12 Eylül 1980- 12 Eylül 2020
Yüzyıllardır yaşanan 12 Eylül’ler üzerine çok söz söylendi, çok yazı yazıldı. Kimlerin nasıl ezildiğini, bir neslin nasıl tırpanlandığını, kızıldan önce yeşile ve sonra da gökkuşağının bütün renklerine dönüşen bir gençliğin inşâ sürecini memleketin büyük bir kısmı şuurlu veya şuursuz bir şekilde canlı izleme fırsatı buldu. Kaçıranlar için filmler, diziler, belgeseller ve cilt cilt kitaplar yayınlandı.
Son dönem yazılanların büyük bir kısmı 12 Eylül karşıtlığı siyaset malzemesi olacak kadar değerlendikten sonra atılan taklalar esnasında döküldü dillerden. İnsanların çektikleri işkencelerin bir seçim uğruna siyâset sehpalarına meze yapıldığını bugün yaşayan genç-yaşlı herkes televizyon ekranlarında seyretti. Mektuplar havada uçuştu ki okurken kim daha duygusal okudu diye kamera arkasında sohbetler edildi mi Allah bilir!
Neticede 12 Eylül’de onların çocukları başarılı oldu.
Tekelin Şiddeti
1980 öncesi Türkiye’sinde bir anarşi ortamı olduğu aşikâr. Filmlerde izlediğimiz sahneleri tekrar göz önüne getirince sanki filmlere eklenmesi unutulmuş bir sahne daha geliyor akla: O dönem devlet eli/aklı olayların büyümesini bilerek/bilmeyerek beklerken, darbenin fikir babaları bir odaya koşarak girerler. Hamamda suyun kaldırma kuvvetini bulmuş misali “Evreka! Evreka!” nidaları odayı doldurur. Kasvetli ve kimsenin yüzünün görünmediği, sigara dumanıyla dolu bir oda! Oturanlarda yılların kirlettiği elleri ve kopardığı duyguları nedeniyle hiçbir kıpırdanma olmaz. İçeri girenlerden biri hemen masanın karşısına geçer ve elindeki kitabı sallar. Kitabın kapağında bir elinde meşale, diğer elinde kılıç olan bir kral göze çarpar.
Ancak film bu, fikir babaları oturanlara meramını heyecandan o kadar saçma şekilde anlatırlar ve oturanların da uzun hikâye dinleyecek vakti o kadar azdır ki teorilerin uygulanma şekli için karar alma süreci biraz sancılı geçer. Şiddetin tekeli, tekelin şiddetine dönüşür. Hepsinden daha büyük, hepsine hükmedecek bir şiddet çıkar masadan!
Bu süreçte insanların davranış şekillerini gözlem yapma imkânı bulmak acı ama eğitici olurdu. 12 Eylül sürecinde kızıldan kırmızıya sol renklerde veya milliyetçi cephede yer almayan sözüm ona memleketin büyük çoğunluğu (ki oy oranlarına göre de %97’si), 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, akan kanın anında durduğunu söyleyerek darbenin ne kadar gerekli hale geldiğini anlatma gayretine düşeceklerdir. Bu insan davranışı, gözünün önünde olmayanı yok sayacak kadar ahmakça bir sanrıdan başka bir şey değildir. Sokaklardan kesilen kanın oluk oluk nerelerde aktığını bugün müze ziyaretlerinde dahi görmek mümkün.
Milgram Deneyi
Kardeşin kardeşe düştüğü bu büyük oyunu! çözmek isteyen beyinlerin tutumları bizlere onların da üstlerindeki üniformalara rağmen kardeş olduklarını unuttuklarını ve hatta hiç bilmediklerini çağrıştırmaktadır. 12 Eylül 1980’de darbeyi gerçekleştiren zihniyet yukarıdan aşağıya merhametten adeta sıyrılarak uzanmış ve insana temas eden noktada tamamen prangalarından kurtulmuştur.
Olayların kabaca psikolojik ve sosyolojik alt yapısı ile alakalı malumat edinmek maksadıyla herhangi bir arama motoruna işkenceyi de içeren birkaç kelime yazıldığında iki isim çıkıyor karşımıza: Adolf Hitler ve Milgram. Milgram, Hitler döneminde Almanların nasıl bu kadar vahşileştiklerini bir deney yolu ile gözlemlemek istemiş. Çünkü bir Nazi subayı olan Adolf Eichmann yakalanıp İsrail’de ekran karşısında yargılanırken gayet sıradan, ailesi ile iyi ilişkileri olan, anti sosyal davranışlar göstermeyen bir insan olarak görünmekteymiş.
Deneyin sonuçlarını anlatmaya gerek yok. Çünkü aynı deney 1980 yılında ülkemizde cezaevleri ve nezarethanelerde de yapıldı. Bütün bunların sonunda insanın özündeki kötülüğün de iyilik kadar ortaya çıkmaya hazır olduğu fark edildi.
Kardeş Kavgası
Kardeşin kardeşe düştüğü büyük oyuna! gelince; 12 Eylül 1980 öncesini değerlendirmeden önce tarihteki başka kardeş kavgalarına da değinmek gerekir.
İlk aklıma gelen Bedir savaşı! Bedir savaşında bir tarafta Müslümanlar varken, diğer tarafta uzaylılar veya kıtalar ötesinden gelen Haçlılar olduğunu düşünmüyorsak, o zaman bu savaş kimler arasında yapıldı? Veya sahabeler arasında Peygamber Efendimiz (sav) henüz vefat ettiğinde girişilen mücadelede ve sonrasındaki savaşlarda kimler savaştı, kimler kimleri öldürdü?
Yavuz Sultan Selim’in henüz genç bir şehzade iken babasına karşı giriştiği darbe teşebbüsünde savaşanlar hangi iki ülkenin askerleriydi? Peki, tahta geçince kut sahibi olduğundan töreye uygun şekilde boğdurulan bebek, çocuk ve genç şehzadeler neyin nesiydi?
Hepsinden öte, insan sanırım kendi içinde bulunmadığı olayların büyük olmadığını düşünecek zihinsel bir altyapıya sahip! Örneği hem basitleştirir hem de günlük hayata adapte ederek anlaşılırlığı kolaylaştırmak belki daha faydalı olacak. Bu vesile ile yine ve yeniden teşbihte hata edersek: Trafikte güvenlik şeridini ihlâl edip hem hak yiyen hem de birilerinin canını tehlikeye atan bir kişiye tepki verip, sonrasında yine karşıdaki insanın eğitilmezliği sonrası kavgaya mecbur kaldığınızda, akşam haberlerinde televizyon karşısında ahmaklık ile itham edilmeniz gayet sıradandır. Kardeşler trafikte bir hiç uğruna kavga etti ve sonuç 1 ölü, 2 yaralı! Giresun’da toprak kavgası nedeniyle aile içinde çıkan kavgada 3 ölü, 5 yaralı!
Büyük Zafer
Bu süreçte vicdan ve insaftan yoksun, memleketin ahvali ile ilgili inisiyatif almaktan âciz insanların tutumlarının inanmış insanların gözünde bir değeri yoktur. Ancak hepsinin yanında bir plan sonucu kardeşin kardeşe kırdırıldığı ve her iki tarafın da buna alet olduğu iddiasına dönemi yaşamış ve o günlerde canını sokaklara sermiş insanların inanmaları ne ile açıklanabilir?
Nedeni başarısızlık algısı olabilir mi? Sonucun hüsran gibi algılanması, yapılan işlerin topyekûn yanlışın parçası olduğu, ve kendilerinin kullanıldıkları fikrine mi götürdü insanları?
İşte 12 Eylül 1980’in en büyük zaferini bu kanaat oluşturmaktadır.
Bundan sonraki “Aman oğlum, karışmayın, okulunuzu okuyun!” söylemleri de bu zaferin en büyük madalyasıdır.
İnsan hayatın öznesidir ve özne olan her insanın içi de ayrı bir âlem! Bir psikiyatri uzmanının hastasını sağlıklı değerlendirebilmesi için hâdiselere mümkün olduğunda öznellikten uzak yaklaşması gerekir. Duygusal bağ kurulan hastaya da yapılacak en büyük iyilik, onu başka bir klinisyene yönlendirmektir. Hadiseleri öznellikten uzak değerlendiremeyecek şekilde yaşanan acılar hücrelerine kadar sirâyet etmiş bir nesle belki bu konuda haksızlık da etmemek gerekir.
Ama mücâdelenin değeri ile sonucun ilişkisinin zayıflığını tekrar idrak etmek adına tarihe bir bakmakta yine fayda var: Her 18 Mart’ta kutladığımız Çanakkale Zaferi’nin üzerinden 1 yıl geçtiğinde düşman donanmaları İstanbul’a çoktan yerleşmişti. Elbette bunun yanında ölmüş fakat attan düşmemiş, ölmüş fakat yenilmemiş bir de Kür Şad var.
Bize Düşen
12 Eylül’ü bizzat yaşayan bir nesil var. Bir nesil de o neslin ardından gelenler. Bendeniz de darbe sonrası kuşakta yer alan orta yaşlı bir vatandaş oluyorum. Bir de bizden sonra gelen nesil, bizlerin çocukları var. Hayatına dair hafızamıza kazınan son fotoğrafı dizindeki iki kız çocuğu ile çekilen Ali Bülent Orkan ve iki kız çocuğu olup o fotoğrafı zihnine kazıyan ben!
Bizim kuşak ki darbe öncesi ve sonrasını yaşayıp, zihinlerine siyaset ile uğraşmanın, memleketin derdi ile hemhal olmanın cezasız kalmayacağının nakış nakış işlendiği kuşağın çocukları! Peki, bizler de dolaylı yoldan olayların bu kadar içinde kalmışken sağlıklı bir değerlendirmeyi nasıl yapacağız?
Öncelikle şunu unutmamak gerekir ki hadiselerin hiçbiri kendi kendine ortaya çıkmaz. Nasıl ki Amazon Ormanları’nda bir kelebeğin kanat çırpması ABD’de fırtına kopmasına neden olabiliyorsa, bu fırtınanın da muhakkak bir öncesi ve sonrası vardı/vardır.
Buraya dikkat çekmek adına kullanılan ve yazının başında yer alan yüzyıl ifadesine takılanlar da aslında en doğru noktaya takılmışlar demektir. Kızıl ve karanlık iki dünyanın savaş alanı dün Türkiye’ydi, ondan önce Afganistan, daha önce Orta doğu, Avrupa, Tanrı Dağları, Florida ve Afrika. Renkler değişti, karanlıklar değişti ancak savaş insanlık tarihi kadar eski ve devamlı. Bu savaşların edilgen piyonları var, şahları ve vezirleri var ancak bazen bu memlekette olduğu gibi etkin ve onurlu savaşçıları da var. Bu yüzden de çözümü bugün veya 40 yıl öncesinde aramak, iki tane sorumlu bulup güya yargılayarak karanlıkların aydınlığa kavuşacağı simülasyonun çarklarında dolanıp durmaktansa Sayın Alev Alatlı’ya kulak vermek gerekiyor:
Müslüman Türk kimliğinizle haritada yükselin ve olayları bir bütün olarak görün.
Ali Bülent Orkan 1982 yılında idam edildiğinde 25 yaşındaydı. Ömrü veren Allah (cc) ve şüphesiz ecel türlü bahanelerle gelir. Bugün kendisi yaşıyor olsaydı 63 yaşında, etiyle-kemiğiyle ve simsiyah sakalları belki ağarmış bir şekilde aramızda olacaktı. Ancak Ali Bülent Orkan için bugün yok. Defter kapandı. Allah şehit olduklarına inandıklarımızın şahadetlerini kabul etsin.
Tanrı Türkü korusun.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.