Her okuduğumuzda ve dinlediğimizde bizi esrik bir heyecandan metafizik duyuş, düşünüş ve ürperişlere sürükleyen, her tahlilde daha derin bir anlam dünyasıyla karşı karşıya bırakan İstiklâl Marşı’nın sosyolojik, psikolojik, dinî, târihî, felsefî, edebî vb. birçok yönü vardır. İstiklâl Marşı’nın anlam dünyasını ilmî açıdan takdim etmek; uzun araştırma, tartışma ve yorumlama gerektirmektedir. Bu gerekliliği karşılamak üzere çok sayıda kitap ve fikir yazıları yayınlanmıştır. Yayınların birçoğunu okuyan bir kişi olarak hep eksik bir şeyler kalmış duygusuna kapıldım. Bu yüzden yapacağım anlam açıklaması, denizden bir damla getirme çalışması olarak görülmelidir.
Nihat Sami Banarlı’ya göre, edebiyatımızdaki üç şiirin kaynağı bu dünya değildir. Bunlar: Yahya Kemal Beyatlı’nın “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiri, Mehmet Âkif Ersoy’un “Çanakkale Şehitleri” şiiri ve yine Mehmet Âkif’e -uykuları bölünerek- Tacettin Dergâhı’nın duvarlarına yazdırılan “İstiklâl Marşı” şiiridir. Herkes de bilir ki, şâir, İstiklâl Marşı’nın kendisine ait olmadığını büyük bir mahcûbiyet duygusuyla ifâde etmiş ve onu kitabına almamıştır. Bu hareket, alkış toplamak niyetiyle veya laf olsun diye yapılmış değildir. Şâirin kaleminin yönlendirilerek örülen şiirde kişileştirilen Türk Milleti, târihinin sadece o gününü değil, geçmişini ve geleceğini de kuşattığını fark eder ve yaratılışının gâyesine uygun olarak kıyama kalkar. Bu durum karşısında, beş bin yıl öncesinden, beş bin yıl sonrasına gözlemci kılınan şâir, Yaratıcı ile Türk Milleti arasından çekilmeyi uygun görmüştür.
Bir an için gözünüzün önüne hayâlî bir tablo getirin. Bu tabloda târihin en fedâkâr ve cefâkâr milletinin evlâtları bezgin, yorgun, düşkün ve yaralı olarak görünmektedir. Târih boyunca mazlûmun yanında olan bu insanların tükenmişliğine; batmakta olan güneşin oluşturduğu gurubun (Birinci kıtadaki şafaktan maksat budur.) kan kırmızısı sathında son bir gayretle yüzmeye çalışan Mehlika Sultan’ın (Türk Bayrağı) küskünlüğünü de ilâve ediniz. Belki, harap olmuş evlerin birinin bacasından ince bir duman sızmaktadır. “Türkler olmasaydı, târih olmazdı.” sözü, bu tablonun devamında kapkara bir geceyi resmetmek isteyenlerin bilim adamlarınca söylendiğinden, târihin sonu gelmiş demekti. Ne mutlu ki, sömürgeci canavarların beklentileri, yine gerçekleşmeyecektir. Çünkü muhtemelen dağların arkasındaki ufuk çizgisi ötesindeki bilinmeyen bir mânâ âleminden doğduğu hissedilen, sağır kulakların bile işittiği, kâinatın canlı cansız bütün hücrelerinde dalga dalga hayat bulan bir ses, korkmamayı emreder. Emrin telkin ve yaptırım gücünü anlamaya ve îzah etmeye çalışan herkes, Kur’an-ı Kerim’in ilgili âyetlerini okumak, anlamak zorundadır.
“Korkma!” sözü, Türk Milleti’ni muhâtap alan ve onun târihî misyonunu hatırlatan ilâhî bir emir cümlesidir. Bu emir cümlesi, Türk Milleti’nin yaratıcı tarafından himâye edildiğini de anlatır. Bu himâye ediş, marşın ana fikrini oluşturan “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl!” dizesinde hayat bulan inançtan kaynaklanmaktadır. Şâir, bu dizeyi, şiirin sonunda özellikle tekrar etmiştir. Rengiyle şehitlerin kanını, hilâliyle İslâm inancını ve yıldızıyla Türk Devleti’nin bağımsızlığını sembolize eden bayrağımıza milletinden önce kendisi sâhip çıkmaktadır. Marşı her okuyanın aynı duyguları hissedeceğini iyi bilen Mehmet Âkif, “O benimdir, o benim milletimindir ancak!” derken Türk Milleti’nde olup da diğer milletlerde olmayan bir özelliğine işaret etmektedir. Ona göre Türk insanı, tek kişi kalsa da devleti temsil etme ve yeniden var olma yeteneğine sâhiptir. Nitekim Göktürklere ait Bozkurt Destanı’nda -devleti temsilen- bir tek kişiden yeniden türediğimiz anlatılır.
Şiirin genelinde ağırlıklı olarak kullanılan sanatların başında telmih gelir. Kadim Türk târihini ilâhî bakış açısıyla gözlemleyen şâir, Ergenekon Destanı’na atıf yapar. Ona göre ezelden bari hür yaşamış olan bir milleti yok etmek mümkün değildir. Şâir, destanda anlatılan sembolik değerleri şiire yansıtırken Türk Milleti’nin son ocağının sığındığı geçit vermez bir vadiden, bir Bozkurt’un önderliğinde demir dağları yırtarak yeniden târih sahnesine çıktığını; kükremiş sel gibi hiçbir engel tanımadan fetihler yaptığını; “Sonsuza kadar adâlet, sonsuza kadar devlet!” düsturuyla kurduğu medeniyetlerle dünyaya nizam verdiğini hatırlatmaktadır. Emperyalist devletlerin, kendisini Anadolu’nun küçük bir kısmına sıkıştırarak yok etme planları karşısında, târihten getirdiği özelliklerini kullanmasını istemektedir. Mademki Türk Milleti, Bozkurt’un özelliklerini kendine yakıştırmıştır; öyleyse esâret ona yakışmayacaktır.
İstiklâl Marşı’nı kavramlardan hareketle anlamaya çalışırsak, ilk dikkati çeken kelimelerden birisi ırktır. Şâirin, ırk kavramıyla, Türk Milleti’ne mensup olanları kastettiği açıktır. Buradaki ırk, kan bağından ziyade “mensûbiyet hissi” anlamında kullanılmıştır. Bütün ömrü boyunca ırkçılığa karşı olan şâirin bu kelimeyi bilerek kullandığını, başına getirdiği “kahraman” sıfatından anlıyoruz. Âkif’e göre, Türk Milleti’nin milliyetçilik anlayışı bayraktaki sembol değerlere yaslanır. Bu değerler Türk Milleti’ne varoluş gâyesini anlatır. Türk Milleti değerlerini ayakta tutmada “dâvâ” sâhibidir ve dâvâsının uğrunda candan, canandan, bütün varlığından vazgeçmek, kefensiz toprağa girmek dâhil her türlü fedâkârlığa hazırdır. Bu da onu kahraman kılar. Kahraman sıfatını inancına yaslayan Türk Milleti’nin ırkçı olması düşünülemez.
Avrupalılar 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Sanâyi Devrimi’ni gerçekleştirmiş ve bunun sonucunda çeliği işleyerek savaş teknolojisinde kullanmış; zihniyetlerinden kaynaklanan sömürme anlayışları doğrultusunda bu gücü bütün dünyada etkin kılmıştı. Marşta tankların, topların vb. silâhların çıkardığı gürültü canavarın ulumasına benzetilmiştir. Canavarın özelliği sömürmesinden kaynaklanır. Yüzyıllarca, adâlet dağıtan Osmanlı’yı parçalayan Batı medeniyetinin Anadolu’yu işgal eden temsilcileri, “Anadolu’yu barbar Türklerden kurtarıyoruz!”, “Anadolu’ya medeniyet götürüyoruz!” terânelerini gazetelerinde manşet yapıyorlardı. Şâirin “Medeniyet! dediğin tek dişi kalmış canavar.” dizesinde Batı medeniyetini hakir görmesi ve ona öfkelenmesi bu yüzdendir.
Ezelden, ebede Türk insanına “Arkadaş!” diye seslenen şâir, Allah’ın kendisine inananlara yardım edeceğini buyurduğunu hatırlatarak, ödenecek bedel ne olursa olsun, kurtuluş umudumuzu yitirmeden, cennete benzettiği vatanımız uğruna her türlü fedâkârlığı yaparak mücâdeleye devam etmemizin lüzumunu telkin ediyor.
Şiirin dikkat çeken ifâdelerinden bir diğeri de şehitlerimizin “İlâhî!” diyerek, Allah’a olan yakarışlarıdır. Şehitlerimiz, şiirin son bölümlerinde, duâ üslûbuyla yaptığı yakarışlarında Allah’a nazlanmakta ve vatanın kurtuluşunu istemektedirler. Duâlarının kabul olduğunu, şehitlerimizin cennete girmelerinden anlıyoruz. Ezansız bir vatan istemeyen şehitlerimizin kanlarıyla hayat bulan şanlı bayrağımız, güneşin doğuşunu müjdeleyen şafaklarda dalgalanmaya başlamıştır ve sonsuza kadar da dalgalanacaktır. Artık, Allah’ın himâyesi altında olan Türk Milleti ve bayrağı dünya durdukça yok edilemeyecektir.
“Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!”
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.