Ilık bir ilkbahar akşamına doğru, güneş tepeden henüz batmak üzereydi. Gökyüzüne belli belirsiz dağılmış birkaç bulutun üzerindeki kızıllığı gören kuşlar, artık yuvalarına dönme zamanının geldiğini anlıyorlardı. Birazdan minârelerden okunacak ezan sesiyle birlikte, kıyasıya bir yarış başlayacaktı. Sokakta bağrışarak oynayan çocuklar evlerine, câmi cemâati ise ibâdetlerini gerçekleştirmek için câmiye akın edeceklerdi. Pazar ve çarşı esnafı, günün son bereketini kaçırmamak için kepenklerini indirmemiş, umutlu gözlerle bir bekleyiş içindeydiler. Birbiri ardına sıralanmış evlerin birinde ise, genç bir kız pencerenin önünde etrafı seyre dalmıştı. Orta boylarda, hafiften buğday tenli, kömür karası gözleriyle sanki bir başka âlemde yaşıyor gibiydi. Kara gözleriyle pencerenin hemen önünde duran rengârenk çiçeklere dikkat kesilmişti. Bu çiçekleri kendi elleriyle, içindeki sonsuz sevgi ve muhabbetini de katarak özenle dikmişti. Güneşin son ışıkları onların üzerine dökülürken güzelliklerine hayran kalmamak elde değildi. İnsanlarla çiçekleri birbirine çok benzetirdi. Ona göre erkek veya kadın fark etmeksizin, ikisi de çiçekler gibi yeterli sevgi ve ilgi gösterildiği takdirde açardı. Bu sırada, diğer odada bir hareketlilik meydana gelmişti. Oturduğu odanın kapısı vuruldu.  Fakat Aycan, çiçekleri seyretmeye öylesine dalmıştı ki gelen sesleri duymuyor, yerinden kıpırdamadan oturmaya devam ediyordu. Ondan bir cevap gelmeyince kapı âniden açıldı. Kapıyı açan Aycan’ın ihtiyar anası Fatma Hanım’dı. Zavallı kadıncağız endişelenmiş olacak ki paldır küldür içeriye dalıvermişti. Aycan hâlâ düşünceli düşünceli çiçekleri seyretmeye devam ediyordu. Anasının az önceki endîşesi yerini tatlı bir kızgınlığa bıraktı. Aynı zamanda havada kararmıştı artık. Hafifçe öksürerek Aycan’a seslendi:

– “Aycan! Sana seslenirim deminden beri. Duymaz mısın?”

Aycan sesi duyunca irkildi. Titreyerek kendine geldi ve:

– “Buyur ana. Duymadım kusura kalma.  Şu çiçeklere baksana… Çok güzel görünüyorlar. Ahmet’i beklerken zaman çabucak geçiverdi.” Doğuştan gelen bir silâhı vardı. Yüzüne küçük tatlı bir çocuğun suratını anımsatan mâsumluğunu takındı mı Fatma Hanım dayanamaz yumuşayıverirdi. Yine öyle oldu:

– “Bırak şimdi çiçekleri kızım. Benim için en güzel çiçek sensin. Nar çiçeğim benim. Ahmet oğlum gelmedi mi hâlâ?”

– “Hayır, gelmedi. Geç kaldı. Oysaki şimdiye kadar gelmeliydi ana. Kötü bir şey olmuş olmasın sakın.”

– “Telâşlanma dur hele. Kötü düşünme hemen. Belki Necdet Bey’in yanına gitmiştir.”

“Ama şimdiye gel…”

“Telaşlanma dedim ya sana! Haydi, inekleri sağma vakti geldi çoktan geçiyor bile. Yardım et bana.”

“Tamam ana…”

Ana ve kız evlerinin hemen yanı başındaki ahırda iki ineğe bakıyorlardı. Onların sütünden yoğurt ve peynir yaparak bunları Aşağıbazar da denilen Büyükbazar Çarşısı’nda satıyorlardı. Aycan’ın babası uzun zaman önce ölmüştü. Geçimlerini kıt kanaat karşılıyorlardı. İlk zamanlar çok zorlandılar fakat Aycan, Ahmet ile evlenince durumları biraz daha düzelmişti. Ahmet, uzaktan akrabâlarının tek erkek çocuğuydu. Kerkük’te öğretmenlik yapıyordu. Aycan’ı ilk gördüğü zaman içinde daha önceden hiç hissetmediği duygulara anlam verememiş, gün geçtikçe artan sevgisine engel olamamıştı. Sonra bir gün ne olduysa âilesini yanına alarak Aycan’ı anasından istemişti. Aycan’da ona karşı aynı duyguları besliyordu.  Bir müddet sonrada evlenmişlerdi. Mutlu ve huzurlu bir evlilikleri vardı. Fakat Aycan’ın tek bir korkusu vardı. Kerkük Türkü’nün varlığına kast eden Baas rejimi, her geçen gün baskısını artırıyordu. Ahmet’e veya onun emekle yetiştirdiği herhangi bir Türkmen evlâdının zulme uğramasına yüreği dayanamazdı. 1959 târihinde gerçekleşmiş Kerkük Katliamı ve sonrasında ardı sıra gelen diğer katliamlar, yaşlısı, genci her bir Kerkük Türkü’nün yüreklerinde derin yaralar bırakmıştı. İşlerini bitirip kerpiçten yapılmış evlerine geçerken gökyüzünde yıldızlar görünmüyordu. Sanki Ay ve yıldızlar onlardan gizlenmiş, ışıksız yeryüzü karanlığa mahkûmdu. Eve geçtiklerinde Ahmet hâlâ gelmemişti. Bu sefer kızına belli etmemeye çalışsa da Fatma Hanım’ı da bir merak alıvermişti. Kızına:

– “Ahmet gelmemiş. Biz yemeğe başlayalım. O gelince yer yemeğini artık.” diyerek kızının telaşını gidermek istedi. Yemeklerini yediler. Yemekten sonra Aycan biraz önce oturduğu pencerenin önüne geçip perdeyi araladı. Dışarıda ne bir ışık vardı ne bir ses. Aycan’ın yüzü düşmüştü iyice. Bunu gören Fatma Hanım, mutfağa geçti. Kızının yüzünü güldürecek sırrı iyi bilirdi. Mutfaktan elindeki tepsiyle beraber geri döndü. Tepsinin üstünde şuruplu lokum ve ‘kaak’ dedikleri bisküvilerden vardı. Aycan bu tatlıyı küçüklüğünden beri çok severdi. Şuruplu lokumu görünce çocuklar gibi sevindi. Heyecan içinde belki de eski çocukluk günlerini hatırlayarak, şuruplu lokumu kaakın arasına sıkıştırıp yedi. Bu arada zaman geçiyor ne Ahmet geliyordu ne de ondan bir haber. Aycan, yerde oturmuş kış için kazak ören Fatma Hanım’ın dizine başını koydu. Fatma Hanım, tüm içtenliğiyle bir şeyler mırıldanmaya başladı:

 

“Evlerinin önü yonca

Yonca kalkmış dam boyunca

Boyu uzun beli ince

Ninne yavrum ninne

Esmer yavrum ninne

Ninne ninne”

 

Aycan hem anasının sesinin güzelliğinden hem de türkünün etkisinden olacak ki yavaş yavaş uykuya daldı. Biraz sonra türkü bittiğinde Fatma Hanım, kızının uyuduğunu gördü. Hiç ses çıkarmadan kazağı örmeye devam etti. Duvardaki saate göz ucuyla baktı. Vakit bir hayli geç olmuştu. Ahmet nerede kalmıştı? İyiden iyiye telaşı artıyordu. O tamda bunları düşünürken dış kapı bir anda hızlıca açılıp kapandı. Kapıdan gelen ses, öylesine şiddetliydi ki Aycan uykusundan korkuyla uyanmıştı. Meraklı bir ses tonuyla Fatma Hanım:

– “Kimsin?” dedi. Cevap gecikmedi:

– “Benim ana, Ahmet.” Diyerek iki kadının oturduğu odaya geldi. Ahmet soluk soluğa kalmış, oldukça üzgün görünüyordu. Bunu gören Fatma Hanım:

– “Hayrola oğul nedir bu hâlin? Geç otur hele. Dinlen, bir soluklan.”

“Oturamam ana, oturamam… Çok fenâ şeyler geldi başımıza. Necdet ağabeyi Bağdat’ta tutukladılar!”

Bu haber, Aycan ve anasının yüreğine ateşler salmıştı. Zâten senelerdir yetim olan Kerkük’ün, onun başına bir iş gelirse yetimliği kat ve kat artacaktı. Analı kızlı ağlamaya, ellerini dizlerine vurup ağıtlar yakmaya başladılar. Gözlerinden boncuk tâneleri gibi yaşlar akarken Aycan:

– “Neden bunlar bizim başımıza geliyor Ahmet? Neden? Bizim suçumuz, günahımız ne?” dedi hıçkırarak. Ahmet, kan çanağı gözlerle neredeyse ağlayacak bir vaziyetteydi. Kendini zor tutuyordu. Fakat kendini iki kadının feryatları karşısında daha fazla tutamadı. Yüzündeki birkaç damla yaşla, şu sözleri söyledi:

– “Necdet ağabey ve nice Kerkük Türk’ünün bir tek isteği ve gâyesi vardır Aycan. Bunlar hiçbir baskı ve zulme mâruz kalmadan, dilimizi, kültürümüzü ve töremizi insanca yaşayabilmektir. Fakat bize bunları çok gören, geçmişte olduğu gibi şimdi de sadece bunları isteyen bizleri kanlı elleriyle boğmak istiyorlar. Üstelik, üstelik türlü yalanlarla bizi, bu vatanı kendi öz vatanından ayırmayan bizleri ihânetle suçluyorlar! Oysa bizim bu vatanın sınırları içinde karışıklık çıkarmak veya ayrılmak gibi bir derdimiz yok. Sâdece hür yaşamak istiyor, başkalarına verilen haklardan mahrum kalmamak istiyoruz! İşte, Necdet ağabeyi de bu yüzden tutukladılar! Size kötü bir haberim daha var…” Dedi ve sustu.

Bu haberi onlara nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. O vakte dek kendini hiç bu kadar güçsüz, çâresiz ve bedbaht hissetmemişti. Belki de şimdi, Kerkük’ün yetimliğini her zerresinde tam anlamıyla hissediyordu. Aycan’ın çiçeklerine bakan, pencerenin perdesini sonuna kadar çekerken yeniden konuşmaya başladı:

– “Ben de Kerkük’ten gitmek zorundayım. Muhâberat, Necdet ağabeyle ilgisi olan herkesi tutuklayacakmış.  Benim adım da geçiyormuş. Öğrencilerimin kafalarına ayrılıkçı fikirler sokuyormuşum. Oysaki öğrencilerime, Kerkük Türkü’nün kimliğini anlatmak ve onları muhâfaza etmelerini telkin etmekten başka bir suçum yok. Bu suçsa tabii…

Sabaha karşı Türkiye’ye doğru yola çıkmalıyım.  İlerleyen zamanlarda, sizi de yanıma alacağım.” deyince Aycan şaşkınlık ve üzüntüyle:

– “Hemen bu sabah mı?” diye sordu. O da serinkanlı bir şekilde:

– “Evet, bu sabah ne yazık ki. Yoksa Necdet ağabey gibi başıma geleceklerden habersiz tutuklarlar beni de.” Ne Fatma Hanım ne de Aycan bu sözlerin üzerine bir şey diyebildi. İkisi de tâlihsiz boyun eğdiler kaderlerine. Üçü de sabaha kadar uyumadılar. Ahmet birkaç parça eşyasını toplarken bir daha Kerkük’e dönüp dönemeyeceğini bilmiyordu. Ayakları bir daha bu topraklara ne zaman basacaktı kim bilir. İçin için yanıyordu, sanki bir mum gibi. Aycan, bu sırada çeyiz sandığını açtı. Sandığın İçinden kendi elleriyle işlediği beyaz mendili çıkardı. Üzerinde yeşil motiflerle bezenmiş bu mendili Ahmet’e verdi. Ahmet mendili özenle katlayıp kalbinin tam üstündeki gömleğin cebine koydu. Artık sabah olmuştu. Ayrılık vakti gelince üçü birden sarılarak, göz pınarları kuruyana dek ağladılar. Ahmet’i uğurlamak için dışarıya çıktılar. Güneş henüz doğmamıştı. Son kez birbirilerine sarılıp, Allah’a emânet ettiler. Ahmet, küçük ve siyah valizini eline aldığında; Aycan, gözlerinden oluk oluk yaşlar boşalırken son kez ona, arkasından bağırdı:

– “Ahmet’im, benim Kerkük gibi boynu bükük, Kerkük gibi yetim yiğit Ahmet’im! Senden son bir dileğim var beni dinle!  Koma bizi burada bir başına, ıssız. Ankara gibi bekletme bizi kurban olurum… Ya sen gel şu yetim kalmış toprağa ya da bizi yanına çağır. Hiç olmazsa ağıt yakan dillerimize kulak ver ne olursun! Lâl olmasın dilin, bunca haykırışlara. Sesimiz ol, sağır olmuş kulaklara! Biz yine burada, her şeye rağmen Türk olarak kalacağız unutma! Elveda!” Ahmet gidemeyeceğinden korkarak, bu haykırışlara sâdece başını salladı. Elini kalbinin tam üstündeki mendile koydu ve arkasına dönerek yoluna devam etti.

 

***

 

Ahmet’in gidişinden aylar geçmiş, gittiğinden beri ondan bir haber gelmemişti. Mevsim kışa dönmüş, etrafı kuru ayaz almıştı. Aycan o gün sabaha karşı kötü bir kâbus görerek uyandı. Rüyâsında bahçeye diktiği çiçekleri, bir gece yarısı ansızın soluyordu. Sonra Aycan, aceleyle içeri girip çeyiz sandığını açıyordu. Açtığında gördüğü manzara şuydu; Ahmet’e gitmeden önce verdiği mendil kan içindeydi. Ağlarken uyandı. Kâbus olduğunu anlayınca derin bir iç çekmişti. Yine de içi rahat etmiyordu. Önce sandığı açtı ve içinde yeşil boyalı mendili aradı. Bulamayınca âdeta sevinmişti. Fakat sonra aklına çiçeklerine bakmak esti. Üzerine ince bir ceket alarak dışarıya çıktı. Çiçekler, gece havanın soğukluğuna dayanamamış ve gerçekten solmuşlardı. Aycan, göz yaşlarına engel olamadı. Târifi mümkün olmayan bir üzüntü içindeydi. Çünkü Ahmet gittiğinden beri sürekli onlarla vakit geçirmişti. Bir gece yarısı hepsinin birden ziyan olması dayanılır şey değildi. Olduğu yere çöktü kaldı. Belki de Ahmet’e olan özlemi depreşmişti. Hüngür hüngür ağlarken anası yanına geldi ve:

– “Neyin var kara kuzum. Ne oldu sana?”

– “Çiçeklerim solmuş ana. Kötü bir kâbus gördüm. Çiçeklerim soluyordu. Baktım gerçekten de solmuşlar. Ana ciğerim yanıyor, içimde kötü bir his var. Ahmet’in başına bir hâl gelmesin?”

– “Hayrolsun nar çiçeğim… Hayrolsun. Sen hayra yor ki Allah hayrıyla muâmele eylesin…” diyerek kızını soğuk yerden kaldırdı. Eve götürüp yatağına yatırdı. Onun da içine kötü şeyler doğuyordu uzun zamandır. Ne kadar belli etmemeye çalışsa da kızının bu hâli onu da üzüyordu. Kızını yatağında bırakıp, hayvanlara bakmak için ahıra gitti. İşini bitirdi. Elindeki bakır süt kovası ile dışarıya çıktı. Bir de baktı ki ne görsün, Aycan ayaklanmış genç bir adamla konuşuyordu. Fatma Hanım, bu genç adamı önceleri tanıyamadı. Fakat biraz yaklaşınca kim olduğunu güçte olsa çıkardı. Gelen Ahmet’in arkadaşı Cabbar’dı. Kendi kendine Ahmet’ten bir haber mi getirmişti yoksa diye ümit ederek yanlarına doğru gitti. Cabbar üzgün bir ses tonuyla:

“Necdet Bey’i îdam ettiler. Şehâdet şerbetini bu sabaha karşı, içti. Sehpaya çıkarken bile başı dik, ayağı yere sağlam basıyordu! Başımız sağ olsun!” deyince Fatma Hanım elindeki süt dolu bakır kovayı yere düşürmüştü. Yol boyunca sanki yere süt değil, sel gibi kan akıyordu. Aycan göz yaşları içinde koşmaya başladı. Musalla Mahallesi’nden yukarıya doğru durmadan koşuyordu. Onu görenler şaşkınlık içindeydi. Koştu… koştu… Koştu. En sonunda Kerkük Kalesi’ne ulaştı. Nefes nefese kalsa da sanki birilerine seslenir gibiydi:

– “Ağam ağam öz ağam

Fikrin saf et gez ağam

Muhabbet ölüncedi

Deme gözden uzağam

Men sana gülüm demem

Gülün ömrü kem olur

Men sana reyhan demem

Yaprak döker dal olur

Men sana derviş demem

Post gider abdal olur

Men sana paşam demem

Tahttan düşer azlolur

Men sana begim diyerem

Dâim begler beg olur”

***

Ve Ahmet dönmedi bir daha. Aycan senelerce yollarını gözledi, fakat dönmedi. Yaşadığına dâir bir haber de gelmemişti. Belki de Muhâberat peşini bırakmamış, Türkiye’de de izini bulmuştu. Aycan ve Kerkük yetimdi. Bu dünya da hep bir bekleyen ve bir de çâresiz beklenen olacaktı. Hâlbuki ne ülkeler vardı arada ne de ucu bucağı olmayan mesâfeler… Ayrılıkların acısının uzaklıkla ölçüldüğü şu dünyada tüm bu tecrübelerin aksine; yan yanayken ayrı kalmış olmanın bitmek bilmeyen türküsü, hasretin ve ayrılığın yegâne adıydı artık Kerkük…

 

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.