Bitip gidiyor, yitip gidiyoruz. Kum saatinin içindeki kum tâneleri kadar küçük ama bir o kadar da fazlayız. Adına savaş denen, kıyâmet kadar korkulan kelimeyi bizim üzerimize kurmuşlarken, en az kıyâmet kadar korku salacak bir yiğit çıkardık biz milletçe. O yiğit, savaşın seyrini öyle bir değiştirecekti ki… Osmanlı’nın ezilmeye çalışılan izzetinefsini çiğnetmeyecek, memleketin her karış toprağını nâmusu sayacak kadar onurlu bir subaydı. O, yiğitler yiğidi Gazi-i Namdar İsmail Enver Paşa’ydı.
Sultan Alparslan’dan beri kanla sulanmış bu toprakların, bu ırmakların… Rengini, milletinin döktüğü kandan almış ay yıldızlı al bayrağın vebali, her Türk’ün omuzlarına bindirilmiş fakat artık eskisinden daha ağır gelen, bu sefer uğruna daha büyük bedeller isteyen kanlı günler kapıdaydı.
Osmanlı topraklarına yayılma politikası izleyen Rusya’nın, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Ermenilerin yaşadığı bir kısım toprakları ele geçirmesi, yine Ermenilerin yaşadığı diğer vilâyetleri de ilhak etme düşünce ve eğilimlerini cesâretlendirmiştir. Bu süreçte, Rusya’nın kendilerini Türk boyunduruğundan kurtaracağını ümit eden Osmanlı Ermenileri arasında Rus yanlısı fikirler hızla yayılmaktadır (Lewy, 2005, s.7). Sonuçta Ermeniler, “Millet-i Sâdıka”dan, “Düşmanla işbirliği yapan” bir millet konumuna gelmiş, bu dönüşümün en önemli safhası da Doksanüç Harbi olmuştu.
Çarlık Rusya’nın Slav topluluklar üzerinde uyguladığı Panislavizm siyâseti, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşının en önemli sebeplerinden biridir. Rusların kesin zaferiyle sonuçlanan bu savaş, Tuna-Balkanlar ve Kafkas-Doğu Anadolu cepheleri olarak iki sâhada meydana gelmiştir. Savaşta, Osmanlı Devleti’nin imtiyazlı eyâletleri olan Mısır ve Tunus eyâletlerinden de resmî düzeyde yardım talep edilmişti ancak mâlî sıkıntı içinde bulunan Mısır’dan sâdece bir tümenlik bir kuvvet ve bazı gemiler gönderilirken; Tunus ise çok az sayıda asker ve at gönderebilmişti. Sonları oynuyorduk ama vazgeçemezdik. Yenilmeyi sevmiyorduk, doğru ama onurumuzla yenilmek için savaşıyorduk. Savaş kaybedilmişti ama Gazi Osman Paşa‘nın Plevne’de, Gazi Ahmet Muhtar Paşa‘nın ise Erzurum’da yaptığı savunmalar, savaş târihi açısından en başarılı savunma savaşları olarak nesiller boyu anlatılacaktır.
Osmanlı Devleti’nde yaşanan azınlık isyanları, Rusya ve Batı Avrupa ülkelerinde Osmanlı Devleti’nde yaşayan Hristiyanların insan haklarının çiğnendiği konusunda yaratılan propaganda ortamı, Rusya’nın Balkanlar’daki genişleme siyâseti, Romanya ve Bulgaristan’ın bağımsızlık istekleri ve Panslavizm akımları 93 Harbi’nin temel sebeplerini oluşturmuştur. Yaklaşık bir yıl süren savaşta Osmanlı orduları, savunma savaşı yaptı. Özellikle Balkanlarda bu olaylar netîcesinde Türklere ve Müslüman topluluklara karşı geniş çaplı etnik temizlikler yaşanmış ve kırılmalar görülmüştür. Savaşın sonunda batıdaki Osmanlı savunma hatlarını kıran Rus ordularının önü açılmış, dirençle karşılaşmadan İstanbul’un eşiğine, Yeşilköy’e kadar ilerleyerek Osmanlı Devleti’nin varlığını tehdit etmiş. Bunun sonucunda Osmanlı Devleti, Ayastefanos Antlaşması’nı imzâlamak zorunda kalmıştır fakat özellikle İngiltere, Rusya’nın bu antlaşma sonucundaki kazanımlarını kabul etmemiş ve Berlin Antlaşması imzâlanmıştır. Bu antlaşma özellikle iki meselenin kıvılcımını oluşturuyordu:
1) Rusya karşısında İngiltere’nin desteğini almak zorunda olan Osmanlı, Kıbrıs Adası’nı İngiltere’ye kirâlamıştı. Bir diğer mesele ise günümüze kadar gelecek olan Ermeni sorununun tam da dipçiklenme noktasıydı.
2) Antlaşmanın 61. maddesi; “Ermeniler’in yerleştiği yerlerde ıslâhat ve reformların yapılmasını, bunların Çerkezlere ve Kürtlere karşı korunmasını” talep ediyor ve büyük güçleri bu ıslâhatları denetlemekle görevlendiriyordu.
Bu madde, sonraki dönemde ortaya çıkacak Ermeni milliyetçisi hareketler için önemli bir destek sağlamıştı. Nitekim bir takım Ermeni örgütleri, Batılı güçlerin müdâhalesinin önünü açmak ve bağımsız Ermenistan’ı kurabilmek için kanlı eylem ve faâliyetlere girişerek yaşadıkları bölgelerde kargaşa ve kaos ortamı yaratıyor ve bununla besleniyordu. 93 Harbi sonucunda 300-400 bin kişi hayatını kaybetmiş, sayısı 1 milyona yaklaşan insan ise sürgüne uğramıştır.
Savaş yüzünden Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya ödemek zorunda kaldığı yüklü savaş tazmînatı, zâten sıkıntı içinde olan Osmanlı mâliyesine ciddi bir mâlî külfet yüklemişti. Görüldüğü gibi 93 Harbi, sonuçları îtibâriyle Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde önemli bir kilometre taşı olmuştur. Bu savaş, daha sonraki 1912–1913 Balkan Savaşları ile birlikte değerlendirildiğinde Osmanlı’nın Balkanlardaki varlığının sona erişini temsil edecek, Enver Paşa’nın Balkan müdâfaasını daha iyi kavrayabilmemiz açısından dikkatle anlaşılması gereken bir savaş olarak hâfızalarda yer bulacaktır.
1878’de Ali Süavi’nin Çırağan Baskını başarısız olmuş, 1879’da Harp Okulu’nda yuvalanan gizli bir komite ortaya çıkarılarak elli kişi sürgüne gönderilmiştir. Trablus Valisi Müşir Recep Paşa’nın öncülüğünde, İngiliz desteği de alınarak yapılması düşünülen bir darbe projesi başlamadan bitmiştir. Nihâyet 1889’da askerî tıbbiyelilerin kurduğu İttihad-ı Osmanî ile asker doğrudan siyâsetin içindedir ve örgütleyicidir. Özellikle Selanik merkezli 3. Ordu, bundan sonraki bütün siyâsî gelişmeleri belirleyecek olan ihtilâlci askerî kadroların toplandığı yer olarak kalacaktır. Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Namık Kemal önderliğinde îlân edilen 1. Meşrûtiyet, esas olarak mutlakiyetçi monarşiye yeni bir düzen veren konumdaydı. Daha fazlası amaçlanmıyordu. Meclis, Abdülhamit’in Osmanlı-Rus Harbi’ni bahâne göstererek kapatmasıyla 24 Temmuz 1908’e kadar rafa kaldırıldı. Mithat Paşa, Taif zindanında boğdurularak öldürülmüş, dönemin birçok aydın kalemi de anavatandan uzağa sürülmüştü. Böylece II. Abdülhamit’in 30 yıl sürecek İstibdat Dönemi başlamış oldu.
Kudreti, milletin elinde toplama isteği ve hürriyet aşkı, subayların yüreğini namludan çıkan barut misali heyecanlandırıyordu. Memleketin vaziyeti genç subayları sloganlara kolayca teslim etmekteydi. Saray istibdadının ülkeyi batırdığını görüyorlar, yurdu kurtarmak istiyorlardı. Bunun için de Meşrûtiyet’in gerekliliğine inanmışlardı… Aradan yüzyıldan çok zaman geçmesine rağmen, hâlâ sorunların ve çözümlerin anayasa metinlerinde aranmakta olduğunu gördüğümüze göre, bu düşünceyi kınamak pek de haddimiz değildir!
Hareketin motor gücü olan, Enver Bey dâhil diğer İttihatçıların da düşündüğü şey, Meşrûtiyet ve Meclis değildir. Asıl itici güç ‘vatan,millet,devlet’ meselesiydi. Ayakta durma mücâdelesiydi. Meşrûtiyet sonraki işti ve devletin, milletin onurunu koruyamayan iktidarın değiştirilmesi için gerekliydi.
Enver Bey Dağa Çıkıyor
Reval görüşmesinin yapıldığı gün Enver Bey, askerî üniformasından soyunarak dağa çıkar ve çevresinde toplayacağı Osmanlılarla, Sultan II. Abdülhamit’i Meşrûtiyet’i îlân etmesi için zorlayacaktır. Selanik’tedir. Binbaşı Enver silâhlı isyanını îlân eder.
“Haziran’ın on iki ve on üçüncü Perşembe ve Cuma günleri arasındaki gecede artık Selanik’i, âilemi, maddî istikbalimi terk ederek, sâdece halktan bir fert gibi, hükûmetin bütün kuvvetine karşı açıktan açığa, silâhlı olarak isyanımı îlân ediyordum. Evvel Allah’a ve Peygamber’e, sonra da Cemiyetimizin teşkîlâtına, hükûmetin zulmünden bîzar olan millete güvenim tam olduğundan, vatanın geleceğini gayet parlak görüyor, bunun için benim maddeten kararan istikbalimin zulmetine ehemmiyet vermiyordum.”
Bindiği araba gecenin karanlığında Manastır’a doğru yola çıkar. Şöyle devam eder: “Vardar kapısından çıkarken nişanlarımı söktüm. Biraz üzgündüm. Bütün eski hayallerim iyi, büyük bir asker olmaktı. Halbuki şu andan îtibâren artık bir hiçtim. Kim bilir nerede ve hangi kurşunla vurularak, kim bilir nerelerde kalacak ve âsî diye bir köşeye atılacaktım.”
Enver Bey daha o günlerde, 3. Ordu içinde adı geçen, kendisine güvenilen bir insan olarak anılmaya başlamıştı. Kendisi gibi dağa çıkan Resneli Niyazi Bey, ondan büyük güç aldıklarını söyler:
“Bahusus Enver Bey gibi efkâr-ı cemiyetin en kuvvetli nâşiri sayılan ve harb-ü darpta olağanüstü liyâkati bilinen bir kurmay subayın, çeteciliğe girişinin şeref ve hizmeti yücelteceği düşüncesi hepimizi sevinç ve övünçle doldurdu… Üzüntü ve karamsar zamanlarımızda, bizi ateşli sözler, ciddi tavırlarıyla coşturup etkileyen bu az bulunur ve her anlamında mükemmel olan, Enver Bey idi.” (Hatırât-ı Niyazi, s.115)
Enver Bey bir ihtilâl beyannâmesi yayımlar:
“Muhterem vatandaşlarım! Mebusan Meclisi’nin dağıtılmış kalması dolayısıyla, otuz seneden beri memlekette hüküm sürerek, birçok nâmuslu vatan evlâdının mahvına ve birçok âile yuvalarının sönmesine sebep olan istibdat idâresi, son zamanlarda gene şiddetini göstermeye başladı. Zâten keyfî bir idâre netîcesi, birçok ihtilâller içinde kana boyanan vatan ve milletimizi büsbütün zayıflatarak yakında mahvedecek olan bu istibdada nihâyet vermek lazımdır. Ben, işte bu istibdada karşı milletimin haklarını muhâfaza için her şeyimi fedâ ettim. Îcab ederse bu uğurda hayatımı da esirgemeyeceğim. Siz, ey vatanın nâmuslu ve fakat her şeyden habersiz olan evlâtları! Sizin de benimle bu yolda yürümenizi veya bu işte tarafsız kalmanızı dilerim. Aleyhime hareket edecek olanların görecekleri zararların maddî ve mânevî mesûliyeti kendilerine âittir! Yaşasın vatan, yaşasın millet!
Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin Rumeli Teşkîlât-ı Dâhiliye ve Kuvve-i İcraiye Müfettiş-i Umûmîsi ve Osmanlı Erkân-ı Harbiye Binbaşısı Enver”
Yirmi yedi yaşındaki ihtilâlci Osmanlı subayı Enver, bu mücâdelede yalnız değildir. Kolağası Niyazi Bey de Manastır dağlarında onun yanındadır. Selanik merkez komutanı Nazım Bey’i vuran Mustafa Necip, Enver Bey’in amcası Halil Bey ve Teğmen Melik Bey de kıtalarını terk ederek dağa çıkar, Enver’in yanına gelirler. Pâdişah bu isyanı bastırmak üzere Müşir Şemsi Paşa’yı görevlendirmiştir. Yanında da yâveri Fevzi Çakmak vardır. Şemsi Paşa Manastır’a varır varmaz hevesle postahâneye girer ve raporunu pâyitahta çeker. Postahânenin merdivenlerinden inip arabasına binen Paşa’yı, genç Teğmen Atıf Bey (mezarı Âbide-i Hürriyet’tedir) üç el ateş ederek vurmuştur. Meydan karışmış, silâhlar patlamış, bir kızılca kıyâmet kopmuştur ama genç teğmen gayet soğukkanlı bir şekilde aradan sıyrılmış ve yakalanmamıştır. Güpegündüz işlenen ve fâili yakalanamayan bu cinâyet her yanı sarsar.
Resneli Niyazi de birlikleriyle Manastır’a inerek Ordu Müşiri Tatar Osman Paşa’nın evini sarar ve Paşa’yı dağa kaldırır. Manastır Valisi Hıfzı Paşa’nın, “Manastır’da benden başka herkes İttihatçıdır…” dediği etrafta yayılır. Gözü epeyce korkmuş olan Hıfzı Paşa, saraya çektiği telgrafta, “Selanik ve Kosova vilâyetlerinin de Manastır gibi olduğunu ve Anadolu’dan getirilecek askerlerin, hürriyetçilere karşı silâh kullanmayacaklarının haber alındığını” bildirir (Aydemir, 2016, s.555).
Enver Bey, 22 Temmuz 1908’de arkadaşlarıyla birlikte Köprülü’ye gider. Emin Ağa’nın evine iner. Asker-sivil şehrin ileri gelenleriyle görüşür. Ertesi gün cemiyetin Köprülü idâre heyetine hükûmet konağından Meşrûtiyet’i îlân edeceğini bildirir ve hazırlık yapmalarını ister.
Ertesi gün hükûmet konağının önünde toplanan halk, ‘yaşasın millet, meşrûtiyet, hürriyet’ diye bağırmaktadır. İttihatçı subaylar, kanla yoğrulmuş vatan toprağının içtihadi mücâdelesini verdiklerini düşünüyorlardı. Memleketin nâmusunu kurtarmak için verdikleri hürriyet mücâdelesinin bayramını kutluyorlardı…
Ey hürriyetin güzel yüzü, sen ne büyüleyici imişsin.
Gerçi esâretten kurtulduk derken senin aşkının esiri olduk.
Şimdi kalbi fethedecek güç sendedir, güzelliğini gizleme;
Güzelliğin, milletin nazarlarından ebediyete kadar uzak kalmasın.
Ey geleceğin umudu, sen ne can dostuymuşsun;
Dünyayı bütün üzüntü ve sıkıntılarından kurtaran sensin.
Hükmetme çağı senindir, hükmünü dünyaya geçir;
Allah yüceliğini her türlü belâlardan korusun.
Ey yaralı kükreyen aslan, senin gezdiğin güzel sahralar zulmün köpeklerine kaldı,
artık gaflet uykusundan uyan!
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.