Günün ilk ışıkları perdede bulduğu aralıktan odaya giriyordu. Mahmur bir ifâdeyle bu ışıklara daha fazla dayanamayan Neşe, yatağından doğruldu. Pek istemsizce yüzünü yıkayıp karnını doyurmak için mutfağa yöneldi. Bir iki lokma yedikten sonra saate baktı. Epey gecikmişti. İlk derse yetişebilmek için aceleyle hazırlanmalıydı. Giyinip hazırlandıktan sonra aynaya baktığında şiş gözlerini farketti. Dün gecenin yalnızlığı ve ona eşlik eden gözyaşları bu sabah gözlerine bir ağırlık gibi çökmüştü. Yüzünün hâlini kâle almadan anahtarını alıp kapıdan çıktı. Ah şimdi kendi evinde olsa… Ev hânesine seslense… Onu güzel dileklerle evden uğurlasalar… Ama yok, Neşe artık bu şehirde kalabalıklar içindeki düzene yabancıydı. Bu düzene alışmalı mıydı yoksa kendi düzenini mi yaratmalıydı? Alışırdı alışmasına da gerçekten istediği bu muydu? Kafasındaki bu karmaşa halet-i rûhiyesine hüzün düşürüyordu. Aslında adı kadar neşeli bir çocuktu Neşe. Katran karası saçlarına eşlik eden kömür misali gözleri vardı. Teni ise sanki aydan bir parça gibi bembeyazdı. Bu beyazlığa istinaden âilesi, evin içinde ona hep Aykız diye hitap ederdi.  Yanaklarında gülmek için yaratıldığına inandıracak kadar güzel gamzeleri… Ne yazık ki günlerdir o gamzeleri görmek pek mümkün değildi. Bu güzel yüze hüzün hiç yakışmıyordu. Ekseriyetle adının hakkını veren Neşe’nin hüznü yalnız, âilesinden ayrı, tanımadığı bir şehirde, tanımadığı insanların arasında olmaktandı. Aksi gibi hüznünden gözükmeyen bir heyecan da duyuyordu içinde. Dikkatli bakan birisi bu hüznün arkasına saklanmış heyecanı yüreğinde hissedebilirdi.

Evden çıkan Neşe merdivenlerden isteksizce iniyordu. Apartmandan çıktığında hafif bir esinti hissetti. Kuru dallar arasında yapraklar kendilerini rüzgârın âhengine bırakmışlardı. Mevsim sonbahara hazırlanıyordu. Böyle bir günde başı önde usul usul adımladı Neşe. Kafasını kaldırdığında üniversiteye varmıştı. Bir an hüznünü unuttu. Ufacık bir tebessümle eğitim fakültesine doğru yürümeye devam etti. Vardığında telaşlı ve gürültülü bir kalabalık onu karşıladı. Öğrenciler fakültenin her yerine dağılmıştı. Kimi bankta kimi ayakta duruyordu. Kimisi aylardır görmediği arkadaşına sarılıyor, kimisi de onun gibi yalnız ve soğuk dikiliyordu. Düzene çoktan alışmış olanlar, rahat tavırları ile kendilerini belli ediyorlardı. İçerisinde bulundukları düzene uyum sağlayabilmek için kendilerini kaybetmişler ve artık onlar da belki tiksinerek baktıkları bu düzenin bir parçası olmuşlardı. Diğerlerine gelince onları ürkek tavırlarından tanıyabilirdiniz. Korktukları bu düzenin yeni kurbanları onlardı. Muhtemelen tek başına duranlar da Neşe gibi yeni öğrencilerdi. Fakülteden içeri girdiğinde dışardakinden daha mahşerî bir kalabalık vardı.  Etrafından insanlar geçip gidiyordu. Boş bakan bu gözler onu meraklandırdı. Memleketin bin bir köşesinden çocuklar onunla aynı gâye ile öğretmen olmak için bu binâda toplanmıştı. Neşe yürümeye devam etti. Sora sora sınıfını bulup dersine girdi. Dersleri bitip eve geldiğinde günün yorgunluğundan bîtap düşmüştü. Bu yorgunluğu ancak acı bir kahve paklardı. Ocağın başına geçip köpürmek üzere olan kahveyi izlerken nereye daldığını anlayamadan kahve ile sönen ateşin sesine irkildi. Bu dalgınlık olacak iş değildi. Hemen temizliğe koyulan Neşe, işini bitirince uyumanın bu gece için en iyisi olacağını düşündü. Yatağına uzandı ve bunca yorgunlukla hemen uykuya daldı.

Uyandığında düne göre kendisini daha iyi hissediyordu. Dün hüznünün arkasına saklanmış heyecanı bugün gün gibi ortadaydı. Günlerdir yaşadığı bu hâli bugün bir kenara koymaya karar vermişti. Önce fakülteyi, ardından üniversiteyi dolaşacaktı. Belki de sonra çıkıp kendisi için yeni olan bu şehri keşfedebilirdi. Hızlı bir şekilde hazırlanıp kendini sokağa attı. Koşar adım fakülteye vardı. Biraz soluklanıp içeriye girdi. Fakülteyi tanıyabilmek için etrafta dolanıyor, neyin nerede olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Konferans salonun önüne geldi. Karşısında bir pano vardı. Dikkatini cezbeden bu panoyu incelemeye başladı. Farklı farklı onlarca isim. Çeşitli sîmâlar gördü.  Peki ya kimdi bunlar? Kafasını kaldırıp panonun başlığını okuduğunda Neşe’nin tüyleri diken diken oldu. Onlar yüzlerinden, gözlerinden ışıltı saçan, birçoğu gencecik 23-24 yaşında olan öğretmenlerdi. Şehit öğretmenler! Listede sâdece iki isim tanıdık gelmişti: Aybüke Şenay Yalçın ve Necmettin Yılmaz. Bu iki ismin vefatı yakın zamanda olduğundan onları hatırlıyordu. Ya diğerleri… Onlarca öğretmen… İsimlerini neden hiç duymamıştı? Neden yüzleri ona âşinâ gelmiyordu? Neşe kendi kendine sorular sorarak panoyu incelemeye devam etti. Bir isim takıldı gözüne: Neşe Alten! Adaşıydı. Üstelik aynı onun gibi simsiyah gözleri ve saçları vardı. Diyarbakır’ın Çavuşlu köyünde görev yapan gencecik bu öğretmen öldürüldüğünde yalnızca 21 yaşındaydı. Kendini düşündü. Henüz yaşı 18’di ama 21 yaşına geldiğinde ölümü aklından geçirebilir miydi? Neşe yüreğinde bir soğukluk hissetti. Acı içinde sızan birkaç damlayla beraber gözlerini yumdu.

Gözlerini açtığında kendini bir gelincik tarlasında buldu. Etrafta kimsecikler yoktu. Burası neresiydi? Hayal ettiği dünyası mı yoksa korktukları mı? Hiç tanıdık gelmiyordu. Ancak büyülenmiş gibiydi. Çevresinde alabildiğine gelincikler uzanıyordu. Birkaç börtü böcek cızırtısından başka hiçbir ses duyulmuyordu. Etrafına baktı. Uzakta karlı dağlar, nazlı bir gelin gibi duruyordu. Gökte ise engin bir denize benzediğinden habersiz gökyüzü… Tanıdık bir yerler ya da bir insan bulmak amacıyla yürümeye başladı. İleride bir göl vardı. Belki bir rüyadayım, belki yalnızca hayâl görüyorum diye düşünerek göle doğru ilerledi. Suyun kenarına geldiğinde yüzüne su çarpıp kendine gelmeye çalışmaktan başka bir fikir aklına gelmiyordu. Biraz su almak için eğildi. Sudaki aksini görünce titreyip şaşkınlıkla yere düştü. Gördüğüne akıl sır erdiremedi. Bu yaşanılan imkânsızdı. Ama nasıl olur? Sakinleşmeye çalışıp tekrar sudaki aksine bakmak için eğildi. Manzara aynıydı. Gözlerini ısrarla ovuşturdu ama nâfile. Kendi yüzüne yabancıydı. Akisteki bu yüz başkaydı. Bu yüz, az önce fakültedeki panoda gördüğü Neşe öğretmendi.  Birden aklını yitirecek gibi oldu. Derken daha fazla düşünmeye fırsat bulamadan göğsünde bir sızı hissetti. Eliyle göğsündeki sızıya bastırırken damlayan kanları fark etti. Telaşlandı. Eli kan içinde kalmıştı. Sadece eli mi? Göğsünden de kanlar damlıyordu. Bayılacak gibi oldu. Yavaş yavaş dünyası karardı. Sanki gelincik tarlasında akşam olmuştu. Gözlerinin kapanışına engel olamadı ve oracıkta toprağa yığılıp kaldı.

Şehâdete ermiş bir kutlu bedenin içine hapsolmuştu Neşe. Bundan sonra bu rüyâ hâlinde bambaşka acılar tadacaktı. Bütün duyguları iliklerinde hissedecek, gerçek hüznün ve bir parça gururun ne olduğunu anlayacaktı.

Gözlerini tekrar açtığında bir evin içerisindeydi. Karşısında duran takvim yaprağı gözüne çarptı. Târih 26 Ekim 1993… Derin bir iç çekti. Bu târih Neşe öğretmenin canına kahpece kıyıldığı târihti. Sözler döküldü ağzından ama konuşan kendisi değildi. Sesini duyurmaya çalıştı ona. Başarılı olamadı. Çünkü artık şehâdet şerbetini kana kana içmeye hazırlanan Neşe öğretmendi o. Her konuşmaya çalıştığında yalnızca Neşe öğretmenin sesi çıkıyordu. Ona gel gidelim buradan diyemiyordu. Neşe öğretmen ise konuşmaya devam ediyordu. Sonradan Neşe öğretmenin babası olduğunu anladığı bir adam belirdi karşısında. Birbirlerinin hâl hatırlarını sorduktan sonra akşam yemeği hazırlamaya koyuldular. Zâten okulun tâdîlâtı için açılmışlar, bu sebeple de sofraya koyacak çok bir şey bulamamışlardı. Biraz sivri biber, ekmek ve yoğurt onların azıklarıydı. Neşe öğretmen sivri biberleri kızartmak üzere piknik tüpüne yöneldi. O sırada dışardan köpek sesleri geliyordu. Sürekli havlamalar ne yaşayacağından habersiz Neşe öğretmeni heyecanlandırdı. Bizim Aykız’ımız Neşe ise bir şeyler olacağını o an hissetti. İçi gidiyordu ama engel olamıyordu. Aniden kapı sertçe vuruldu. Ev ahâlisi bu saatte kapının çalınmasını yadırgayarak “Allah Allah, bu saatte hayır olsun.” dediler. Baba kapıya yönelip “Kim o?” diye sordu. Karşıdan gelen cevap tedirgin ediciydi. Hoca hanımla bir şey konuşacaklarını söyleyen bu adamları duyunca babası, tereddüt ederek kızına baktı. Neşe onaylayan bakışlarla kapıyı açmaları gerektiğini söyledi. Aralanan kapıyla beraber karşılarında iki silâhlı adam gördüler. Kapı açılır açılmaz Neşe’nin babası Hasan Bey, yüzüne atılan tokat ile yere düştü. Babasının burnundan kanlar geldiğini gören Neşe öğretmen bağırmaya başladı. Bir yandan da teröristler bağırıyordu. İçlerinde şivesi düzgün olan, ağzından köpükler saçarak konuşuyordu. Sözde Kürdistan’a! hiçbir Türk öğretmeni sokmayacaklarını söylüyordu. Neşe öğretmen sonunun ne olacağını bilmeden konuşmaya devam ediyor, işinin sâdece buradaki çocuklara eğitim vermek olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ama nâfile. Hâinlerin gözlerini kan bürümüştü bir kere. Bu kalleşlerin niyetleri belliydi. Neşe öğretmen yardım gelmesi için bağırmaya devam ediyor ancak gelen giden olmuyordu. Sesini duyan yoktu. Ya işitmiyorlar ya da kulaklarını kapatmış duymamak istiyorlar diye düşündü Neşe öğretmen. Bir cesâretle onlara karşı çıktı. Zâlimlere ölümden korkmadığını haykırıyordu. Ölümün karşısında dimdik duran Neşe öğretmenin aksine babası Hasan Bey, kızına zarar gelmemesi için çok dil döktü. O an Hasan Bey şakağında namlunun soğukluğunu hissetti ve oracıkta kanlar içinde yere yığıldı. Neşe’nin vücudu buz kesmişti. Gözlerinin önünde babasının cansız bedeni, ruhunda acı ve öfkeyle karışık bir his. Aniden kafasında bir sızı hissetti. Teröristler saçlarından tutmuş, zorla onu sürükleyerek evden çıkarmaya çalışıyorlardı. Dipçik darbelerinden ve tekmelerden yarı baygın hâldeydi Neşe öğretmen. Onu köyün karşısındaki tepeye sürükleyerek götürdüler. Hâinlerin devamı oradaydı. Bir anda beş kişi oldular. Sonradan gelenlerden biri, kalaşnikofu seriye alıp mermileri Neşe öğretmenin göğsüne boşalttı. Yetmezmiş gibi diğer göğsünü de hedef alıp tetiği çekti. Neşe öğretmen son nefesini veriyor, yüzünden ise korku okunmuyordu. Gözleri de bir o kadar donuktu. Tekirdağ’dan Diyarbakır’a ışık olmaya gelmişken hâinler Neşe öğretmenin gözlerindeki ışığı söndürdüler.

Neşe öğretmenin vücuduna isâbet eden mermilerin sancısıyla bizim Aykız yeniden uyandı. Yine o güzelim gelincik tarlasındaydı. Ancak ortalıkta kan kırmızısı gelinciklerden eser yoktu. Dağlar aynı dağlardı. Göl ise aynı yerinde duruyordu. Yine aksini kontrol etmek için suya ilerledi. Artık suda gördüğü yansıma kendisiydi. Gördüklerinin etkisinden çıkamamıştı. Eline yüzüne su çarpıp kendisine gelmeye çalışıyordu. Biraz rahatladıktan sonra kendini çimenlere attı. Gözlerinden akan yaşlar durmuyordu. Neşe öğretmenin dünyaya vedâsına ağlayıp dövünüyordu. Arkadan bir ses “Üzülme.” diye seslendi. Kafasını çevirdiğinde panodaki onlarca öğretmeni gördü. Gelinciklerin yerini öğretmenler almıştı. Hepsi buradaydı. Her biri huzur içinde Aykız’a bakıp gülümsüyordu. Aykız ise şaşkın. Dudakları konuşuyor, dilinden daha önce hiç duymadığı o dizeler dökülüyordu:

 

“Yatağında ölmeyi hatırından sök, çıkar!
Döşeğin kara toprak, yorganındır belki kar…
Sen gurbette kalırsan, ben ölürsem ne çıkar?
Ruhlarımız buluşur elbet ‘Tanrıdağı’nda…”

 

Bizim Aykız bu sözlerin ardından, şehâdete ermenin huzuruna kavuşmuş Neşe ve diğer öğretmenleri görünce aynı huzurla gözlerini yumdu.

Yeniden gözlerini açtığında nihâyet kendini panonun önünde buldu. Şâhit olduklarının kederini iliklerinde hissetti ama ona dayanma gücü verecek bir hayali vardı artık. Bu yol onun dünyası, arzuladığı düzeniydi. Kendisini var etmek için yolu aydınlatacak bir yıldızdı. Zihninde daha önce babasının ona hediye ettiği bir kitapta geçen sözler yankılandı: “Bedenler, beyinler ve sevdalar bu toprağa gübre olabilir… Ve her yıl çiçekler yeniden büyür!” O çiçeklerden biri bizim Aykız olmalıydı. Gelincik tarlasında gördüğü diğer öğretmenler gibi… Şimdi sâdece adları aynı değil kaderleri de ortak olacaktı. Neşe öğretmenin kaldığı yerden Aykız devam edecekti. Aykız aklında bu düşüncelerle berâber artık daha emin adımlar ve keskin bakışlarla yoluna devam etti.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.