Son zamanlarda insanımızın en küçük bir sebepten patladığı görülüyor. Sık sık kabalık ve zorbalık yaşanıyor. Hele sağlık kuruluşunda “Maskenizi takın!” îkazından dolayı görevliyi tartaklamak, darp etmek iş mi? Her vesile ile kaba kuvvet kullanmak şart mı? Tüketmek ve tüketme aracı paranın en yüce değer olduğunu kabul ettiren anlayış insanımızı bayağılaştırmış ve kabalaştırmıştır. Bugün herkesin farkında olduğu kabalık ve zorbalığın kaynağı budur. Biz böyle miydik? Nereye gitti Yunus Emrelerin yoğurduğu toplum? Nerede o ilâhîleri söyleyen insanlar?
Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil
Hani o seyyahların, diplomatların, dost düşman bütün yabancıların övdüğü millet? “Avrupa’da nezâket çok defa kin ve garazla hıyânet ve ihâneti örten bir perde olduğu halde Türklerde bilakis millî seciyelerini teşkil eden sarsılmaz hakkâniyet ve adâletle hayırhahlık ruhunun tabiî bir neticesidir.”
“İstanbul Türk halkı Avrupa’nın en nâzik, en kibar insanlarıdır. Sokaklarda kavgaya ender rastlanır. Kahkaha sesi nadiren işitilir. O kadar müsâmahakârdırlar ki ibâdet saatlerinde bile câmilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğümüz kolaylığın daha fazlasını görürsünüz.”
BİZE NE OLDU?
Kültür ve dinden, edebiyat ve sanattan uzaklaştık. Mânevi dünyamız daraldı. Oysa merhum Mehmet Kaplan’ın söylediği gibi “Bizim kâinat ve hayat görüşümüz, ahlâk telakkîmiz, içtimâî teşkîlâtımız, mîmârîmiz, resmimiz, mûsikîmiz, edebiyatımız, örf ve âdetlerimiz, hülâsa teferruatına varıncaya kadar bütün varlığımız, asırlarca İslâmiyet’le yoğrulmuştur. Din, Türk Milleti’ni binlerce yıldan beri ayakta tutan en büyük sütundur. Onu yıkmaya çalışan Türk Milleti’ni de yıkar.” (1)
Gerçekten “Ortada okunacak güzel bir yazı, dinlenecek hoş bir söz olmadığı hükmüne varacak kadar ruhumuz kararmıştı. Açıkçası lisanına, şiirine, mûsikîne ve târihine ve her şeyden aziz Türk kültürüne hasret kalanlar kendi öz vatanlarında yabancı duruma gelmişler ve neye uğradıklarını şaşırmışlardır.” (2)
Oysa bütün dünyada edebiyat ve sanat milletlerin kendi kültürlerinden besleniyor. Çin’de, Japonya’da bu böyledir. Hindistan özellikle sinema sanatında kendi kültür ve değerlerini dayatıyor. Batı’da ise güzel sanatların bütün alanlarına Hristiyanlık dini ve kültürü damgasını vurmuş. Meselâ müzikte “Boney M. topluluğu (1979’da) Rivers of Babylon adlı şarkısı ile bütün dünya gençliğini dans ettirdi. Şarkının ilk sözleri neydi? ‘’Babylon Nehri’nin kenarında oturduk, Kudüs’ü hatırlayınca ağladık…” (3) Her millet sanatını kendi din ve kültürüne dayamış ve sanat eseri meydana getirirken kendi değerlerini kullanıyor. Çünkü kültür ve sanat milletler mücâdelesinin en önemli araçlarından. Büyük zenginler; ünlü holdingler, kültür merkezleri ve müzeler açıyorlar. Koleksiyonculuk gittikçe yaygınlaşıyor.
Biz ise AVM’ler açıp tüketiyor ve vakti harcıyoruz. Hem de hiç düşünmeden, tedirginlik duymadan. Bizim de dünya gençlerini statlara dolduran yıldız sanatçımız, gişe yapan dünya çapında sinemamız olmayacak mı?
Türk kültürü efsâne ve destan bakımından eşsiz zenginliktedir. Güçlü, şahsiyet sahibi gerçek kahramanlarla doludur. Edebiyatımız, mûsikîmiz küçümsenemez. Aksine onlarla övünebiliriz. Yakın zamanlarda büyük milletlerin müziklerini konu edinen bir albüm dinlemiştim. Her milletin müziği günümüze göre aranje edildiği halde sıra bizim mehter müziğine gelince “Buna dokunmaya gerek yok. Aynen kalsın.” demişler. Bu, gerçekten bir övünç vesilesiydi. Ülke kalkınması kültür ve sanatla mümkündür. Çünkü toplumu harekete geçirecek şey kültür ve sanat faâliyetleridir. Merhum Mehmet Kaplan şu sözleri bunun için söylemiş olmalıdır: “Yedi asır önceden seslenen Yunus idealizmi ile günümüzdeki Akif’in realizmini gerçekte cemiyeti kuşatan bir mânevi atmosferin tamamlanmış son halkası sayabiliriz. Aslında bu şemsiye altına çekilebilecek insanımız, özellikle de aydınımız… kendi kaynağımıza döndürülebilirdi.” (4)
Netîce olarak merhum Necip Fazıl’ın “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!” sözünü anlayıp “Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur” idrakine, inancına kavuşmalıyız. Çünkü “yedim, içtim, yattım, kalktım” şekline dönüşen bir hayattan metafizik gerilim, ebediyet duygusu duyulmuyor. İncelik, rûhî derinlik kazanılmıyor. Destan yazılmıyor, Gelibolu’daki anıt dikilmiyor:
‘’DUR YOLCU BİLMEDEN GELİP BASTIĞIN
BU TOPRAK BİR DEVRİN BATTIĞI YERDİR.’’
KAYNAKÇA
(1) Muhsin İlyas Subaşı, Türk Edebiyatı, Mart 1986, (s. 50)
(2) Sadri Sarptır, Türk Edebiyatı, Mart 1986, (s. 26)
(3) Suzan Çataloluk, Türk Yurdu, Mart 2012, (s. 607)
(4) Muhsin İlyas Subaşı, adı geçen yazı, (s. 50)
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.