Bir milletin yürek sesine tercüman olmak, ezelden ebede bir ulusun inancının göstergesi ve yaşatıcı olarak kalmak kaç kişiye nasip olabilir ki?  Millî Mücâdele heyecanını böylesine kim ateşleyebilir kalplere, cümle mükellefiyetleri kim yükleyebilir ruhlarımıza? Dilime, lisanıma, benliğime, ulusal kimliğime kim bu kadar net seslenebilirdi ki. Hangi zilzal titretebilirdi beni böylesine. Ey gönlümün dülgeri; ruhuma, kişiliğime, fikrî hafızama var olmanın mührünü basan mümtaz kalp, dirilişin imzâsını atan vatan şâiri söyle, bu hangi sevdânın yangınıydı böyle…

Yüreğimin dal uçlarında bir ses yankılanır kendimi bildim bileli. Her kulak verişimde takvimlerden irtifâ kaybeder, zaman ve mekân ötesine giderim âdeta. Her duyduğumda geleceğime daha emin bakarım. Varoluşumun temel değeri ve dayanağı olan bu eser, sanki lügatlerden alınan bir lisanla değil de şehitler coğrafyasının dili ve üslûbu ile kaleme alınmıştı. Sanki her hecesi kanla, ateşle yazılmış gibiydi. Bu yüzden kalbimi vatan sevdâsının ateşinde yandırmak istediğim demde, ruhumu istiklâl deryâsının parıltılarına bandırmak istediğim demde, hep bu sese doğru yürüyorum. Gözlerimi her kapatışımda, ay karanlık iken, cümle yıldızlar zâyi iken, ümitlerin bir cam parçası gibi kırıldığı bir demde duvarların mürekkep tuttuğunu görüyorum. Bu duvara yazılanlar kuru bir yazı olamazdı. Mâziden âtîye asâlet ve gönül bayrağı olarak bir ulusun varlık burcuna sarsılmaz ve yıkılmaz bir gönder kabulüyle yollanan bir edibin, yürek sesiydi bu. Bu ses, içinde bulunduğu zamana sığmıyor, yaşanmış ve yaşanacak zamanları da kapsıyordu. Bu ses, çağın kabuklarını çatlatıyor ve milletimizin istiklâl bayrağını dalgalandıran serin bir rüzgâr olarak kalıyordu akıp giden zaman içerisinde. Ey penceresinden bakıldığında umutsuzluğa yer olmayan hakîkat ehlî, ey hayallerle işi olmayan hürriyet elçisi söyle, bu hangi sevdânın yangınıydı böyle…

O gönül imbiğinden süzülen hürriyet katreleri, yüzyıllardır hür yaşamış ulusumuzun karakterinin; şanlı târihinin, kimliğinin, millî değerlere olan bağlılığının birer izdüşümüydü. O katreyle yürek yangını söndürenler, sırtını dönüyorlardı artık hayatın bütün gelgitlerine.  O satırlara tutunanlar, düşmemişlerdi dipsiz derin yarlardan aşağı. O sese kulak verenlerin üstüne, hürriyet yağmurları yağıyor ve her sabah çiy tanesi düşüyordu ruhlarının orta yerine.  Hürriyet ve istiklâl aşkına çarpan yürekleri, ilâhî bir bahara çeviren mânâ iklimiydi İstiklâl Marşı. Bu yüzden onunla siliniyordu yalan dünyamın bütün özneleri. Bir tek aşk kalıyordu bende, aşk gözüküyordu gözüme.  O ses ki ruhumun kalp atışıydı, müjdemdi, hürriyetimdi. Ben oluşumdu benim. Aşka doğru yol alırken pusulam, hiç bilmediğim bir coğrafyada mihmandarımdı. Şimdi sesi her duyuşumda, mübârek bir mâzînin râyihalarını çekerim genzime. Âsûde bir sabah adına, dudaklarım kıpırdar şükür tadında. Bir ben değil yerlerin ve göklerin titreyesi vardır bu dâvûdî sesin duyulduğu anda. Her şey susuyordu böylesi bir demde. Kuşlar susuyor, çınarlar susuyor, su bile susuyordu hem de.  Ve Kaf Dağı’nın ardında kalıyordu cümle yeislerim. Bir daha ve bir daha. Bu minvalde yüreğimde yer olmadı, olmayacaktı eyvaha. Bu ses ki kalbimin istiklâl ile olan akdiydi. Bu sesi duyduğum dem yüreğimin kıyam vaktiydi.  Ey Tâcettin Dergâhı’ndan vatan aşkı ve imân nurunu devşiren, Türk Milleti’nin kurtuluşunu muştulayan mütefekkir söyle, bu hangi sevdânın yangınıydı böyle…

 

Hürriyet membaının on gözesinden akan bir serin suya benziyordu İstiklâl Marşı. Onu kana kana içen kişi, Millî Mücâdele Dönemi’nde bulacaktır kendini. Savaş şartlarının toplum hayatında açtığı derin yaralara âit hissiyatı görecektir ruhunda. Dönemin insanının iç dünyasına, daralmışlığına ve sıkışmışlığına şâhittir üstadın gönül kaleminden düşenler. Bu yazılanlar sâdece bir şiir olarak adlandırılamaz. Bu on kıta, kelimelerin sırtına dağların yüklenmesi demektir. Zirâ kelimelerin yüklendiği çok derin anlamlar ve duyarlılık alanı vardır İstiklâl Marşı’nda. Her satırda bir ulusun ruhuna tercüman oluş vardır, millî hissiyat ve özlemlere refâkat ediş vardır ve her satır milletin vicdanının ve nâmusunun ortak haykırışıdır. Korkma ünlemiyle cümle yüreklerde bir diriliş başlar bahara döner, bir milleti ayazda bırakmayı kendine şiar edinen ebedî kışlar.

“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.”

Böylesi kalbî bir çağrıya, muazzam ve destansı duyuşa ve odaklanışa kalplerin duyarsız kalması mümkün müdür? Bu sesleniş; madden toparlanışın, dirilişin, özgüvenin ve bağımsızlık sevdâsını dile getirmenin bir izdüşümü ve târihî beyanıydı. Bu millî mutâbakat metni, aziz milletimize umudu aşılamış, Millî Mücâdele ruhunun canlanmasına vesîle olmuştur. Türk Milleti için bir manifesto niteliği taşıyan İstiklâl Marşı, ulusal ruhu ölümsüz kılan bir belge ve yankısı çağlar ötesinden duyulan bir haykırıştır. Necip bir millet oluşumuzun üzerine edilmiş yemindir. Mâzîden âtîye üzerinde yaşadığımız topraklarımızın yeniden vatan olarak edilmesinin tapusudur. İstiklâl Marşı aynı zamanda ehl-i vatan kalplere mümtaz bir kalpten kalan bir emânet ve kutlu bir mîrastır. Bu yüzden sorar dururum kendime. Bu nasıl bir ruh hâlidir? Bu nice bir sevdâlanmadır? Bu nasıl hissetmektir? Bir Mecnun düşüyor gözlerimin önüne. Evde, sokakta, câmide, Meclis’te, uyurken, yürürken, yemek yerken âdeta bütün hücreleriyle kelimelere ölümsüzlük katmak, her hecenin her mısrânın sırtına sıradağları yüklemek, nasıl bir aşktır. Bu nasıl bir istiğrak hâlidir. Ey aşkını çorak topraklara saçarak canlılık üfleyen simyâcı söyle, bu hangi sevdânın yangınıydı böyle…

Milletimizin ortak lehçesi ve hürriyetimizin nişânesi olan İstiklâl Marşı, topyekûn girişilen bir savaşın adım adım gönüllere nakşedilmesiydi. Zulümden, işgâlden ve prangalardan kurtuluş müjdesiydi. Bu marş bir milletin geçmişiydi, gelecek zaman dilimlerinin özeti ve ışığıydı. Harcı, aşk ve imânla karılan istiklâl kalesiydi. Bu kalenin temelini de ancak milletini tanıyan, onun değerleriyle bütünleşmiş, söylediklerini yaşayan, sâmimî bir üstad atabilirdi.  Onun inşâsını ancak fedakâr, mütevâzı, sağlam karakterli bir el yapabilirdi. Onu ancak ağlayan, ağlatan, hisseden, söyleyen bir sanatçı şâheser kılabilirdi.  Vatan sevdâsında demlenmiş bir hissiyatın şavkında ve şâhitliğinde yazılabilirdi bu dizeler ancak. Kaldı ki her dizede, her kelimede bu toprakların mağrur ve mağlûp hüznü âdeta dirilişe geçer. Bu yazılanlar Millî Mücâdele Dönemi esnasında zulme, haksızlığa, işgâle karşı duyulan ızdırapların feryadıdır ve şühedânın yüreğinde kopan fırtınanın sedâsıdır. Bu hissiyatı ancak Türk târihini omuzlarında taşıyacak kadar heyecanlı ve şuurlu bir vatan evlâdı, çile adamı taşıyabilir ve yaşayabilirdi. Zahmet demlerinde milletine bir ömür adayan, rahmet günlerinde çileye tâlip olan bir gönül adamının gönül sesiydi bu ses. Hangi kalp bu kadar Mecnun olur da Leyla bilir vatanı ki millet, bayrak, hürriyet, istiklâl, din ve nâmus o sevdâlının dudaklarda terennüme dönüşür. Bu terennümün, bağımsızlık ruhumuzun en veciz ifâdesi olan İstiklal Marşı’nın kendisine özgü bir benliği, bitimsiz bir coşkusu vardır. O destansı anlatımda Anadolu’nun büyük bir Türk yurdu olduğu, aziz milletimin mücâdeleci bir ruha sâhip olduğu açık bir şekilde göze çarpar. İstiklâl Marşı, milletimizin boy ve gönül aynasıdır. Her mısrâda bu necip milletin adâleti, merhameti, hakkı, hukuku baş üstünde tutması târif edilir. Bu milletin, kalbini, aklını, ihlâsla ve millî bir imânla beslemiş olan bir milletin ölümden, elemden ve de zulümden asla korkmayacağını anlatılır dizelerde. Şiirini imânı, düşüncesi ve milletinin hizmetine adayan ey İstiklâl Şâiri söyle, bu hangi sevdânın yangınıydı böyle…

Mehmet Âkif Ersoy, bir ulusun ilgilendiği kadim soruları kendisine soran, onlarla hesaplaşan, onlarla yüzleşip onlarla tefekkür eden ve sonra bir ulusun varoluşuna yepyeni bir anlam kazandıran insandır gönül lügatimizde. Onun için bir ulusun varlığının öncesinde veya sonrasında hangi sorularla ilgilenirseniz onun eserlerinde her sorunun bir cevâbı mutlak sûretle bulunur.  O, bir ulusu tek başına temsil ediyormuşçasına istiklâl ateşinde yanmış, o ateşte olgunlaşmış ve yüreğindeki o bitimsiz ateşi eserleriyle gelecek nesillere taşımıştır. Bugün onun eserlerini okudukça ve terennüm ettikçe onun tespitlerinin ne kadar doğru olduğunun ve görüşlerinin günümüze, geleceğimize nasıl ışık tuttuğunun farkına varmaktayız. Bir ulusun kalıcı kök değerine dönüşen Mehmet Âkif Ersoy bütün özellikleri genç nesil için bir rol model, hepimiz için müstesnâ bir değer olarak kalacaktır. Şiirleri birer mânâ çağlayanına dönüşen ve gönüllerimizde Süleymâniyeler inşâ eden şâirimiz hayatı boyunca istiklâlimize hürriyetimize ve bu cihetteki aşka hizmet etmiştir. Yıllardır yürek sesiyle yanımızdan hiç çekilmeyen, biz olan, bizden olan ve bizimle olan Âkif’i anlamak, anlatmak onun gözüyle görmek boynumuzda bir buyruktur. Hepimizin aslî vazîfesi tepeden tırnağa kadar Atatürk’ün ilke ve inkılâpları ile hareket etmek, millî şâirimizdeki ruh ve şuur ile dolmak, o gözle görmek, o kulakla duymak ve o lisanla konuşmaktır.  Bu hassasiyetin yüksek olması necip milletimizin uygarlık yükselişi olacaktır. Yol haritamız, kudret kaynağımız, bağımsızlık ölçütümüz ve kırmızı çizgimiz olan İstiklâl Marşı’mızdaki ruhu yaşadıkça aziz milletimizin kalbindeki bu İstikbal ve İstiklâl Yürüyüşü sekteye uğramadan devam edecektir. Zirâ İstiklâl Marşı bir yemindir bizim kitabımızda. Mâziye ışık vurduğu kadar fırından yeni çıkmış bir ekmeğin sıcaklığındadır. Mehmet Âkif Ersoy’un millî hâfızamıza kaydettiği hasletler, geçmişte ve bugün olduğu gibi gelecekte de fikir dünyamızı aydınlatmaya devam edecektir. Bizler onun fikirlerinden ve ışığından feyz alan bir nesil olarak ona yakışanı yapmalıyız, onun yürümüş olduğu bu kutlu yolda emin adımlarla yürümeliyiz. Bir ulusun varlığını hürriyete adamış bir milletin kıyâma duruşu olan hamâset destanını dördüncü boyutta yazan his ve fikir önderine her zamankinden daha çok muhtacız. O yüreği anlamaya, tanımaya mecburuz. Onu anlamak ve özümsemekle, bir yandan üstada karşı vefâ borcu ödenirken, diğer yandan kültür mirâsımızın çok kıymetli bir değerine sâhip çıkılmış olacaktır. Bu kutlu değere kendisini toprağına, devletine, milletine, bayrağına âidiyet duygusuyla yaklaşan kişiler sâhip çıkacaktır.  Âkif’i bilmek, geçmişimizi bilmektir. Onu hatırlamak, vatan toprağının ruhunu duymaktır. Kaldı ki mübârek ruhu da ebedî istirahâtgâhının içinde her geçen gün biraz daha anlaşılmayı ve vefâdan nasip almayı beklemektedir. İnsanların, târihî kimliklerinden ve şanlı mâzîsinden kendilerini soyutlamaya başladığı ve nefsânî duyguların altında ezilmeye yüz tuttuğu günümüzde, gönüllerin ve târihin zirvesine yürüyen üstadın imân ve heyecan dolu gönül seviyesine yeniden ulaşabilmemiz gerekmektedir. Onu anlamak haksızlığa, hukuksuzluğa, esârete, cehâlete karşı dik durabilmektir. Onu anlamak imânın, ahlâkın, istiklâlin, hürriyetin, kardeşliğin mücâdelesini hakkıyla verebilmektir. Bir milletin târihe verilmiş sözü ve yemini olan, koca bir cihana karşı özgürlük deklarasyonu olan İstiklâl Marşı’nı özümüzde hissedebilmek onuruyla yaşayan bir ulusun, kendisine pranga vurmak isteyenlere isyan etmesi ve meydan okumasıdır.  Ey sözün ve sanatın ilâhî doruğuna erişmiş şâir, millî ve mânevî heyecanımızın kükreyen sesi, canını istiklâle adayan hürriyet elçisi ve senelerdir dili canlı, kendi canlı Mehmet Âkif söyle, bu hangi sevdânın yangınıydı böyle?

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.