“…Türklerin yirmi beş asırdan beri istiklâllerini muhâfaza etmiş bir millet oldukları târihen müspet bir hakîkattir. Halbuki Avrupa’da bile mebde-i istiklâlî bu kadar eski bir zamandan başlayan bir millet yoktur. Türkler uzun zamandan beri millet îtibâriyle istiklâllerini muhâfaza etmişlerdir. Bâzen bir hânedan münkâriz olarak yerine diğer bir hânedan kâim olmuş. Fakat millet îtibâriyle dâima müstâkil kalmış ve ancak öyle yaşayabilmiştir. Türkler için istiklâlsiz hayat müstehildir. Târih de gösteriyor ki Türkler, istiklâlsiz yaşayamamıştır…” (1)
İnsanlık târihi, bir nevi kalemin târihidir. Ve bu kalem, târihi boyunca insanoğlu tarafından kaleme alınan milyonlarca metnin hiçbiri İstiklâl Şâiri tarafından kaleme alınan “Kahraman Ordumuza” eseri kadar gerçeği ya da bir milletin duygularını, bir ümmetin isyanını ve kendisine umut bağlamış milyonlarca insanın istiklâl hevesini dile getirmekte bu derece başarılı olamamıştır. Türk Milleti’nin ilelebet istiklâli hevesiyle yazılan dörtlükler İstiklâl Şâiri’nin de Türk Milleti adına ilelebet Millî Şâir olarak adlandırılmasını sağlamıştır. Böyle bir eseri anlamak için önce müessire böyle bir eseri kaleme aldırtan dönemi sonra da müessiri anlamak gerekir.
Üç kıtada at koşturan bir imparatorluk. Gittiği her yere huzuru götüren bir millet ve acımasızca geçen zaman… O zamanda kaybedilen ecdat yadigârı topraklar. Geriye kalan yalnızca Anadolu’nun içleri… İstanbul’u düşman çizmelerinin kirlettiği zamanlar. Ve İzmir’in, Maraş’ın, Antep’in ağladığı günler. Düşmanın merdinin aransa dahi bulunamadığı, Türk’ün, Müslüman’ın her türlü zulme mâruz kaldığı hatırladıkça acı veren dönemler. En ufak bir kurtuluş ümidini dahi içinde barındırmayan insanlar. Yunan’ın Osman Gâzi Türbesi’ne girdiği, sandukaya ayağını dayadığı, fotoğraf çektirdiği ve tüm dünya basınında yayımlayarak tüm mâzimiz ile dalga geçtiği o günler. Ve dönemin ruhunu yansıtan bir gazete haberi; “Türkler, her günahı işleyebilirler. Türkler, her hatâya düşebilirler. Fakat bu şen-i günahı irtikâp edemezlerdi. Nihâyet onu da yaptık. Dün Peygamberimizin merkatını, bugünde birinci Türk sultanının türbesini bıraktık.” Tüm bu ümitsizlik deryâsının içerisinden bir ses yükseliyor. “Korkma!” Bir ulusu ayağa kaldırmak için yazılıyor bu defa satırlar. Bir ulusu ve o ulusa bel bağlamış milyonlarca insanı ayağa kaldırmak için. Acımasızca, yok etmek için saldıranlara karşı korkmamak gerektiğini, milletin yıldızının ilelebet parlayacağını dile getirerek haykırılıyor istiklâlin en haklı hâli.
“Korkma!” diye sesleniyor İstiklâl Şâiri, Kahraman Ordumuza. Korkma! Hiç olmaması gereken yerde mazlûmların kanını akıtmaya çalışan emperyalist sürü ile çatışan ordunun her bir Mehmetçik’ine hitâben; Korkma!
Hangi duygular ile başladı acaba İstiklâl Şâiri eserine? İlk kelimesini, cümlesini nasıl tasarladı acaba kafasında? “Korkma, üstün gelecek olan kesinlikle sensin.” diyen Tâhâ Sûresi’nden mi esinlendi acaba? (2) Gece aklına gelen dizeleri duvarlarına karaladığı Tâcettin Dergâhı ona neler hissettirdi? Acaba bir kelimesini kaleme almak için kaç gece ilham beklemiştir? Ya da kaç gece kâğıtlarını gözyaşı ıslatmıştır? Kefensiz yatan şehitleri kaleme aldığında içinde kopan fırtınayı nasıl dindirmiştir? Böyle bir eser herkes tarafından yazılamazdı. Böyle bir eser, İstiklâl Şâiri’nden başkası tarafından da yazılamazdı.
İstiklâl Şâiri, “Allah, bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın.” diye temenni ettiğinde hem yukarıda özetlenen dönemin bu millete hissettirdiklerini hem de böyle bir eseri kaleme getirebilmenin insan bünyesinde oluşturabileceği tesirlerin farkında idi. O hem millet hem ümmet olma bilincini doruklarında yaşamış, bir milletin en ümitsiz anında ümit olabilecek kadar onu etkileyebilmişken aynı zamanda bir ümmeti de vaazlarıyla Millî Mücâdele’ye yönlendirebilmiştir. Bir milletin ümidini sırtında taşıyan adam olmak, cephedeki askerden, sokaktaki vatandaşa kadar herkesi Millî Mücâdele’ye yönlendirebilmekte herkesin harcı değildir. İşte böyle bir ortamda İstiklâl Şâiri, tüm olumsuzluklara, tüm kötü gidişe rağmen bir milletin ayağa kalkmasını sağlayacak eserini kaleme almıştır. Bunu yaparken de vatanının kurtuluşu için, memleketi karış karış adımlamaktan, câmi câmi vatandaşı örgütlemekten geri kalmamıştır. İşte bu amaçla Balıkesir, Ankara, İnebolu, Çankırı, Konya, Eskişehir, Afyon, Antalya, Kastamonu gibi yerlerde halka vaazlar vermiştir.
İstiklâl Şâiri’nin en önemli vaazıdır, Kastamonu Nasrullah Paşa Câmisi’nde verdiği vaaz. (3) İstiklâl Şâiri Âl-i İmrân Sûresi’nin tefsiri ile başladığı vaazında “Kahraman Ordumuza” eserini de okumuştur. Vaaz, halka dağıtılmış, cephedeki komutanlara gönderilmiş; cephedeki komutanlardan İstiklâl Şâiri’ne askeri heyecanlandıran vaazından dolayı teşekkür yazıları gönderilmiştir. (İstiklâl Şâiri’nin gerek Bursa’nın işgâlinden ötürü ağlaya ağlaya yazdığını ifâde ettiği “Bülbül” şiirini gerekse de İstiklâl Savaşı sırasında yazdığı ve Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle bütün askeri birliklere dağıtılan “Ordunun Duâsı” şiiri de “Kahraman Ordumuza” eserinin yazıldığı dönemde milletin, askerin ruhuna işleyen çok sayıda başkaca eser aldığına, Millî Mücâdele’nin duygusal yönüne çok ciddî katkı sağladığına örnektir.)
Önce halk nezdinde kabul görmüştür eser. Ahmet Halit Yaşaroğlu isimli bir öğretmen marşı bastırmış, gizlice İstanbul’da vatandaşa dağıtmıştır. İstiklâl Marşı ateşi ilk önce milletin bağrında yanmaya başlamıştır. Sonrasında eser Meclis’e gelmiştir. Hamdullah Suphi’ye nasip olur böyle bir eseri, böyle bir Meclis’in karşısında dile getirmek. Eşref Edip şöyle anlatır eserin Meclis’te seslendirildiği günü: “Mebusların alkışlarından Meclis’in tavanları sarsılıyordu. Ruhları o kadar heyecan kaplamıştı ki bütün Meclis yekpâre bir kalp hâlinde dalgalanıyordu. Üstat ise mahcûbiyetinden, başını kollarının arasına sokmuş, sıranın üstüne yumulmuştu.” Rivâyetlere göre Büyük Meclis, “Cumhuriyet” kelimesinden sonra en çok “İstiklâl Marşı’nı” alkışlamıştır. (4)
Halkından mebusuna, herkesi etkisi altına alan ölümsüz eser… Öleceğini bile bile Allah Allah nidâlarıyla düşmana karşı yürüyen Mehmetçik’in şiiri. Cepheye götürdüğü top mermisini korumak uğruna çocuğunun sağlığından vazgeçen, çocuğunun örtüsünü cephenin top mermisine âit gören annenin şiiri. Marşın Meclis’te kabulünden sonra Meclis Muhâsebecisi Necmeddin Bey’in getirdiği 500 liralık mükâfatı Sarıkışla Hastanesi’ndeki yaralı gâzilere hîbe eden müessirin eseri. (5)
İstiklâl Şâiri, eserini, düşman Ankara kapısına dayandığı dönemde kaleme almış ve yaklaşık bir haftalık sürede tamamlamıştır. Böyle bir eser, şartlar oluşmadıkça kaleme alınması mümkün olmayacak türdendir. Şartlar oluştuğunda ise önüne geçilemeyecek niteliktedir.
Nitekim İstiklâl Şâiri’nin on bir sene kaldığı Mısır’dan döndüğünde vermiş olduğu röportaj bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kendisine yöneltilen “İstiklâl Marşı’nı nasıl yazdınız?” sorusuna yatağında yavaşça doğrularak, yastıklara yaslanarak ve sesi bir anda canlanarak vermiş olduğu; “Doğacaktır, sana vaat ettiği günler Hakk’ın! Bu ümitle, imânla yazılır. O zamanı düşünün… İmânım olmasaydı yazabilir miydim? Zâten ben başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır. Şu var ki İstiklâl Marşı’nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak târihî bir değeri vardır.” cevabı eserin, müessirin dönemin koşulları etkisi altında kaleme alındığını en açık şekilde ortaya koymaktadır. (6)
Eser, ümitsizlik döneminin ürünüydü. Bizim millî marşımız başka milletlerin marşları gibi gereksiz hamâset nidâları ile dolu değildi. Başka hangi ülkenin millî marşı “Korkma” ibâresi ile başlardı ki? Ümitsizliğin pençesine düşmüş, zafere dâir imânı ve inancı kalmamış, yüzyıllardır gerisin geriye giden bir milletin evlâtlarını ayağa kaldırmak amacından başka bir amacı yoktu İstiklâl Şâiri’nin. Aynı röportajında büyük zaferi duyduğunda ne hissettiği, bir şey yazıp yazmadığı sorulduğunda şöyle cevap veriyordu; “Ve biz mest olduk! Artık benim ne düşünecek ne yazacak hatta ne yaşayacak takâtim kalmıştı… Bizim dilimiz tutulmuştu. Ordu bizzat yazıyordu.” (7)
Eseri, hislerin, bir milletin ihtiyaç duyduğu sesin ürünü olmasa kaleme alabilir miydi İstiklâl Şâiri? Dönemin Erzurum Mebusu Gözübüyükzâde Ziyâ Bey’in anlattığı husus İstiklâl Şâiri’nin karakterini ortaya koymaktadır; “Şâir Âkif Bey’e ‘Yâhu sen bu parayı neden almadın? Sırtında palton yok. Üstelik bana da iki yüz elli lira borcun var. Alıp da bâri borcunu verseydin.’ dediğim zaman merhûm sert bir edâ ile ‘Borç başka, bu iş başka.’ diye bana mukâbelede bulundu.” (8) Onun eseri, bir milletin sesi idi. Onun eseri, aslında bir milletin eseri idi. Bu sebeple esere vaat edilen ödülü almadığı gibi tarafınca kaleme alınan eserleri barındıran Safâhat’ta da eserine yer vermemişti. Çünkü o Türk Milleti’nin yüzyıllardır ayağa kalkmak için beklediği ses, kahraman ordusuna bir armağanı idi. O, mazlûmların kanını akıtmaya çalışan emperyalistlere karşı en önemli dik duruşun adıydı. O, bir milleti, bir ümmeti ezmeyi hedeflerin karşısına bir milletin çıkabilmesini sağlayan en önemli vâsıtaydı.
Bununla beraber, İstiklâl Şâiri’nin emperyalistlere ilk karşı çıkışı değildi. “Mısır’da on bir yıl kaldım. Fakat on bir saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana hâlisane bir fikrimi söyleyeyim mi; insanlık da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, Müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de. Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin.” dediği (9) ülkesine göz dikenlere daha 1912 yılında karşı çıkmış, istiklâlin kadrinin bilinmesi gerektiğini “Süleymâniye Kürsüsünde” hepimize göstermiştir;
“Ey cemâat, uyanın, elverir artık uyku!
Yok mu sizlerde vatan nâmına hiçbir duygu?
Düşmeden pençesinin altına istikbâlin,
Biliniz kadrini hürriyetin, istiklâlin.”
İstiklâl Şâiri, bu ülkenin Millî Mücâdele’sinin en önemli kahramanlarından birisidir. O, kalemini, vatanı, ülküsü, milleti için kullanmış; ülkesinin, ümmetinin ve bu ülke ile bu ümmete bel bağlayan mazlûmların ayağa kalkabilmesini sağlamıştır. O, eserini, milletinin artık korkmadan düşmanın üzerine yürümesi amacıyla en ümitsiz, en karanlık günlerde kaleme almış, Millî Mücâdele açısından çok büyük bir kıvılcım yakmıştır. Böyle büyük ve ölümsüz eserler, yalnızca şâirlik ilhâmı ile kaleme alınabilecek eserler değildir. Böyle eserler, her şâir tarafından kaleme alınabilecek eserler de değildir. Böyle eserlerin ortaya çıkabilmesi için hem olağanüstü dönemlerin oluşması hem de o dönemde kalemini halkı, milleti, ümmeti için kullanabilecek olağanüstü yazarların olması gerekmektedir. Bu bağlamda İstiklâl Şâiri’nin Millî Mücâdele döneminde varlığı, Türk Milleti, İslâm ümmeti için büyük bir şanstır. “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın.” sözü de bu olağanüstü koşulları ortaya koymaktadır. Ölümsüz eser, ölümsüz Türk Milleti’nin ilelebet istiklâlinin en önemli delillerindendir. Müessirin, eser karşılığında para almaması, kişisel şiirlerinin bulunduğu kitabına koymaması da bu gerçeği ortaya koymaktadır.
“Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!”
KAYNAKÇA
(1)Sebilürreşad, 1919, S. 438: 175
(2)Kur’an-ı Kerim, Tâhâ/68
(3)Sinan ŞAHİN, Millî Mücadele Döneminde Mehmet Âkif Ersoy’un Kastamonu Vaazı Üzerine Bir İnceleme, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Cilt: 19, Sayı: 2, Aralık 2017, 311-338)
(4)Osman Nuri EKİZ, Mehmet Âkif ERSOY, sayfa 88, Toker Yayınları, İstanbul, 1985
(5)Mahir İZ, Yılların İzi, Sayfa 148, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2019
(6) https://www.dusuncemektebi.com/d/83727/mehmet-akif-ersoyla-son-roportaj-(1936)
(7)https://www.dusuncemektebi.com/d/83727/mehmet-akif-ersoyla-son-roportaj-(1936)
(8) Mahir İZ, Yılların İzi, Sayfa 148, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2019
(9) Hasan Şen, Mehmet Akif Ersoy’un Düşüncelerinin Biyografik Analizi, Sayfa 263 Sosyoloji Dergisi Sayı:34 Yıl:2016
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.