşit vasıfta olmalarını, dolayısıyla, fikirde ve işde, millî menfaatler çerçevesinde, serbest bulunmalarım gerektirir. Buna göre de, fert ve milletler için ayrılması imkânsız, tabiî ve mânevî bir unsur teşkil eden hürriyet melekesini fonksiyonundan uzaklaştırmak ancak anormal bir hareket olabilir. Bilhassa vatanı, dili ve kültürü ile insanlığa hizmet eden milletleri “esir” etmek, yani onları ulvî vazifelerinden mahrum bırakmak veya toplulukların yükselmesi ne yönelen çalışmalarda onları kayıt altına almak, beşerî gayeye aykırı, insanlık dışı bir tutumdur. Görülüyor ki, esaret müessesesi insan tabiatının, ruhunun olduğu kadar, hukukun ve ilmin de karşısındadır. Buna rağmen, bugün bile esaret altında inletilen insanlar vardır. Türklerin bir kısmı da bu bahtsızlar arasındadır. Tarihi süsleyen şanlı icraatı, dinî, fikrî toleransı, adalet ve medeniyet kuruculuğu ile seçkin bir mevkie sahip Dünya Türklüğünün hemen hemen yarıya yakın kısmı, kaba kuvvetin zoru ile, yabancı baskısı altında yaşamak mecburiye bırakılmıştır. Dünyanın kadim ve kültürlü milletlerinden bugün yalnız Türklerin kalabalık kütleler halinde esaret hayatına zorlandıkları unutulmamalıdır.

Fakat ilmin reddedip insanlığın nefretle seyrettiği mahkûmiyet zincirlerinin eriyip döküleceği günler uzak değildir. Hâlâ milletleri esir ve istismar etmede direnenler insanlığın lânetine çarpılacak ve yakın bir gelecekte parçalanacaklardır.

 

KAYNAKÇA

İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliği Meseleleri, sayfa 202-205

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.