Mâzinin ışığında istikbale yürümek için okumaya ihtiyacımız var. İnandığımız dinin ilk kelimesi, ilk emri oku olduğu için; medeniyetin inşâ veya ihyâsı için okumaya ihtiyacımız var. Medeniyetlerin temelinde telif veya tercüme bol kitap yayını, tabi o ölçüde yoğun okuma var. Okumaya ihtiyacımız var, târihin altın tepside sunduğu fırsatları hebâ etmemize sebep olan kaht-ı ricâlin izâlesi için. Okumaya ihtiyacımız var, övündüğümüz o zengin mîrasın önemli bir bölümünü oluşturan arşivlerimize girebilmek ve toz içinde bizi bekleyen eserlerimize el uzatabilmek için. Başka bir ifâde ile mîrasın hakkını veren, atalara lâyık evlatlar olabilmek için.
Biliyorum toplum olarak şifâhi kültür geleneğimizden dolayı daha çok konuşmayı seviyoruz. Bugünkü hayat anlayışında konfora bu kadar alışmışken kitaplarla uğraşmak pek câzip değil. Bilginin ve ilmin horlandığı bir zamanda hiç câzip değil. Hele sosyal bilimlerin özellikle sosyoloji ve sosyal psikolojinin sâhiplenilmediği bir gerçekken. Ama şartlar, Osman Turanlar, Zeki Velidi Toganlar yetiştirmeyi gerektiriyor. Bu merhumların ikisi de büyük engellere rağmen çok önemli kitaplar kaleme almış, iki kıymetli profesörümüzdür. Târihimize yön vermiş ve belirleyici olmuş otoritelerdir. Zeki Velidi Togan Hoca birkaç defa ülke bile değiştirmek zorunda kalmış, Osman Turan Hoca unutturulmak istenen bir çağı, Selçukluları aydınlığa çıkarmıştır. Anlatmaya çalıştığım şu: Birkaç yazı, bir popüler kitap ve parlak bir teklifle danışman yapılarak işlek zekâlarımızı köreltiyoruz. Aksine onların kıymetini bilerek, onlara gerekli teşvikleri de yaparak bu zekâlarımızı milletimizin hizmetine sunmalıyız.
Özellikle belirteceğim şu durumdan dolayı kayba, fiyaskoya, hüsrana asla yer vermemeliyiz. Geçmişin bir döneminde bizi köklerimize bağlayan zincirin kopması sonucu hem köksüz kaldık hem meydana gelen boşluk başka kültür ve düşünceler tarafından dolduruldu. Bugün kopan bağı ekleyip köksüzlüğü okumak sâyesinde gidereceğiz. Rastgele doluşan başka kültür ve düşünceleri ayıklayacak, okumakla millî ve yerli düşünceyi öne çıkaracağız. Beynelmilel olmak daha sonraki bir iş. Önce İmam-ı Âzam Hanîfe’nin, İmam Mâturîdî’nin ve Hoca Ahmet Yesevî’nin oluşturduğu Mâverâünnehir anlayışına yeniden bağlanacağız. Yâni aleyhinde bulunanlar hakkında bile dedikodu etmeyen, söyleyeceğini onu kendisi yapmadığı için kırk gün erteleyen Ebû Hanîfe ahlâkına bağlanacağız. Dinin açıklamasında akla ve nakle (Kur’an ve hadise) her ikisine birden değer veren Mâturîdî metoduna sâhip olacağız. Hoşgörüye, zorbalıktan uzak bir anlayışa sâhip olan, nihâyet zamanının İslâmî ilimlerine ve İran edebiyatına yabancı olmadığı halde Türklerin zevklerine âdetlerine uymak, mânâsını anlayacakları basit bir lîsan ve âhengine âşina çıkabilecekleri bir vezinle Türk’e hitap edebilmek için bütün hikmetlerini millî hece vezni ile ve halk edebiyatından alınmış millî şekillerle söyleyen Hoca Ahmet Yesevî tarzına yöneleceğiz. Peygamber Efendimiz’in (A.s) görmediği güneşi ben de görmeyeceğim diyerek 63 yaşından sonra onu yer altındaki hücresinde yaşatan Resûlullâh (A.s) sadâkatine ekleneceğiz. Böylece ahlâklı akl ve tefekkür eden yerli ve millî düşünceden yana olacağız.
Bu yolla merhum Ergun Göze’nin ifâde ettiği gibi başında bir Alparslan, minberinde bir Gazâlî, idâreciliğinde bir Nizâmülmülk’ün bulunduğu bir topluma kavuşacağız. Bu da onlar gibi olacağız demektir. Alparslan gibi olmak demek ‘bidat bilmeyen Müslümanlar olmak’ demektir. Başkasını hakir görmekten, kibirden, ihtişamdan uzak durmak demektir. Nizâmülmülk’e, “Benden sonra gelenler halîfe olurlarsa bir teşkîlat kurarak kendilerine ‘Gururlanma sultanım, senden büyük Allah (C.c) var.’ dedirtsinler.” diye vasiyette bulunan odur. Osmanlı’da devam eden geleneğin başlangıcı da budur. Gazâlî gibi olmak demek, ilimde zirve olmak demektir. En büyük ilim müesseselerinin başı olmak demektir. “İnsanoğlu oyun ve boş şeylerle uğraşmak için yaratılmadı. Bilakis ona büyük işler ve büyük kıymet verildi.” diyen odur. Nizâmülmülk gibi olmak demek zulüm yok demektir. Çünkü o, “Küfür ile belki amma zulüm ile pâyidar kalmaz memleket.” diyendir. Bu da demektir ki sulh ve sükûn, mutlak bir âsâyiş yine gelecek. Adâlet ve insanlığın esas olduğu, Türk dünya düzeni tekrar gerçekleşecektir. Cihanşümul değerler o zaman yeniden yaşatılacak, insanlık târihte olduğu gibi Türk idâresini tercih edecektir. “Türkler millî, İslâmi ve insanî duyguların âhenkli bir terkibi sâyesinde böyle bir dünya nîzamı dâvâsına bağlanırken bu esaslara göre Allah’ın cihan hâkimiyetini kendilerine emânet ettiğine inanıyorlardı ve bu emânete saygı göstermek sûretiyle de bir hânedan, bir sınıf ve zümrenin veya sadece bir milletin değil, hüküm sürdükleri bütün kavim ve dinlerin hâmisi oldukları düşünüyorlardı. Bu sebeple de Türk imparatorluklarında milliyet, din ve sınıf tezat ve mücâdelelerine rastlanmamış; adâlet ve âhenk sürmüştür.” (1)
Zâten “… Milletin babası sayılmakta olan Türk hükümdarları imparatorluk hâlinde ve husûsiyle İslâm çağında derhal ‘cihan ailesinin babası’ mevkiine yükseliyor ve bunu bizzat ifâde ediyorlardı.”
KAYNAKÇA
(1)Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi. s. 11. Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul 1969
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.