Gece gökte ay, saltanatını kurmak üzereyken, etraf karanlık ve sessizdi. Yeryüzü sanki ölüm suskunluğuna kapılmıştı. O sırada kuşların hepsinin birden uyuduğu zannına kapılıyordu ki ansızın cıvıldayan bir kuş onu yanıltmıştı. Yalnızdı. Yalnız olmayı seviyordu. Fakat şimdi onun bu yalnızlığına öterek karşılık veren bu kuşta nereden çıkmıştı? Üstelik sesi öylesine buruktu ki yüreğine hasret hançerini vuruyordu. Bu hissi en son ülkesinden ayrı kaldığı vakitlerde yaşamıştı. Okulunu bitirip, dil öğrenimi görmek için güle oynaya gittiği vakitler…O zamanlar, uzakların bir öneminin olmadığını düşünüyordu. Ama yanıldı. Artık yanılmak istemiyordu. Tabi bunun birçok nedeni vardı. Sanki engellerle dolu bir yolun üzerinde yolculuk yaparken, geçmeyi başaramadığı her tümsekte duraklıyordu. Hatta tökezleyip düşüyor ve her düşüşte tekrar ayağa kalkmakta güçlük çekiyordu. Gün geçtikçe biriken yorgunluk, omuzlarındaki yükü dayanılmaz kılıyordu. İçinden “Keşke İhtiyar da yanımda olsaydı, “ diyerek hayıflandı. Lâkin onu kaybetmişti. Umudunu yitirmek üzereydi. Bir daha onun ne sesini duyabileceğini ne de ona akıl danışabileceği sâmimi bir muhabbeti yapabileceğini sanmıyordu. Eğer bir yanılgı gelip onu bulacaksa, bu ancak İhtiyarı yeniden bulabilme ümitsizliğinde olmalıydı. İnsan, her defasında yeniden yeşerecek hayallerle yaşamaya muhtaçtı. O her şeye rağmen yine hayaller kuracak, yanılacak, yolda tökezleyecek ve düşecekti. Ama her defasında yeniden ayağa kalkacak, yalnız başına kalsa bile yine yolunda yürümeye devam edecekti. Kayseri’ye atandığından beri, İhtiyarı bulmak için birkaç denemede bulunmuştu ama nâfile. Bir türlü bulamadı. Şimdi yine onu nasıl bulacağını düşünüyordu. Bu düşüncelere dalarken kendini dünyadan soyutlamıştı. Öyle ki Mahpâre’nin yanına geldiğini, kendisine seslendiğinde ancak anlayabildi. Mahpâre:

-Heh.. Burda mıydın? Senden bir haber gelmeyince telaşlandım. Kukumav kuşu gibi oturmuş kara kara ne düşünürsün yine?  İhtiyarı mı?

-Evet, onu düşünüyorum. Dalmışım öylece. Haber yok. Aradım fakat nerede olduğunu bir türlü bulamadım. Şimdi ne yapmalıyım Mahpâre?

Dedi ve ondan bir mucize gerçekleştirmesini bekler gibi yüzüne baktı. Acı çektiği her halinden belliydi. Çâresiz görünüyordu. Fakat asıl çâresiz olan kimdi? Çakır mı yoksa Mahpâre mi? İnsanın kendi çâresizliği mi daha kötüydü yoksa sevdiğinin, bu çâresiz ıstırabını, elleri kolları bağlı izlemek mi? İhtiyar bunun cevabını yıllar önce vermişti. Çakır bu soruların cevabını adı gibi biliyordu. Ya Mahpâre, onu anlayabiliyor muydu? Bu şimdilik bilinmez görünüyordu. Yumuşak ve aynı zamanda meraklı bir sesle:

– Kaç zamandır bu İhtiyarı düşünür durursun. Bunun nedenini kavramakta güçlük çekmekteyim. Belki de İhtiyarı tanımadığımdandır, bilmiyorum. Senin için kıymetli birisi olmalı elbette. Neyse. Peki, onu bulmak için ne yapmayı düşünüyorsun? Hem ben de yardımcı olmak isterim. Tabi, sen istersen.

Dedi ve sustu. Çakır, dalgın görünüyordu. Neler düşünüyordu kim bilir.  Mahpâre, bunları öğrenmek istese de bir türlü başaramıyordu. Boş gözlerle etrafı seyretmeye başladı. O sırada Çakır ise kendini düşüncelere bırakmıştı. İçinden “Keşke İhtiyar da burada olsaydı,” diye hayıflandı. Bu soruların cevabını ancak o verebilirdi. Çakır, önceleri ihtiyarı anlatmak gayretine düşmüştü. Lâkin bu çabaların ne kadar beyhûde olduğunu geç de olsa anladı. İhtiyarı tanımak için ancak onu görmek gerekiyordu. Anlamak içinse onunla birlikte bir hayli mesâi harcamak gerekiyordu. Gerçi o anladı da ne oldu? Tahsili için memleketten ayrıldığı vakit, İhtiyar’a vedâ bile edememişti. Oralarda ihtişama yenik düştüğü zamanlarda, onu aklından çıkarıvermişti. Bir zamanlar hayranı olduğu ve kendisinin de çok sonraları kabul ettiği aşağılık duygusunun tesiri altındayken, Garp medeniyetinin müziğine, diline, estetiğine ve kıyâfetlerine kadar duyduğu hayranlık yüzünden memleketini unuttuğu o günlerde, ona iki satır mektubu çok görmüştü. Bunlar aklına geldikçe kendinden utanıyor, yüzü aniden kızarıyordu. Ama azmetmişti. Zaman hızla akıyordu. Elbette, onu bir şekilde bulacaktı . Geç kalmamalıydı. Dalgın gözleri onun cevap vermesini bekleyen Mahpâre’ye takıldı. Onu bekleterek ona  haksızlık ettiğini fark edince söze başladı:

-Bâzen kendimi zincire vurulmuş gibi hissediyorum. Öyle ki, bu zincir ellerime ve ayaklarıma değil dilime vuruluyor, aha şu dilime. İhtiyar’ı sana anlatmayı çok istiyorum fakat onu anlatacak kelimeleri bulmakta güçlük çekiyorum. Sonra kendime öfkeleniyorum anlatamadığım için. Diyeceğim o ki, onu anlatmak yerine bulacak ve seni onunla tanıştıracağım. Tabi öncelikli olarak buradaki vazîfemi tamamlamam gerekiyor. Yardım teklifin için teşekkür ederim. Burada elim kolum bağlandı. Bir an önce İstanbul’a gitmeliyim.

Dedi. Dilinden son kelimeler dökülürken yutkunmuştu. Üzerinde pek durmadı. “İstanbul’a gitmeliyim” sözlerini duyan Mahpâre’nin  ise yüreğini  bir hüzün kapladı. Hüznünü Çakır’a belli etmemek için, yüzüne hafif bir tebessüm kondurdu. Sonra:

-Rica ederim, ne demek. Kendini yıpratma lütfen. Ben bulacağına inanıyorum, sen de inan.

İkisi de çekingendi. Sâhiden ne olacaktı? Tabi ki önünde sonunda yolları ayrılacaktı. Tabi ki, bütün varlıklar için yokluk asıldı. Fakat yine de bu ayrılık fikri akıllarına geldiğinde kalplerini bir hüzün kaplıyordu. Ertesi gün mesâi bitiminde buluşmak için buruk bir şekilde vedâlaştılar.

………..

İkisi de güneşin ilk ışıkları ile birlikte uyanmışlardı. Çakır Kayseri’ye ilk geldiğinde görüp gezilecek yerler ile ilgili bir araştırma yapmış fakat geldiğinden beri bir türlü buraları gezme fırsatını bulamamıştı. Bugün fırsat bulunca gitmeyi kararlaştırdılar. Mahpâre de onunla gelmek istemişti. Sabah erkenden buluşacaklardı. Gidecekleri yer yakındı. Hava soğuk, yerler ıslaktı. Sokaklar tenhâydı. Başıboş birkaç sokak köpeği dışında kimsecikler yoktu. Kuşlar bile yenice uyanıyordu. Çakır, arabasıyla Mahpâre’yi aldı ve yola koyuldular. Yolculuk boyunca pek konuşmadılar. Fakat bir aralık radyoda bir türkü çalınca ikisi de beğenmiş olacaklardı ki, birbirlerine gözleriyle etkilendiklerini işâret ettiler. Çakır o sırada hem etkilenmiş hem de üzülmüştü. Çünkü türkünün sözlerindeki anlam ve derinliği daha yeni keşfediyordu. İlk mûsikî dinlemeye başladığı zamanlar hatırına gelmişti. O zamanlar yabancı mûsikî dinlemek için kendini zorlamıştı. Hatta başlarda zevk almamıştı bile. Yine de inatla dinlemeye devam etmişti. En sonunda zevk duymayı başarsa da anlam ve duyguyu tam mânâsıyla kavrayamıyordu. Peki, bu zulmü kendisine neden yapmıştı? Arkadaş çevresi ve kendine örnek teşkil eden kişilerin sırf yabancı mûsikî dinliyor olması ve kendisinin de onlara benzeme hevesi değil miydi kendisine bu zulmü yaptıran? O sırada türkü devam ediyordu:

“Saçını boynuma ağam aman dolar ağlarım ey

Verseler yârimi yanıma güler oynarım ey

Arabaya taş koydum

Ben bu yola baş koydum

Seni gelecek diye

Sol yanımı boş koydum”

İste gerçek sanat bu değilse başka neydi? Yürek yangını birkaç kelimeyi bir araya getirerek; ayrılığı, beklemeyi, sevgiyi ve sitemi bu kadar içten hissetmenin ve anlamanın sırrı uzaklarda değil, türkülerin içinde gizliydi. Okyanus varken, gölde gemi yüzdürmeye çalışmanın anlamı yoktu. Bu arada gidecekleri yere gelmişlerdi. Arabayı müsait bir yere bıraktıktan sonra ziyâret edecekleri evin ön bahçesine yöneldiler. Tabiatta eşine zor rastlanır bir manzaraya şâhit olacaklardı. Heyecanlıydılar. Manzarayı gördüklerinde öylece kalakaldılar. Fotoğraflarda göründüğü gibi değildi. Biraz vakit geçince Çakır:

-Şuraya bak Mahpâre. (Eliyle Erciyes’in karlı doruklarını işaret ediyordu.) Sonra şu önünde durduğumuz eve dön ve bir bak. Birazdan sana anlatacaklarımı düşlemeye çalış, lütfen.

Dedikten sonra döndü ve ona baktı. O da “ tamam”  der gibi başını aşağı yukarı salladı. İkisi de susuyordu. Bu sırada Çakır’ın gözlerinde, Selîmiye bütün ihtişamıyla gün yüzüne çıkıyordu. Oysaki, önceden ne kadar da küçümser ve görmezden gelirdi onun gibi yüzlerce şâheseri! Mimar Sinan’ın doğduğu ve büyüdüğü yer olan Ağırnas’taydılar. Ve İhtiyar’ın ona çok önceleri söylediği sözleri dün gibi hatırındaydı:  “Ah Çakır oğlum ah! Gençlerimiz ve tabi ki bâzı aydınlarımız(!) ne yazık ki Batı medeniyetinin ilim ve teknikte bizden  önde oluşuna aldanarak diğer tüm alanlarda da üstün olduğu mânâsını çıkarıyorlar. Onlara hayran kalmaktan kendi kültürümüzün, estetiğimizin, mimarimizin  ve dahi musikimizin değerini bilmez olduk. Yüzünüzü Batı’ya veya bir başkasına değil, kendinize dönün, kendinize! Fertlerin kendi kültürünü, estetiğini ve demin saydıklarımı tam manasıyla anlayabilmesi ve bunların kıymetini gerçekten görebilmesi için ilgi göstermesi ve onunla yoğurulup pişmesi gerektir. Önce kendi değerlerinizi tanıyın!”

İhtiyar’ın ne kadar hâklı olduğunu yeni yeni anlıyordu. O zaman bu sözler onu etkilememiş, havada kalmıştı. Hatta yurt dışında iken oradaki mûsikî ve mimarî ile kendi milletinin estetik ve mûsikîsi arasındaki farkları bulmayı denemiş ama becerememişti. Çünkü onları daha iyi tanıyor, kendi değerlerine yabancı kalıyordu. Bir Batılı için bu eserler çok şey ifâde ediyordu. Fakat kendisi için? Asla! Bu, ne o eserleri küçümsemekti  ne de o eserleri kıymetsiz hale getirme çabasıydı. Bunu anladığı anda hayatında birçok şey değişmişti. Memlekete döndüğünde ucu bucağı olmayan bir hazînenin onu beklediğini,  işte orada anladı. Bunları düşünürken Mahpâre’nin kendisini izlediğini fark etti. Onu unutmuştu. Bunu son zamanlarda çok sık yapıyordu. Mahcûbiyet içinde:

-Hay Allah, dalmışım kusura bakma. Ne diyordum?”

Dedi ve bilerek cevap vermesini bekledi. Mahpâre bozulmuştu. Yine de sesini yumuşatarak:

-Bir şeyler anlatacaktın. Hayal kurmamı istemiştin ya ne çabuk unuttun?”

Yüzündeki sitem net bir şekilde anlaşılıyordu.

-Sana anlatacaklarımı düşünüyordum ki, ben kendim düşlere dalmışım.

Mahpâre kırılsa da bir an önce anlatmasını istiyordu. Anlatacaklarını iyice merak etmişti . Yüzüne ufacık bir tebessüm koyarak:

-Haydi, anlat artık. Daha fazla meraklandırma beni. Kızmaya başlıyorum artık.

Dedi ve Çakır’ın güldüğünü fark etti. O kızdıkça güzelleşiyor gibi geliyordu. Bu yüzden onu kızdırmayı seviyordu. Çakır öksürerek sesini düzeltti ve bir anda ciddileşti. Hemen söze girdi:

-Tamam tamam kızma, hemen anlatıyorum. Şimdi hayal et. Bir sonbahar gününde, sararmaya yüz tutmuş üzüm bağlarının arasında küçük bir çocuk oyun oynuyor. Arada bir başını kaldırarak Erciyes’i izliyor. Tek başına, kimsesiz görünen bu evde, bu küçük çocuk asırlar önce yılkı atları misali, alabildiğine koşturuyor. Her sabah, güneş gözlerini kamaştırırken o, yirmi iki yaşına gelene  kadar her gün bu manzarayı seyrediyordu. Bir dahi burada filizleniyordu. Beni daha çok hayrete düşüren şey ise onun keşfedilebilinmiş olması. Demem o ki, bu dâhiyi fark edenlere ne demeli?  Milyonlarca kilometre toprağı adaletle yönetenlere, bunca vâzife ve sorumluluk arasında medeniyetler inşâ edebilecek nesilleri bulabilenlere… Türk‘ün ve İslam’ın estetikte âdeta dili olmuş bu sanatkârı, Kayseri’nin Ağırnas köyünden, Anadolu’nun sînesinden bulmak ne de zor olsa gerek! Düşünsene, telefon yok. Televizyon, uçak ve araba yok. Bir yerden bir yere haber gitmesi bile günlerce hatta aylarca sürüyor. Uzak mesâfeler için iletişim oldukça sıkıntılı. Bu şartlar altında bunu gerçekleştirmek ise imkânsız gibi görünüyor değil mi?”  Yorulduğunu hissetmişti. Elindeki şişeden bir iki yudum su içti. Aynı zamanda onun bu konudaki düşüncelerini de merak ediyor, oldukça mühim görüyordu. Mahpâre ise bu soruyu beklemiyor gibiydi. Konuşmaya başladı:

-Evet, çok haklısın. Günümüzde bile birçok imkâna sâhip olmamıza rağmen, yeteneği hebâ olup giden milyonlarca genç var. Genç nesiller ellerimizden kayıp gitmekte. Mesele eğitimin ta kendisinde ya işte…

Çakır araya girerek:

-Gün geçtikçe millîlikten uzaklaşan eğitim sistemimiz, dâhîlerin ve kahramanların yetişmesinin temel kaynağı olmalıyken, onları çarklar arasında tek tek öğütüp un ufak ediyor! Ve hatta ne büyük üzüntüdür ki gençlerimiz çâreyi yabancı ellerde yaşamakta buluyor. Kendini gerçekleştirme imkânı ve fırsatı bulamadıkça boğuluyorlar, bir başka kurtarıcıya muhtaç oldukları zannına kapılıyorlar. Fakat yine de tüm bu şartlara yenik düşmeyen vatan evlatları yetişmiyor da değil. Onlar, bu devranı değiştirecek umut ışıklarıdır!”

-Bu ışığın sâhipleri nerede? Kimdir onlar? Gün geçtikçe ümitsizliğe kapılıyorum bütün bu olanlar yüzünden.

Çakır ellerini gökyüzünden toprağa doğru açarak:

-İşte onlar burada, bu yetim Anadolu toprağındalar! O ışığın sahibi sensin! Benim! Biziz! Kendinden, kimliğinden başka kurtarıcıya ihtiyacı olmayanlar! Mesuliyet alıp kendisinin değil başkalarının saâdet ve refahını düşünenler! Ve bu şuurla hayatını devam ettirenler! Ah keşke İhtiyar’ı daha önce anlayabilseydim!

-Tamam, onlar biziz diyelim ama bizler ne yapabiliriz ki?

-Gerekeni ,sâdece gerekeni! Sanatta, edebiyatta, estetikte, ilim ve teknikte üstümüze düşen vazîfeye dört elle sarılarak; sevdiğimiz ve yetenekli olduğumuz alanlarda milli kültürümüzü esas alarak onun yeniden medeniyetler dairesine yükselişini sağlayabiliriz. Tek başımıza kalsak bile yılmadan bu uğurda ömür tüketerek…

-Böylesi bir hayat çok zor olsa gerek. Ben bütün bu dediklerini yapabilir miyim bilmiyorum.

-Yapabilirsin, yapabiliriz. Eminim. Eminim çünkü maziden, târihimizden alıyorum bunların gerçekleşeceğine dâir inancımı. Asırlardır emekle biriken hâfızanın kıymetini biliyorum. Bunu bana ihtiyar öğretti. İşte ona duyduğum hasret de bu yüzdendir.

Gözleri dolmuştu, utanmasa çocuklar gibi ağlayacaktı. Bunu fark eden Mahpâre ise daha fazla soru sormadı. Sadece ona inanmakla  yetindi. Çakır ise ona gülen gözlerle cevap verdi. Anlaşmak için sözlere gerek yoktu. Eve gitme vakti yaklaşırken manzaranın tadını çıkardılar. Mimar Sinan’ın doğup büyüdüğü evi doyasıya gezdiler. Eve dönüş yolunda ikisi de mesuttu. Fakat nereden estiyse Çakır’ın aklına üniversiteden arkadaşları olan Ömer ve Metin geldi. Sahî ya, şimdi onlar ne yapıyorlardı? En son görüştüklerinde ikisinden de hoşnutsuz ayrılmıştı. Araları bozuktu. Onları daha önceleri tanıyanlar için bu şaşılır şeydi. İki tarafın kavgalarında genellikle uzlaşma gayretini gösterenin hep Çakır olduğu biliniyordu. İkisi de söylediklerini kabul etmeseler, hatta  onun haklı olduğunu bilseler de kendilerine yediremeyip yine bildiklerini yaparlardı. Çakır uğraş vermişti. Fakat hatâlarında ısrar etmeleri, artık beyhûde bir çaba içinde olduğunu ona göstermişti. En sonunda hakikâti görmesi onu da bir taraf yapacak, haklılığından doğan kuvvetle onlara mukâvemet gösterecekti. Peki, onun hakikâti neydi? Ömer ve Metin ile neden husûmet yaşamıştı?  Bu soruların cevabını mazîden çıkarıp bulmak istese de meselenin üzerinde pek durmadı. Zâten ihtiyarı bulamamak canını sıkıyorken, bir de bunları düşünmek istemiyordu. O ne kadar düşünmek istemese de kendini bir anda bu olayların içinde bulacaktı. Bu durumdan habersiz, Mahpâre’yi evine bıraktı. Adını koyamadığı duygular içinde evine ulaştı..

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.