Türk Milliyetçiliği, en genel târifi ile Türk Milleti’nin ebedî bekasını temin etmek için ortaya konmuş olan bir ideolojidir ve diğer birçok ideoloji gibi hedeflediği amaca ulaşmak için uygulama planları vardır. Türk Milliyetçilerinin uygulama planı, Rahmetli Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in hazırlayıp ortaya koyduğu 9 Işık Doktrini’dir. Hedef milletin bekası olduğu için Türk Milleti’nin bekasına yönelik her tehdit, direkt olarak ilgi alanımıza girer ve bu tehditleri bertaraf etmek için de fikir ve eylemler ortaya koymak boynumuzun borcu olur. Türk Milliyetçilerinin, 12 Eylül öncesi buhranlı dönemde vermiş oldukları şanlı mücâdele de yine bu tehdit algısı üzerine ortaya koymuş oldukları bir eylemdi.
Bir ülke halkının sabah uyandığı andan gece gözlerini kapatıncaya kadar yüz yüze geldikleri ve hatta gece uyurken bile farklı yöntemlerle katılım sağladıkları tüm ekonomik aktiviteler bütünü, o ülkenin ekonomisini temsil eder. Bu ekonomik aktiviteler bireyler, özel kurumlar veya devlet kurumları vâsıtasıyla gerçekleştirilir. Son birkaç yüzyıldır bu aktiviteleri yapan kurumların içine, ilgili ülke vatandaşlarına ait olmayan uluslararası kuruluşlar da eklenmiştir.
Türk Milleti’nin ilgili zamanda yaşayan fertlerine halk denmesi îtibâriyle, halkımızın içine soluduğu ekonomik atmosfer de bizim ilgi alanımıza girmektedir.
Bu sıkıcı girişin ardından biraz daha anlaşılır olmak adına şunu ifâde etmeliyim: Bugün dünyanın neredeyse tamamı üzerinde hâkim olan ekonomik sistemin adı “KAPİTALİZM”dir. Bu sistemin en kısa târifi ise şudur: Sermâye sâhiplerinin kayıtsız şartsız egemen olduğu ekonomik sistem. Bir misal vererek biraz daha açacak olursak, hepimizin kullandığı elbiseleri üretmek için bir fabrika kurmaya kalkacak olursak temel olarak 3 şeye ihtiyaç duyarız: Birincisi sermâye, ikincisi makine parkı, üçüncüsü ise üretim yapacak işçiler.
Sermâye sâhibi kişi makine, ekipmanları ve ham maddeleri satın alır. İşçilerin ücretini verir ve elbisenin üretilmesini sağlar. Bu üretim üzerinden de bir kâr elde eder. Kapitalizm, sermâyeden yana bir tavır sergilediği için işçilerin ne kadar ücret aldığı, hangi şartlarda çalıştığı ile ilgilenmez. Elde edilen kârını arttırmak isteyen sermâyedarın yolunu açacak kanûnî düzenlemeler yapar. Bunun zıddı olan ve bilimsellikle propaganda dışında hiçbir bağı olmayan bilimsel sosyalist sistem ise, bu üretim ilişkisinde tercihini işçi sınıfından yana kullanır ve fabrika üzerindeki mülkiyet hakkı dâhil tüm elde edilen kârın, işçi sınıfı adına devlet tarafından toplanması ve âdil paylaştırılması gerektiğini savunur. Bu söylediğimden hareketle bunda kötü olan ne var, gayet hakkaniyetli ve âdil bir paylaşım değil mi dediğinizi duyar gibiyim. Buradaki temel sorun sosyalizmin insan fıtratına aykırı bir işleyişi olmasıdır. Târihin hiçbir döneminde mülkiyet hakkı olmayan sistemler ayakta kalamamıştır. İnsanoğlunu bu hayatta aktif bir şekilde çalışmaya iten en önemli motor güç, bir mülk edinme ve konforunu yükseltme arzusu olmuştur. Fabrikada çalışan işçi ile yan gelip yatan işçiyi aynı kefeye koyduğunuz anda denge bozulur ve işletmeler verimsizleşir, kurumlar hantallaşır. Bu da kısa vâdede olmasa bile orta-uzun vâdede muhakkak çöküş ve iflâs getirir.
Halk arasında “Çok anası olan kuzu aç kalır.” diye bir söz vardır. İşte bu söz, sosyalist sistemde fabrikayı güzel târif eder. Burada fabrika, kuzuyu temsil eder. Ortada gezen işçi sınıfı temsilcileri de sosyalist sistemde fabrikayı idâre eden devlet görevlilerini temsil eder. Bu anlamda kapitalist sistemin işleyiş tarzı, gelişmeye ve büyümeye daha açık bir sistemdir. Ancak burada devlet denilen mekanizmanın devreye girmesi gerekir. Eğer ki devlet sermâye sâhiplerinin istediği gibi at koşturacağı bir sistemin bekçisi konumunda kalırsa, İngiliz Sanâyi Devrimi sırasında insanların karın tokluğuna 18 saat madenlerde çalıştığı, kadın ve çocukların yarı maaş aldıkları, çalışanların hiçbir sosyal koruma ve emeklilik haklarının olmadığı bir sisteme çok hızlı bir şekilde geri dönüş sağlanabilir. Peki, sermâye sâhipleri olarak bilinen bu insanlar nasıl olur da bu vicdansızlığı yapabilir. İşte bu sorunun cevabı da kapitalist sistemin insan görüşü diyebileceğimiz “HOMO EKONOMİKUS”ta yatıyor. Yâni insanı ekonomik ilişkilerden, yani maddeden ibâret gören insan görüşü. Kapitalizm, bireyi esas alan ve bireyin mutluluğunu serbest bir şekilde ticâret ve ekonomik faâliyet yapmasında öngören sistemdir. Bunda ne var ki, herkesin mutlu ve müreffeh yaşadığı bir sisteme gitmez mi bu iş dediğinizi duyar gibiyim. Maalesef, bu düşündüğünüz sâdece temenniden ibâret kalıyor. Çünkü kapitalist sistemin insan tipi, her ne pahasına olursa olsun elde edilen kârı arttırmayı hedefleyen ve bu uğurda hiçbir kural ve değer tanımayan vahşî bir insan tipidir. Bu insan tipi, Afrika’yı kolonileştirirken 80.000.000 zenci Afrikalıyı öldüren veya köle yapan insandır. Bu insan tipi, Amerika kıtasını keşfettikten sonraki yüzyılda kıtada bulunan 90.000.000 yerliyi katleden soykırımcı insan tipidir. Bu insan tipi, doğal kaynaklarına göz diktiği Irak’a demokrasi getirirken 2.000.000 Müslüman Iraklıyı katleden insan tipidir. O nedenle bu insan tipine çok güven olmaz. Atalarımız boşu boşuna “Kontrol, her zaman güvenden iyidir.” dememişler. Bu insan tipinin önünü alabilecek tek kontrol mekanizması devletin varlığıdır. Ancak maalesef ki kapitalist sistemlerde devlet bu rolü yerine getirememektedir. Çünkü sermâye sâhipleri, türlü yöntemler ile siyâsete ve siyâsîlere nüfuz ederek devletin bu kontrol mekanizmasını bloke etmeyi başarmışlardır. Bu blokajı toplumdan gizlemek için de pazarı dengeleyen bir sistem varmış ve buna da “GÖRÜNMEZ EL” derlermiş diye bir masal uydurmuştur.
İşin özünde insan elbette mülkiyet sâhibi olmalı, insan elbette kârını artırmak için çalışmalı ancak bunları yaparken bir başkasının hakkına ve hukukuna da saygı göstermelidir. Ama devlet gibi bir kurumun bu hak ve hukuk ihlâllerini denetlemediği durumda bu saygı nasıl sağlanacaktır? Tam bu noktada enteresan bir kavramla karşılaşıyoruz. “Deli deliyi görünce çomağını saklarmış.” atasözümüzdekine benzer bir şekilde, bu değersiz ekonomik adam bir başka değersiz ekonomik adam gelip kendi malına-mülküne el koymasın diye bir kavram îcat etmiştir. Bu kavramın adını da “ETİK” koymuştur. Bizim gündelik hayatımızda, son zamanlarda sıkça kullanmaya başladığımız etik; Hazreti Peygamberin şerefli bir sözünde, “Mümin şol kişidir ki elinden ve dilinden tüm insanlar emindir.” ifâdesi ile ortaya koyduğu toplumsal güven ve emniyet hâlinin kapitalist sistemde yerine ikame etmeye çalıştıkları kavramdır.
Tekrar özetlemek gerekirse kapitalist sistem, eşit rekabet ortamında kişilerin sınırsız kâr elde etmesini meşrû görür. Sınırsız kârın doğal sonucu olarak birisi kâr elde ederken toplumun diğer fertlerinin mâruz kalacağı muhtemel sömürünün ise, piyasa veya görünmeyen el denilen mekanizma ile dengeleneceğini iddia eder. Bu nedenle de herhangi bir devlet kontrolüne karşı olan bir sistemdir. Bu sistem ilk ortaya çıktığı yüzyılda sermâye sâhiplerinin kendi milletlerini sömürmesi olarak belirginlik kazanmış, sonraki yüzyıllardan günümüze kadar da gelişmiş ülkelerin az gelişmiş ülkeleri sömürmesine kadar giden bir yol izlemiştir.
Bugün dahi Türk Milleti, an be an bu sistem tarafından sömürülmeye devam etmektedir. Atatürk’ün kurmaya gayret ettiği millî ekonomi modeli çerçevesinde devlet eliyle açmış olduğu fabrikalar, zaman içerisinde teker teker kapanmış. Ülkemiz sermâye sâhibi ülkeler ile ticâret yapmaya teşvik edilmiş ancak bu teşvik edilirken asıl yapılan şey, millî sanâyiyi geliştirmek yerine ithâlâta dayalı montaj sanâyisinin geliştirilmesi olmuştur. Basîretsiz siyâsetçiler elinde âdeta oyuncak hâline gelmiş olan millî ekonomimizin, gümrük birliği ve serbest kambiyo rejimleri sonrası son durumu ise; yüz milyarlarca dolarlık dış borç, katma değeri düşük emek yoğun üretimi olan ve ara malı ithal etmeksizin ihrâcat yapamayan bir sanâyi, bankalar ve borsa dâhil ülkede faâliyet gösteren büyük şirketlerin büyük ölçüde yabancı şirketlerin eline geçmesi, genç nüfus arasında yüksek işsizlik oranı ve neredeyse dünyanın en yüksek fâiz oranları ile ülkenin millî servetinin her geçen gün dışa aktarılması olmuştur.
İşin en kötü tarafı ise, hâlâ siyâsîlerin bu durum ile alakalı köklü bir çözüm geliştirememeleridir. Kendi milletini tanımayan ve bu milletin potansiyellerini, kabiliyetlerini bilmeyen bir siyâsetçi topluluğundan daha iyisini beklemek de zâten mümkün değildir.
Türk Milliyetçileri olarak biz, kapitalizm ile mücâdelenin öncelikle kapitalist sistemin tabanını oluşturan ekonomik insan modelinden millî değerlerine sâhip ve “önce milletim” diyebilecek insan modeline geçilmesi ile mümkün olacağı kanısındayız. Bu da ancak millî bir eğitim sistemi olması ile mümkündür. Eğitim Bakanlığı tabelasının başında “MİLLΔ yazması, ülkemizde verilen eğitimin millî olduğu anlamına gelmez. Milletinin menfaatlerini öncelemek üzere kendilerini yetiştirmiş fertler ve kadrolar, görev yaptıkları her mevzide ilimcilik prensibi çerçevesinde milletin menfaatine en uygun kararları alıp, ülkemizi her dakika sömürmeye devam eden bu vahşi kapitalist sistemi ehlileştirip, milletimizin bekasını sağlayacaklardır. Bunun yolu da önce öğrenmek, sonra çalışmak ve sonra yine çalışmaktır. Aksi takdirde kapitalist sistem, Sevr’de bize askerî güçle dayatıp başaramadığı işgal planını bizi kendine ekonomik sömürge ederek başarabilir. Artık bu tehlikenin farkına varmalı ve önce millî ekonomi demeye başlamalıyız. Kapıya dayanmış düşman sermâyesine bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler deme dönemi artık kapanmıştır. Millî şuura sâhip bir yönetim ile Avrupa Birliği’ne girebilme hayali ile imzâlamış olduğumuz gümrük birliğinden kaynaklanan ve her yıl milyarlarca dolarlık cârî açığımızın artmasına sebep olan bu anlaşmayı, milletimizin menfaatlerine uygun olacak şekilde tekrar ele almalıyız. Kapitalist sistem, bel kemiklerinden biri olan sınırsız üretimi ve bu üretimi sorgulamadan tüketen insan tipini teşvik etmektedir. Millî ekonomi içinde, bu tüketimi körükleyen yanıltıcı reklam kültürüne de bir çeki düzen verilmeli ve milletimizin alın terinin reklamlar yoluyla köpürtülen marka çılgınlığına peşkeş çekilmesi önlenmelidir. Etik kavramı yerine toplumsal dayanışmayı ve fakiri korumayı gözeten, israfı hoş görmeyen millî Türk ahlâkı yerleştirilmelidir. Bunu başarabilirsek Millî Mücâdele’yi kazanarak sömürülmekte olan mazlûm milletlere bir ümit ışığı olan Atatürk’ün yaptığı gibi, kapitalist sistemin hâmîsi gelişmiş ülkeler tarafından sömürülen tüm gelişmekte olan ülkeler ve fakirleştirilmiş milletlerin gönlünde, bir kez daha mücâdele kıvılcımı ateşleyebiliriz. Türk Milleti’nin târihî misyonu da bunu gerektirir. Ey Türk titre ve kendine dön !!!
Sağlıcakla kalın.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.