‘’Ölmesini bilemedik Yemen! Dağınla, taşınla, senin için bağrında yatan kardeşlerimizle bizi affet!’’ diye aklından geçiriyor, dalgalarda eriyen Hudeyde’nin sönük ışıklarına bakıyordu…

Osmanlı’nın ömrünü doldurduğu son yıllarda, nicelerinin aklından geçen “Vatan bir tespih gibi dağılıyor.” cümlesi, ne acıdır ki Balkanlardan sonra Yemen’le de bütünleşti. Tespihin, dağılan kanlı boncuklarından Yemen…

Mehmed Niyazi’nin kaleme aldığı ‘Yemen Ah Yemen’ romanı, Osmanlı topraklarının Arap yarımadası coğrafyasında başlayıp 1. Dünya Savaşı’nı konu alıyor. Savaşın öncü depremleri diyebileceğimiz ihanetler ve süregelen ayaklanmaların yaşanması; hayal edilemeyecek, gerçeğe sığmayacak güçlükler olduğunu düşünsek de gerçek olması sizleri şaşırtmasın. Okurken gerçeklerin peşinden gittiğinizi görmek aynı zamanda romanın nasıl yazılmış olabileceğini de size hissettirecektir. Ucu sivrilmiş bir odun parçası aslında yazarın kalemi, yanında duran siyah mürekkep de târihî gerçeklerin ta kendisidir. Sivriltilmiş ucun mürekkebe daldırılmış haliyse yüzeyde biriken suyun damlamamaya direnen halini andırır. Temiz, bembeyaz bir kâğıdın üzerinde direnemeyen mürekkep, vicdansız İngilizlerin oyunuyla Osmanlı’yı arkadan vuran Araplar gibi kâğıda birkaç damla akmış gerçeğin lekeleridir. Leke, lâkin acı gerçekler… Farklı farklı yerlere damlamış mürekkep, romanın târihî gerçekleridir. Bağlantıları kurmak için kurumuş bir sivri uçla diğer birikintiye doğru gerçekleri yaymış ve tüm bunlarla birleştirilmiş muazzam bir eser…

Yazar, Yemen’e görev için giden Celâleddin Bey’in ve silah arkadaşlarının üzerinde dursa da romanın başrolü Yemen’dir. Romanın çerçevesi içerisinde yolculuğa devam ederken tek arkadaşınız; zamanı gelip derin sessiz çöllerde kaybolduğunuz, susuzluktan ölüme kucak açtığınız çöllerde boynu bükük, mahzun bir deve olacaktır. O zaman, develer sadece yük taşımak için değil bir hayat serüveni içerisinde can yoldaşı olduğunu anlayacaksınız. Çölde sayılamayacak kum tanelerinden biri olduğunuz zaman rüzgârın sizi farklı diyarlara taşıması için dilinizde duânız eksik olmayacak. Ama ne yazık ki Yemen’desiniz, ‘gidenin geri dönmediği’ Yemen’de. Nice vatan evladının oluk oluk kanları her karışını sulamış ama çöl yine kuraklığına doymamıştı. Yemen’in kuraklığını çöl havasını düşünürken bir anda yeşillikler içinde bulunan vadilerin, ırmakların aktığı farklı bir Yemen’le karşılaşırsanız da şaşırmayın. Zirâ kumlu toprağın yeşil olması ihaneti engellemiyordu. Yaşam, Yemen’in çöllerinde nasılsa diğer bölgelerinde de aynıydı. Böyle bir vatan parçası sırf ihanetler yüzünden göz korkutup kaçıracak değil ya! Şanlı ordumuz da bunu bir tercih olarak bile görmedi. Ayaklanmaların ufak tefek savaş sancıları başlarken bir yandan Celâleddin subayın ve subay karısı olmayı hak eden Hatice Hanım’ın mektuplarında; ‘sevme’ nin ne anlama geldiğini iliklerinize kadar hissedeceksiniz. Kavuşmayı bekleyen Celâleddin Bey’le bir köşede gün sayıp, yüreğinizde buram buram ümit besleyeceksiniz. Peki ya mektup alamayan Adil için? Adil’in anası okuma yazma bilmez, babası zâten yok yetim büyümüş. Postacının her geldiğinde yıllardır yüzlerini görmedikleri ailesinin ahvalinden bir habere sevinen askerlerin bile acısı varken, Adil’e ne yapmalı? Anasının ona mektup yollayacak ne parası ne de okuma yazmasının olduğunu düşünmeden çocuklar gibi yine de beklerdi. Adil’in bekleyişine, yalnızlığına dalarken Yemen’in çöllerine birkaç damla gözyaşı belki siz de bırakırsınız.

Yemen’de bulunuyor olmanın bütün zorlukları kemiklerinizi titretirken Teşkîlât-ı Mahsusa’nın Osmanlı’nın enkaza dönmeye yüz tutmuş zamanlarında çalışmalarına hayran kalacaksınız. İngiltere’nin İslâm âlemini bölmek için araya soktuğu nifak tohumlarını besleyen ajanların giydiği maskeler ve maskelere harcanmış eğitimlerde, Türk düşmanlığının derecesini ölçeceksiniz. Peki ya, eğitimli bir Türk askerinin bu maskeleri fark etmemesi mümkün mü? Teşkîlât-ı Mahsusa’nın reisi Kuşçubaşı Eşref’in, Türk toprağı olan Yemen için verdiği mücadelede sadece o duyguyu yaşamayacak tüm varlığını ‘var olma arzusu’ yolunda feda ettiğini göreceksiniz. Aynı zamanda silah arkadaşlarıyla İngiliz gazetesine manşet olacak bir harpte Türk askerinin millet aşkını hissetmemek mümkün olmayacaktır. Eğitimli İngiliz ajanı Lawrence’ın yalanları, Arap yarımadasını kasıp kavururken, Türk’ün teşkîlât gücünü, istihbâratını; Arabistanlı Lawrence’ın propaganda yapmaya gittiği tekkede şeyh diye Eşref Bey’in elini öpünce anlayacaksınız.

Yemen’in akan kanı durmak bilmezken, Türk askerinin aç ve susuz savaşan neferleri, bu kana uykusuz bedenleriyle karşı geliyorlardı. Bu güçlü askerlerin eni boyu belli olmayan bir hastalıkla ölmesi akla sığar mı? Peki ya Yemen için dökülen kanın haddi hesabı yokken hangi şuur, bu bırakıp gitmenin haklı mücadelesini verecekti?

Her okuduğunuz sayfada kitabın başlığı dikkatinizi çekeceğinden, sayfalar arasında gidip gelirken içeriğin diriliğini yakalayacak ve daha içten okuyacaksınız.

Yemen Ah Yemen’ içinizde hece hece bölünecek ve her bir harf sizi o mücadelenin derinliğiyle titretecektir. Böylece buruk tasavvurlar içinde kalmak sizin için kaçınılmaz son olacaktır. Ve bu son, boğazlarda bir düğüm gibi kalacak, târih elbet bizden hesap soracaktır.

“Bura Türk kabri gibi gel bir bak

Bir taşına altına girmiş beş ocak

Yemen’in kanlı bıçaktır yarası

Sormak ister size bizden burası”

 

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.