“Bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından, terakkiyatından istifâde edelim, lâkin; unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.”
Gazi Paşa, bu sözleri söylerken birçok meselenin farkındaydı ve milleti için yaptığı her işi farkında olduğu meselelerin ışığında gerçekleştirdi. Biz Türk gençliğine, emanet edilmiş olan ve “Benim en büyük eserimdir” dediği Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni tesis ederken de, milletin yıllar içinde oluşmuş tecrübesini bir kez olsun göz ardı etmedi. Çünkü kültürümüz, Gazi Paşa’nın farkında olduğu önemli meselelerden birini teşkil ediyordu. Zaten bunu yapılan işlerden pekâlâ anlayabiliyoruz. Biz de bu yazımızda, millet tecrübesinin yani kültürümüzün ne olduğundan, nasıl oluştuğundan ve bizler için ne ifâde ettiğinden, bildiğimiz kadarıyla ve dilimizin döndüğünce bahsetmeye çalışacağız.
İnsanoğlu, yaşamı boyunca hayatını idâme ettirecek birtakım bilgileri öğrenir ve uygulamaya koyar. Doğduğumuzda kendi ihtiyaçlarımızı kendimiz karşılayamadığımız için bir başkasına muhtaç oluruz ama büyüdükçe işler değişir. Yaşımız ilerledikçe elde ettiğimiz yeni bilgileri harmanlayıp zamanı geldiğinde hayatın akışı içerisinde şekillendiririz. Bu şekillenen bilgilere günlük hayatımızda tecrübe diyoruz. Meselâ yeni doğmuş bir bebek, sıcak bir şeyin elini yakacağını ve bunun sonunda canının acıyacağını bilmez. Ta ki biraz büyüyüp sıcak çaydanlığa ya da sobaya dokunana kadar. Bu onun canını yakar, belki de dakikalarca ağlatır. Oraya tekrar dokunduğunda başına neler geleceğini, acı verici bir yolla fakat iyi şekilde öğrenmiş olur. Artık buna göre hareket eder ve ilk tecrübesini kazanmış olur diyebiliriz.
Anlık edindiğimiz tecrübelerin dışında bâzı konularda oluşacak olan tecrübelerimizi kazanmak uzun yıllarımızı alabilir. Ve tecrübe kazanma işi kişiden kişiye farklılık gösterebilir. Bâzen tecrübelerimizi kazanırken çok üzülebilir, çok acı çekebilir veya çok etkilenebiliriz ama bu süreçte edindiğimiz tecrübelerimiz kısa zamanda oluşanlara göre daha kalıcıdır. Çünkü insan, buhran yaşadığı zamanlarda kendini daha iyi eğitir. Olaylardan daha iyi dersler çıkarır ve daha mücâdeleci olur. İnsan, tecrübe kazandıkça da kendine göre bir mekanizma geliştirir. Bu mekanizmada olaylara verilecek tepkiler ve tavırlar, edinilen tecrübeyle sıklaşan bir kalburdan geçerek fiiliyata dökülür. Zâten toplumda da gördüğümüz kadarıyla, tecrübeli insanlarla tecrübesiz insanlar ayrılır ve her alanda tecrübeli insanlar başarılı olur. Çünkü tecrübeli insanların yaşanmışlıkları, bu yaşanmışlıklardan çıkardıkları dersleri ve bundan mütevellid bu hayata karşı bir duruşları vardır. Olayları edindikleri bilgileriyle, tecrübeleriyle sıklaştırdıkları kalburlarından geçirerek yorumlarlar. Ardından bu tecrübelerin ışığında hareket ederler.
Buraya kadar içtimâî hayattaki ferdin ihtiyaçlarından oluşan tecrübeleri için bunları söyledik. Fertten farklı bir cemiyet birimi olan milletler için de bu söylediklerimiz geçerlidir. Çünkü milletleri oluşturan temel unsur ferttir. Yani bu iki cemiyet birimini birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir.
Fertler nasıl doğup, gelişip ve ölürlerse; milletler de aynı şekilde doğar, gelişir ve ölürler. Fert, yaşarken kendini ihtiyaçları ve zevkleri doğrultusunda geliştirebilir. Ama doğum ve ölüm için elinden gelen hiçbir şey yoktur. Milletler ise, bu konuda fertlere göre biraz daha değişiklik gösterir. Millet mefhumunun meydana geldikten sonraki gelişme ve ölme safhası milletin fertlerinin bizzat kendi elindedir. Millet ancak, kendini var eden unsurlarını koruyup, gelecek nesillerine sağlıklı bir şekilde aktarırsa ve gerektiği yerlerde, özünü bozmadan tecrübelerini tekâmül ettirirse gelişebilir. Millet, ilk doğduğunda gâyet normal olarak herhangi bir tecrübeye sahip değildir. Milletin de fert gibi yaşı ilerledikçe, kendinden farklı milletlerle iletişime geçtikçe, tecrübesi de oluşmaya ve artmaya başlar. Fert için oluşan kalbur millet için de oluşur. Ve yine millet, gelişme dönemine de bâhsettiğimiz kalbur sonucunda ulaşabilir.
Milletler, bir insan topluluğunun arasında bâzı müşterek unsurların bir arada olmasıyla meydana gelir. Müşterek unsurlarımız dil, din, soy, vatan, tâbiyet, ülkü, menfaat, târih ve kültürdür. Müştereklerin hepsi, millet için bir değer ifâde eder ve milletin mensupları arasındaki müşterekler ne kadar fazlaysa, millet olma şuuru da o kadar artar. Çünkü insan birden çok ortak noktası olan birini kendine daha yakın hisseder. Onu diğerlerine göre daha çok benimser ve onunla bir uyum içinde olduğunu düşünür. Milleti oluşturan unsurların hepsini yapboz parçalarına benzetebiliriz. Yapbozun bir sürü parçası vardır. Hepsinin yeri bellidir ve hiçbiri başkasının yerine koyulamaz. Hepsini yerli yerine oturttuğumuzda, işin sonunda ortaya güzel bir tablo çıkar. Ancak, parçalardan birkaçının eksik olmasını bir kenara koyalım tek bir parçanın bile eksik olması yaptığımız işin bütün mânâsının kaybolmasına neden olur. Ve artık tablonun hiçbir çekiciliği kalmaz. Bu misalden hareketle şu sonucu çıkarabiliriz: Bizim de diğer millettaşlarımızla aramızdaki bağları sağlamlaştırıp eksik olan müşterekleri tamamlamaya çalışmamız lazım gelir. Böylece birbirleri arasında büyük bir bağ olan ve bu bağı her geçen gün daha da güçlü tutmayı kendine şiar edinmiş büyük bir millet olma hedefimize ulaşmış oluruz. Böylece aynı kültürün çocukları, aynı şartlar altında, aynı tarzda eserler vererek millet mefhumunu hem koruyup hem de geliştirecektir.
Biliyoruz ki, Türk Milleti’nin kökleri uzun yıllar öncesine dayanır. Buradan da Türk Milleti’nin birçok yaşanmışlığa sâhip olduğunu, yılların ona birçok tecrübe kattığını kesin olarak söyleriz. Türk târihine baktığımızda göç etme, esâret altında kalma, savaşma, cihana adalet dağıtma gibi değişik dönemlerden geçtiğini ve çeşitli roller üstlendiğini görüyoruz. Yaşanan her dönemde millet olarak kendimize bir sürü tecrübe kazandırdığımızı, bu tecrübeler sonucunda kültürümüzün şekillendiğinin farkındayız.
Dünya üzerinde birçok millet vardır ve bu milletleri birbirinden ayıran temel unsur kültürdür. Milletler nasıl ki birbirlerinden farklı ise kültürleri de birbirlerinden farklıdır, yani kültürler millîdir. Kültürden kastımız, bahsettiğimiz milleti ilgilendiren ve o millet özgü olan her şeydir. Kültürün, milletin ihtiyaçlarına binâen ortaya çıktığını Erol Güngör hocamızın yazdıklarından öğreniyoruz. Bizler de kültürün, sâdece içinden çıktığı millete mutlak mânâda faydalı olabileceğini söylüyoruz. Her insanın olaylardan alacağı ders veya yaşanan o olaydan etkilenme durumu nasıl farklılık gösteriyorsa milletlerin de kültürleri, târihleri yani tecrübeleri de farklılık gösterecektir. . Bu gâyet tâbiidir. Bunun sebebi ise kültürün, bir milletin değerlerine ve zihin dünyasına göre gelişip zuhur etmesidir.
Kültür, ortaya çıktığı coğrafyadan ve milleti oluşturan insanlardan etkilenir. Buradan da Ziya Gökalp’in ortaya koyduğu “kültürler millîdir” ifâdesini temellendiririz. İki farklı milleti kültürleriyle kıyaslayamayız. Çünkü her milletin yaşadığı coğrafya ve o millet mensup olan insanlar farklıdır.. Meselâ, soğuk iklimde yaşayan biriyle yağmur ormanlarında yaşayan birisinin giydiği kıyâfetler, kullandığı aletler, yediği yiyecekler farklıdır. İkisi de kendine ve yaşadığı coğrafyaya uygun olarak yaşar. Veya soğuk iklimdeki insanın kişiliğiyle sıcak iklimdeki insanın kişiliği aynı değildir. Bundan mütevellit de yaşanan olaylara verecekleri tepkiler farklıdır.
Kültür, biz Türk Milliyetçileri’nin ayrıca hasassiyet gösterdiği konuların başında gelir. Çünkü kültürümüz bizim varlığımızın temînatıdır. Biliyoruz ki, artık milletleri yok etmek için harp etmeye gerek yoktur. Bunun yerini kültür emperyalizmi dediğimiz olgu almıştır. Öyle ki kültürümüze her yönden balta vurulmak istenmektedir. Bunun sonucunda ise içi boş, artık hiçbir olayı kendi bakış açısıyla yorumlayamayan, atalarının tecrübelerini kullanamayan ve bu tecrübelerden faydalanamayan bir millet yaratılır. Ve gayrimillî kültür unsurları, zamanla şahsiyetsiz kalan millete aşılanır. Bunun sonucunda, tüm bu olanlara tepkisiz kalan söz konusu milletler, zaman içerisinde ölmeye mahkûmdur.
Yazımızın sonuna geldiğimizde ise şunları söyleyebiliriz: Şu anki durumda kültür emperyalizmine mâruz kalmamak için, önce biz Türk Milliyetçileri olarak bir savaşın içinde olduğumuzu kabul etmeli ve buna dayanarak hayatımızı millî kültür üzerine inşâ etmeliyiz. Aynı zamanda nasıl millî kültürü yaşamayı kendimize elzem kılmalıysak, çocuklarımıza da milli kültürü aşılamayı ve gelecek nesillere aktarmayı da kendimize ödev bellemeliyiz. Yapacağımız her tercihte milletimizi gözetmeli ona ve kültürümüze zarar verecek en ufak işten dahi kaçınmalıyız. Zâten Türk Milleti’ne kaçınması gerektiğini 8.yüzyılda Bilge Kağan, taşlarda belirtmiş, milletinin gelecek nesillerini uyarmıştı. Yapmamız gerekenleri milli birlik ve beraberlik içinde, topyekûn bir şekilde uyguladığımız vakit, târih sahnesinde gördüğümüz dünyaya nizâm veren, adaleti tesis eden büyük Türk Milleti’ne yeniden ulaşmamız hiç de zor olmayacaktır. Şu anki dünya düzeninde Türk Milleti olarak sileceğimiz gözyaşı, engel olacağımız eziyet ve yapacağımız iş çok fazladır. Bu emellerimize ulaştığımız günleri en kısa zamanda görmek; mazlûma Yunus, zâlime Yavuz olmak duâsıyla…
KAYNAKÇA
(1) Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, 1987
(2) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Ötüken Neşriyat, 2018
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.