Biz ki özgürlük ateşini tutuşturduk tutsaklık çırasıyla.
İnsanoğlu fıtratı gereği hep özgür olmak ve özgür kalmak ister. Bu, devlet ve millet olarak da olmazsa olmazlarımızdandır. Onun içindir ki Türk Milleti olarak alperen kimliğimizle, hürriyet uğrunda kara toprağı şehit kanlarıyla sulamışız. Kanımızla suladığımız hürriyet çiçekleri, yanı başlarındaki dikenlere rağmen gönül bahçemizde boy vermiştir.
Bu dünyada gülün olduğu yerde dikenin de olması kaçınılmazdır. Âşık Sümmanî’nin dediği gibi: “Dünyada gönüle bulamadım mekân,/Nerde bir gül görsem etrafı diken.” Güle varmak istiyorsanız dikene de katlanmalısınız. Zîra her şey zıddıyla kaimdir.
Vatan Şâiri Namık Kemal, Hürriyet Kasîdesi’nde ne güzel anlatmış özgürlüğün tılsımını: “Ne efsunkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet/Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten.” Hürriyet o kadar büyüleyici bir duygudur ki esâretten kurtulduğunuzda, bu sefer de bir anda onun esiri olursunuz. Zîra özgürlük su gibi aziz, ekmek kadar mübârektir.
Dünyada üç kıtaya adâlet ve merhamet dağıtan bu aziz millet, her zaman hürriyeti baş tacı etmiştir. Bunun içindir ki bâzen Selçuklu, bâzen Osmanlı, bâzen de Türkiye çatısı altında Dandanakan’da, Malazgirt’te, Kosova’da, Niğbolu’da, Çanakkale’de, İnönü’de ve Sakarya’da kanının son damlasına kadar savaşmış, gerektiğinde de yurt için seve seve ölmüştür.
Türk şiirinin, hakîkatleri terennüm etmekle vazîfeli çelik irâdeli kalemi Mehmet Âkif de tıpkı Namık Kemal gibi, kelimenin tam anlamıyla bir özgürlük sevdâlısıydı. Onun içindir ki hürriyetin karşısında olan her kim varsa o da onun karşısında mevzilenmişti, korkusuzca. Muhâlif mizacıyla tanınan Mehmet Âkif, dik bir duruş sâhibidir. “Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: /Sözüm odun gibi olsun, hakîkat olsun tek.” diyen Âkif, her zaman mazlûmdan ve hürriyetten yana olduğunu dile getirir şu mısrâlarında: “Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;/Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem./Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım…/- Boğamazsın ki!/- Hiç olmazsa yanımdan kovarım./Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;/Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam./Doğduğumdan beridir âşığım istiklâle,/Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.”
Nemli gözler kan kırmızı ufuklara dönse de beklenen güneş doğmuyordu bir türlü.
Bir memleket hayal edin, sükût-ı hayale uğramış bir memleket. Osmanlı yurdunun dört bir yanı işgal edilmiş. Trablusgarp, Balkan, Çanakkale, Yemen ve daha nicesi… Cevabı muğlak soruların sonundaki kocaman soru işâreti, herkesin aklında çengelli bir iğne gibi duruyor. Durmak ne kelime, idrakimize batıyor; batmak ne kelime, muhayyilemizi kanatıyor.
Türk’ün ruhnâmesi olan İstiklâl Marşı’nı, hakkıyla ve lâyıkıyla anlayabilmek için onun yazıldığı dönemin sosyal ve siyâsî durumunu bilmek gerekir. Mehmet Âkif, bu marşı Taceddin Dergâhı’nda yazarken Yunanlılar, Ankara’nın yanı başındaki ilçesi olan Polatlı’ya kadar gelmişlerdi. Başkentin Kayseri’ye taşınıp taşınmayacağı tartışmaları çoktan başlamıştı.
Ülke âdeta yangın yerine dönmüştü o zamanlar. Nemli gözler kan kırmızı ufuklara dönse de beklenen güneş doğmuyordu bir türlü. Karanlıklara boğulmuştu koca bir millet. Mazlûmların kanlı gözyaşları, bu büyük yangını söndürmekte yetersiz kalıyordu. Böyle bir durumda ellerimizi böğrümüze koyup durmak acziyetin resmiydi. Zîra düşman her geçen gün daha çok yaklaşıyordu harim-i ismetimize. Topyekûn bir ölüm kalım mücâdelesi şarttı ama kiminle ve nasıl? Bunu düşünenlerin başındadır iffet ve izzet âbidesi Mehmet Âkif.
Bir vakitler Namık Kemal’in kendi dönemi için söylemiş olduğu, “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini/Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini?” mısrâları olanca güncelliğiyle, kaynayan vicdanımızın kulağına çarpıyordu. Yürek yakan bu çetin soruya, yaklaşık bir asır sonra Gazi Mustafa Kemal’in şu enfes cevabı gecikmiyordu: “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini/Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini.”
İffetin, şeref ve haysiyetin ayaklar altına alındığı bir zamanda göğüs kafesinde bir can taşımak ve onun alâmet-i farikası olarak nefes almak, hakîkatte yaşamaktan sayılmazdı. Adını târihe altın harflerle yazdıran şanlı ceddimiz, böyle yaşamaktansa onuruyla ölmeyi tercih ederdi. Bundan dolayı gidilecek tek yol vardı, o da milletçe topyekûn Millî Mücâdele’ydi.
İstiklâl Marşı, “Hasta Adam” olarak nitelendirilen Türk Milleti’nin âdeta zümrüd-ü anka misali küllerinden doğuşunun ve yeniden dirilişinin sembolüdür. Onu Âkif yazsa da onda ifâdesini bulan ruhu, millet yaşatmıştır. Bu güzîde marşın yazıldığı târihlerde Yahya Kemal, Ziya Gökalp ve Ahmet Haşim gibi şâirler yaşasa da böyle bir marşı ancak Mehmet Âkif’in yazabileceği düşünülmüştür. Çünkü o, bu marşı yazmadan evvel onu ruhunun derinliklerinde yaşamıştır. Zîra İstiklâl Marşı’nı doğuran, İstiklâl Harbi’dir. Böyle destansı bir mücâdele olmasaydı böyle destansı bir marş da meydana gelmezdi. Bu marşın mîmarı Mehmet Âkif’ten çok, milletin kendisidir. Türk Milleti’nin azim ve kararlılığı olmasaydı bu marş da olmazdı. Dünya devletlerinde birçok marş, zaman içinde değişse de İstiklâl Marşı bir asırdan beri hiç değişmemiştir; bu millet târih sahnesinde kaldıkça değişmeyecektir de. Çünkü o, millîleşmiş bir ruhun somut hâlidir. Devirler değişse de millî ruhlar ilelebet bâkîdir.
İstiklâl Marşı yediden yetmişe herkesin ittifak ettiği bir millî mutâbakat metnidir.
Çoğumuz hikâyesini yakînen bilse de az sayıdaki bilmeyen için İstiklâl Marşı’nın teşekkül ediş serencamından bahsedelim. Mâlûm olduğu üzere bir ölüm kalım savaşı olan İstiklâl Harbi’nin evvelinde, Kurtuluş Savaşı’nın millî bir ruh ve heyecan içerisinde kazanılması gayesiyle 1921’de Maârif Vekâleti bir güfte yarışması düzenler. Söz konusu yarışmaya toplamda 724 şiir katılır. Kazanan güfteye para ödülü konduğu için yarışmaya katılmak istemeyen Mehmet Âkif Ersoy, Maârif Vekili Hamdullah Suphi’nin ısrarı üzerine Ankara’daki Taceddin Dergâhı’nda yazdığı ve Türk ordusuna hediye ettiği şiirini yarışmaya gönderir. Yapılan değerlendirmeler sonucunda TBMM’nin 12 Mart 1921 târihli oturumunda Mehmet Âkif’in yazdığı şiir, coşkulu alkışlarla millî marş olarak kabul edilir.
Anadolu mücâdelesinin sarsılmaz ruhunu yansıtan İstiklâl Marşı, kahraman ordumuza ithaf edilmiştir. Çünkü ordumuz, yurdumuzun ve bizi bir millet hâline getiren millî ve mânevî değerlerimizin temînatıdır. Bunun yanında bizde orduyla millet, tıpkı et ve tırnak gibidir. Ordu milletimizin bağrından çıkmıştır. Ordunun silâhlı güçleri bizlerin kıymetli evlâtlarıdır.
Tehlikenin eşiğinde bulunan soylu bir millete istikamet vererek, onu uçurumlara yuvarlanmaktan kurtaran İstiklâl Marşı; kadın-erkek, kız-kızan, zengin-fakir demeden, yediden yetmişe hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği bir millî mutâbakat metnidir. Bâzı kelimelerin gözyaşı döktüğü, bâzı kelimelerin ise sevinçten kanatlandığı bu marşın içinde, milleti millet yapan unsurlar ve mâzîden istikbale dâir kutlu yol haritamız bulunmaktadır.
Düşünüyorum da kutsal metinler de dâhil olmak üzere, üzerinde bu denli hemfikir olduğumuz başka bir metin var mı? Aklıma Kur’an-ı Kerim gelse de ondan ötesini doğrusu hatırlamıyorum. Gerçekten de bu güzîde marş, hepimizi aynı özde ve izde toplamış, çil yavrusu gibi dağılmaktan kurtarmıştır. Bugüne kadar, Mehmet Âkif’in İslâmcılığı nedeniyle şahsına yönelik homurdanmalar olsa da tescilli hâinler dışında bu metne îtiraz eden olmamıştır. Çünkü Millî Mücâdele ruhunu özlü bir şekilde ifâde eden İstiklâl Marşı, umutlarımızı bileyen bir söz âbidesidir. Onda mâzî, hâl ve istikbal insicamlı olarak bir arada bulunur. Bu yönüyle bu marş sâdece bir İstiklâl Marşı değil, aynı zamanda İstikbal Marşı’dır… O, bizim pusulamızdır. Böyle bir pusulamız olmasaydı, maâzallah, kaybolur giderdik.
Sözlerin şâhikası olan İstiklâl Marşı, muhtemel bir tehlikenin ayak seslerinin duyulduğu Anadolu bozkırından, sözde medenî dünyaya güçlü ve kararlı bir haykırıştır. Bu marş, başta İslâm coğrafyası olmak üzere bütün mazlûm ve mağdur milletlerin duygularına da tercüman olmuştur. Bu kudretli marş mavi mürekkeple değil, âdeta içine kan karışmış gözyaşlarıyla yazılmıştır. O ki esâretin boyunduruğunda son raddeye gelen, özgürlüğünü ekmek kadar elzem sayan bir milletin çığlığı ve özgüveninin üst perdeden terennümüdür.
Milletimizin bir nevi özgürlük manifestosu (bildirisi) olan İstiklâl Marşı, vatanımızın ve vatandaşımızın dinî ve millî değerlerini muhâfaza ve müdâfaa ederek, sonsuza kadar hür ve bağımsız yaşayacağının kararlılığını bütün dünyaya haykırmaktadır. Bu marş, bunun bir çeşit sözlü temînatıdır. “Ya İstiklâl ya ölüm!” parolasının söze ve öze bürünmüş hâlidir. Aziz ülkemizi düşmanın hoyrat emellerinden kurtaran Kuvâ-yi Millîye ruhunun tecessümüdür.
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nda on kıtanın içine; zaferlerle dolu bin yıllık şerefli bir târihi olan, hürriyet âşığı bir milletin îmanını ve îzanını sığdırmıştır. Üstelik bunu zaferden sonra değil, en karanlık günlerimizde büyük bir inançla ve kararlılıkla ifâde etmiştir.
Dokuz dörtlük, bir beşlikten oluşan İstiklâl Marşı sözlerin şâhikasıdır.
“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;/Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak./O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;/O benimdir, o benim milletimindir ancak.” dörtlüğünde geçen “Korkma” kelimesi çok eleştirilse de bu, sığ bir bakış açısının eseridir. Zîra İstiklâl Marşı’nın “Korkma” diye başlaması tesâdüfî bir durum değil, aksine Mehmet Âkif’in bilinçli bir tercihidir. Çünkü o, Türk Milleti’nin ne kadar kahraman bir millet olduğunu, vatanı için canını seve seve verebileceğini, bunu târih boyunca ispatladığını bilen donanımlı bir münevverdir. Aslında bunu, millet korktuğu için de söylememiştir. Bu haddizâtında İslâm düşmanlarına (ehl-i salip’e) bir çeşit meydan okumadır. Mâlûmu îlândır.
Yazdığı şiirlerle yaşadığı hayat birebir aynı olan Mehmet Âkif, “Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!/Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celâl?/Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl,/Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.” dörtlüğünde nazlı bayrakla bir nevi söyleşerek onun; uğrunda dökülen kanları, kara toprağın bağrına düşen civanları unutmamasını istemektedir. Bunlar hep mukaddesat uğruna, vatan, millet ve Allah için yapılmıştır. Özgürlük, bu yolda can veren milletin kazanılmış tabiî bir hakkıdır.
“Kökü mâzîde olan âtî” diyebileceğimiz Mehmet Âkif, “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım./ Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! /Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım;/ Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.” diyerek işgalcileri “çılgın” olarak nitelemekte, kendini kükremiş sele benzetip âdeta dünyaya meydan okumaktadır. Bu sözleri ancak vatanı dışında her şeyini kaybetmeyi göze alanlar söyleyebilir.
Mehmet Âkif, “Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;/Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var./Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmanı boğar,/ ‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?” dörtlüğünde Batı’nın çelik zırhlı duvarlarının (teknolojisinin), Türk’ün îman kuvveti karşısında hiçbir işe yaramayacağını söyleyerek onlardan korkmadığını dile getirmektedir. Buradaki “Ulusun” sözünü tevriyeli kullanarak lâfı gediğine koymaktadır.
Mehmet Âkif, “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;/Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın./Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın/Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.” dörtlüğünde yurdumuzu pervâsızca bölüşmeye kalkışan işgalcileri “alçak” olarak nitelendiriyor. Onlara müsâade edilmemesi gerektiğini, “arkadaş” nidâsıyla bütün vatanseverlere tembihliyor. Bu utanmaz tasallutlar karşısında herkesin, gerekirse bu uğurda gövdesini siper etmesini, vatansız yaşamaktansa ölmenin (şehâdetin) daha onurlu bir davranış olacağını söylüyor. Bizler gövdemizi bir duvar misali siper edersek, düşman zâten bu etten duvarı aşamayacaktır. Hem Allah’ın bu konuda Müslümanlara zafer vaadi de vardır.
Söze ruh elbisesi giydiren Mehmet Âkif, “Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı!/Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. /Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır atanı;/Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.” dörtlüğünde bu aziz vatan için şehit olanları unutmamamız gerektiğini, onların bizlere bahşettiği bu toprakların düşman çizmeleri altında kirletilmesine müsâade etmememizi vurguluyor. Zîra bu vatan, alelâde bir toprak parçası değil, aziz şehitlerimizin bize emânetidir. Mithat Cemal Kuntay’ın da dediği gibidir: “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır./Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
Vatanını çok seven ve canından aziz bilen Mehmet Âkif, “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? /Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ!/Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,/ Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.” dörtlüğünde ülkemizin yer altı ve yer üstü hazîneleriyle eşsiz bir toprak parçası olduğunu, onu düşmana yâr etmemek için onca şehit verdiğimizi, şehit kanlarıyla sulanan yurdumuz için bundan sonra da ölüme koşabileceğimizi hatırlatıyor. Hürriyetin olmadığı yerde iffetin de olamayacağını belirtiyor.
Müslüman bir ülkede yaşamayı en büyük bahtiyarlık olarak gören Mehmet Âkif, Rabbine şu duâ ve niyazda bulunuyor: “Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:/Değmesin mâ’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!/Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-/Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.” Çünkü ezan İslâm’ın şiarıdır. Mübârek ezanların minârelerimizden günde beş vakit gür bir sedâyla okunması için Hilâl’in Salip’e galebe çalması şarttır.
Mehmet Âkif minârelerin gölgesinde, ezanların sedâsıyla yaşama arzusunu dile getirdikten sonra, “O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım; /Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,/Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım;/ O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.” diyerek ruhunun ancak böyle huzura ve sükûna kavuşacağını söylüyor.
İstiklâl Marşı, zamanla sükûta uğramış istiklâl ruhunu kanatlandıran bir şiirdir.
İstiklâl Marşı dudaktan değil, içselleştirilerek ta yürekten yazılmıştır. Mehmet Âkif bu güfteyi kaleme alırken, çelikleşen ruhunda inşâ ettiği millî heyecan barajının kapaklarını kaldırmıştır. Onun kıymeti harbiyesi sözleri değil, sâhip olduğu engin ruhtur. Maâzallah, bizi biz yapan bütün millî ve mânevî kıymet hükümlerimiz bir an elimizden kayıp gitse de söz burcunda nazlı nazlı salınan bu büyük marş, bizi tekrar derleyip toparlama kudretine sâhiptir.
İstiklâl Marşı, zamanla sükûta uğramış istiklâl ruhunu tekrar kanatlandırarak bütün ihtişamıyla terennüm etmiştir. Bu, öncelikle Ankara ve çevresinde bulunan bir kısım vatanseverde tecelli etmiş; bu marşın vücut bulmasıyla da Edirne’den Kars’a, Sinop’tan Anamur’a kadar yayılmıştır. Böylece hüzün ve gözyaşı yağmurlarıyla çamurlaşan ve içine atılan ümit tohumlarını henüz filizlenemeden çürüten memleket toprakları güneşle buluşmuştur.
Sözü özü bir olan, sözünü özüne, özünü sözüne yansıtan Mehmet Âkif; dokuzu dörtlük, biri beşlik olan bu söz âbidesinin son bendinde, “Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;/ Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl./ Ebedîyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:/ Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;/ Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!” diyerek istiklâlin remzi olan bayrağın ilelebet dalgalanmasını, ancak o hür ufuklarda dalgalandıkça milletin huzura ereceğini, bütün arzusunun bu olduğunu beyan ediyor. Ona göre hürriyet Allah’ı bir bilen ve ona gönülden inanan milletimizin en doğal hakkıdır.
Dünya devletlerinin marşlarına baktığımızda hem şiirsel derinlik hem de üslûp güzelliği bakımından “İstiklâl Marşı” kadar kuşatıcı, millî ve mânevî değerlerle iç içe bir esere rastlayamayız. O, bu yönüyle de dünyadaki bütün marşların fevkindedir. Öte yandan bütün millî marşlar, ülkelerin kuruluşundan sonra yâni gidişat belli olduktan sonra yazıldığı hâlde; “İstiklâl Marşı” memleketimizin işgal yıllarında, tâbiri câizse nalla mıh arasında kaleme alınmıştır. Her şeyin tepetaklak gittiği ve tutsaklığın an meselesi olduğu böyle zorlu bir süreçte böylesine ümitvar bir marş yazmak, halka ve Hakk’a olan güvenin de göstergesidir.
Mehmet Âkif’in “O şiir bir daha yazılmaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur. Allah bir daha bu millete bir ‘İstiklâl Marşı’ yazdırmasın!” sözleri, “Milletimiz o bâdirelerden bir daha geçmesin.” anlamı taşımaktadır. Biz de Mehmet Âkif’in bu anlamlı temennisine katılıyor, onun ifâdesiyle “Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın!” diyoruz. Türkiye Cumhuriyeti devlet-i ebed müddet olsun.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.