“Yürü hür maviliğin bittiği son hadde kadar

İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.”

Târih içinde insan hiç şüphesiz diğer canlılardan farklı bir gelişim seyrine sâhip olmuştur. Bilinen târih içerisinde bâzı kimseler onu hayvanileştirmeye çalışsalar da “insan” halâ mûteber bir yere sâhiptir. İnsanı mûteber bir makama lâyık gören Tanrı, onu ne ile ödüllendirmiş ve cezalandırmıştır?

İnsanı nasıl târif ederiz? Bu târif hangi kırılma noktalarını daha çok öne sürdüğümüzle doğrudan ilgilidir. Öncelik sıramız, nasıl bir insan tasavvuruna sâhip olduğumuzu doğrudan ilgilendirir ve şekillendirir. Ona verdiğimiz cevap nispetince varlıklar âleminde kendimiz de bir yere koymamız gerekmektedir? Sizce insan nerede başlar, nerede biter?

İnsan, Batılı bilim insanlarına göre temelde düşünce ve bilişsel faâliyetleriyle hayvanlardan ve bitkilerden ayrılmaktadır. Bu ayrımı da doğanın ve sürecin bir getirisi olarak kabul etmektedirler. Yâni insan evrimleşmiş ve beynindeki bâzı yapıların gelişmesiyle bilişsel, kognitif yeteneklere sâhip olmuştur. Tâbi bu içine din, felsefe ve sanat girmemiş soğuk bir yaklaşım olması nedeniyle beni, umarım sizleri de hiçbir zaman tatmin etmemişti, ta ki bilimin yolunu tanrıyla kesiştirene kadar.

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de Ahzab Sûresi 72. âyette şöyle buyuruyor: “Biz emâneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve insan onu yüklendi. Kuşkusuz insan çok zâlim ve çok bilgisizdir.”

Acaba Tanrı bize burada hangi emâneti teklif etmiştir? Yeryüzüne ve gökyüzüne teklif edilip de sâdece insanın kabul ettiği emânet nedir? Eminim ki bu soruya birden çok kişi birden çok cevap vermiştir, verecektir. Her cevap kendi içinde doğru ve yanlış olabilir. Mutlak doğru, hakîkat, yalnızca Allah’ındır. Bizler sâdece hakîkatten yanlışlar ve doğrular çıkarırız.

İnsan, geçirdiği evrim sonucunda doğadaki en güçsüz canlılardan bir tanesidir. Diğer hayvan, bitki, bakteri ve organizmalara baktığımızda insan gerçekten çok âcizdir. Onu çevreden koruyabilecek ne bir gücü ne de bir zehri vardır. Bütün bu âcizliğe rağmen evrene baktığımızda en tesirli, iyi ya da kötü tarafı tartışılmakla beraber, en çok müdâhale eden canlı insandır. ‘Güç-Etki’ ilişkisini ele aldığımızda insan, diğer canlılar arasından sıyrılıp müteessir bir konuma sâhip olmaktadır. İnsan doğanın dengesini nasıl ve ne ile bozmaktadır?

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde düşünme kâbiliyetimiz gelişmeye başladı. Doğayı ve çevreyi manipüle etmeye çalışan insan hâkim tutumunu bu gelişime borçludur. Doğa ve çevre karşısındaki güçsüzlüğünü düşünce gücüyle yenmeye çalışmıştır. Evet, bu bir var olma ve var kalma mücâdelesidir. İnsan, bunu düşünerek yapmıştır. Bunun nasıl ve niçin kısmı üzerinde durduğumuz esaslar kadar önemli olsa da bu konu dâhilînde ele alınması havsalaları zorlayacak bir hareket olacaktır.

İnsanı kendi oltasının balığına iten câhilliğidir. Bu câhilliktir ki onunla yola çıkar kendimize zulmederiz. Ürettiğimiz dünyanın azâmeti bize kendine çekerken kendimizi oraya hapsederiz. Bu hâdise belki de hayatta irâdemizin ve hürriyetimizin en fazla tecessüs ettiği anlardan birisidir. Hiçbir baskı ve güç altında kalmadan kıyarken düşle nikâhımızı, akıl ve gönül şâhitliğinde meşrûiyet buluruz. O nikâhtır ki biz artık o birlikteliğe îman etmiş gibi nâmusumuz beller ve ondan kopamayız. Hayatta yaşamak için lâzım olan yegâne şey belki de bu sadâkattir desem mübalağa mı etmiş olurum, bilemiyorum.

Düşünmek, düşlemektir. Olmayan bir zamanda olmayan şeyleri var etme çabasıdır belki de. Belki de gerçekte hiçbir zaman olmamış ve olmayacak şeyleri var etmektir. Kimse göremese de onu kabul etmek hem çok âlimce hem de çok zâlimce değil midir? Olmayana inanmak belki de en büyük hazînemiz ve hüznümüzdür. Hiçbir zaman bilemeyeceğimiz şeyleri düşlemek keyif ve elemi aynı anda aynı yerde barındırır. Bugünden düşlerinize, düşüncelerinize bakın desem bakıp da görebilir misiniz? Yoksa düşlemek bakmadan mı görmektir?

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.