Giriş:
Türkler, târihleri boyunca herhangi bir dînî taassup içinde olmamışlar ve genellikle diğer din mensuplarına hoşgörüyle yaklaşmışlardır.
İslâmlaşma sürecinden hemen evvel Türkler arasında Göktanrı inancı yaygındı; bununla beraber Maniheizm, Budizm, Hristiyanlık ve çok az da olsa Yahûdilik dinini kabul etmiş olan Türkler de vardı. Göktanrı inancının bir kutsal kitabı, ibâdet şekli ve bir mâbedi yoktu ancak inanç esasları İslâm’a epeyce benzerlik gösteriyordu.
Din değiştirme, basit bir hâdise değildir ve kısa sürede olacak bir şey de değildir. Türk boylarının İslâm’ı kabulü de bir anda, kısa sürede olmamış; yaklaşık 300 senelik uzunca bir zaman diliminde gerçekleşmiştir. Türklerin İslâm’ı kabulü, târihin önemli hâdiselerinden biridir. Doğrusu, Arapların İslâm’ı yayma amacından ziyâde başka coğrafyaları ve milletleri egemenlik altına alma, fazladan vergi toplama çabaları ve Türklerle uzun yıllara yayılan, çetin savaşlar yapmaları gibi sebepler İslâm’ın Türkler arasında yayılmasını geciktirmiştir.
Müslüman Arapların Türk topraklarına ulaştığı evrede (7 – 9. yy) Türkler arasında siyâsî birlik yoktu çünkü güçlü ve büyük bir Türk devleti yoktu. Türkler, Çin Seddi’nden Orta Avrupa’ya, Sibirya yakınlarından Hint Yarımadası’na kadar çok geniş bir coğrafyada dağınık halde, farklı bölgelerde ayrı gruplar halinde yaşamaktaydılar. Kafkasların kuzeyinde Hazarlar, Türkistan’da; Türgişler, Karluklar, Oğuzlar, Uygurlar ve Göktürkler varlık göstermekteydi.
Türklerin İslâm’la/ Araplarla ilk karşılaşmaları, Hz. Ömer döneminde başlamıştır. 4 Halîfe döneminin ardından, Emeviler döneminde Araplarla Türkler arasında (Talas Savaşı’ndan sonra da devam eden) yaklaşık 150 yıl boyunca ara ara sürecek olan, bâzen oldukça kanlı ve çekişmeli savaşlar olmuş; bu hâl, kısmen Abbasiler devrinin başlarında da devam etmiştir. Türkler, zorlama yoluyla/ kılıç zoruyla Müslüman olmamışlardır. Müslüman Arapların Türklere açık bir üstünlüğü yoktu. Göktanrı inancının İslâm’a benzerliği, Abbasilerin Türklere yönelik olumlu politikaları ve bireysel İslâmlaşmanın uzun yıllara yayılan örnek oluşturan etkileri ile 10. yy. da Türklerin büyük çoğunluğu Müslümanlığı kabul etmiş hâlde idiler.
Türk Müslümanlığı:
İslâm, son ilâhî din olarak elbette tektir; ancak milletlerin İslâm’ı anlama ve yaşama tarzları arasında farklılıklar vardır. Milletler, millî kültürlerinin etkisiyle dînî algılar, buna uygun/ göre o dinin belli bir yorumunu, mezhebini benimserler. Türk Müslümanlığı denilen olguda bu çerçevede yaşanmış ve yaşanmakta olan bir gerçeklik, bir din tasavvurudur. Türklerin İslâm anlayışı, kendilerine özgüdür; Arapların veya İranlıların İslâm anlayışı ve yaşantısı ile Türklerin İslâm anlayışı ve yaşantı tarzı arasında bazı hususlarda belirgin farklar vardır. Türkler, İslâm’ı kendi kültür ve gelenekleriyle uyumlu bir şekilde anlamış ve yorumlamışlardır; ancak bu bir sentez değildir, bir yorum, algı, anlayış ve yaşantı tarzıdır. Türk Müslümanlığı, ehl-i sünnet anlayışı içinde Hanefî – Mâturîdî – Yesevî ekolü olarak târif edilir.
Türkler, ağırlıklı olarak ehl-i sünnet anlayışı içinde orta yolda olmuş, dinde aşırılıktan uzak durmuş; ibâdet, eylem, hukuk gibi uygulamalarda Hanefîliği; îtikat, inanç alanında Mâturîdîliği benimsemişlerdir. İslâm’ın kabulü sürecinde millî – İslâmî bir tasavvuf okulu olan Yesevîliğin önemli etkisi görülmüştür. Türkler, Hâce Ahmed Yesevî ve bağlılarının gayretleriyle, daha çok tasavvuf yolu ile İslâm’ı kabul etmişlerdir.
Kurulan ilk Müslüman Türk devletleri/ Türk Milleti, büyük bir çoğunlukla Hanefî – Mâturîdî anlayışı benimsemişler ve bu anlayış sonraki Türk İslâm Devletleri döneminde de devam etmiştir. Bâtınîlik, Hâricîlik, Mûtezile gibi ehl-i sünnet dışı görülen anlayışlar, Türkler arasında kabul görmemiştir.
Türkler, İslâm’ı Karadeniz’in kuzeyine ve Avrupa’ya ulaştırmışlar; Karadeniz’in kuzeyinde Kırım, Avrupa’da Kosova, Bosna, Makedonya gibi bölgelerde İslâmlaşmaya vesîle olmuşlardır. Özellikle Avrupa’da Türklük ile İslâmlık o kadar özdeşleşmiş ve eşleştirilmiştir ki İslâm’ı kabul eden kişiler için “Türk oldu” denilmiştir. Avrupa’da hâlen Türk denilince akla İslâm, İslâm denilince akla Türk gelmiştir.
Türk Müslümanlığının Üç Boyutu:
1.Hanefîlik:
Türklerin büyük çoğunluğu, amelde/ fıkıhta, İmam-ı Âzam Ebu Hanîfe’nin mezhebi olan Hanefîliğe bağlıdırlar. Ebu Hanîfe, Arap değildi; Türk veya İranlı olduğuna dâir farklı görüşler vardır. İmam-ı Âzam lüks, israf ve zulüm yaptıkları, İslâm’dan uzaklaştıkları gerekçesiyle Emevi idârecilerini sert bir şekilde eleştirmekte, uyarmakta idi; Emevi idârecileri de zaman zaman ona baskı yapmakta, zorluk çıkarmakta, cezalandırmaktaydı. İmam-ı Âzam, Emevilerden zulüm gören ehlibeyte sevgi ve saygı beslemekte, Emevilere karşı ehlibeyti desteklemekteydi. O, hayatı boyunca bilgiye, ilme, ilim öğrenenlere değer vermiş; sâhip çıkmış, desteklemiş ve cehâleti yermiştir. Ebu Hanîfe ve sonrasında âlim mertebesine yükselen büyük öğrencileri, akılcı ve örfe yer veren (İslâm’la ters düşmeyen örf) anlayışlarıyla tanınmışlardır. Buna göre akıl ve örf, dinin anlaşılmasında ve yorumlanmasında, yaşanan problemlerin çözümünde önemli bir yere sâhiptir. İslâm, akla ve örfe önem verir. Akılcılık, dinamizmi sağlar, şartlara uygunluğu gözeterek, kıyas/ benzetme yoluyla hüküm vermeyi kolaylaştırır. İmam-ı Âzam, Kur’an’la açıkça çelişen hadisleri dikkate almamış, kullanmamıştır. Çünkü ona göre Hz. Muhammed’in, Kur’an’a aykırı söz söylemesi mümkün olamazdı. İmam-ı Âzam’ın akılcı metodu kullanması, yer yer örfü baz alması ve bâzı hadisleri kullanmaması, bâzı dînî gruplar/ bilginler tarafından çok sert eleştirilmesine neden olmuştur. İmam-ı Âzam aşırı/ fanatik, ötekileştirici İslâmî yorumları ve o yorumlara bağlı olan kişi ve grupları eleştirmekte, yaptıklarını yanlış görmekteydi. Bu çerçevede o, daha hoşgörülü bir anlayışa sâhipti. Yorum farklılıkları nedeniyle Müslümanlar arasında ayrım ve ötekileştirme yapılmasına karşı çıkmakta idi. Yâni dinde akılcı, kolayı tercih eden, nispeten özgürlükçü ve hoşgörülü, birlik ve kardeşlik yanlısı bir tavra sâhipti. Bu anlayış, Araplar arasında kabul görmemiş, tutulmamıştır. Karahanlılardan Osmanlılara kadar (9.yy. – 19.yy.) Türk İslâm Devletleri’nin hukuk ve cezâ sistemi (hayatın nasıl yaşanacağı, ibâdetlerin nasıl yapılacağı), Hanefî mezhebine göre düzenlenmiştir.
2.Mâturidîlîk:
Türkler îtikat alanında büyük çoğunlukla İmam Mâturîdî’nin mezhebini benimsemişlerdir. İmam Mâturîdî, Türk’tür. Türklerin yetiştirdiği büyük bir din bilginidir; îtikat/ kelam âlimidir ve aynı zamanda tefsircidir. İmam-ı Âzam’ın anlayışına/ metoduna ve mezhebine bağlıdır. İmam Mâturîdî, İmam-ı Âzam’ın îtikadi görüşlerini geliştirmiş, sistemli bir hâle getirmiştir. Âmentü’de belirtilen imânın esaslarını, ehl-i sünnet çizgisinde, vahye bağlı bir akılla, akılcı metotla temellendirmiş, ehl-i sünnet dışı yorumlarla fikrî mücâdele etmiş; âdeta, hayatını İslâm’ın doğru anlaşılmasına adamıştır. Ona göre Allah’ın varlığı ve Allah’ın birliği (tevhit) akılla bilinebilir. Akıl, iyinin ve kötünün, faydalı ve zararlının ne olduğunu bilebilir; akıl, dinde önemli bir dayanaktır. Mâturîdî, tasavvufta yaygın olan keşf ve ilham, sezgi yolu ile elde edilen bilgilere îtibar etmemiştir; ona göre keşf, ilham ve sezgi, güvenilir bilgi elde etme yolu değildir. Ona göre imânda taklit değil tahkik önemlidir, değerlidir. Mümin, bilgili olmalıdır; neye, niçin, nasıl inandığını delilleriyle bilmelidir. Mâturîdî anlayışa göre dünya ve âhiret ayrı alanlar değildir; dünya, âhirete hazırlık yeridir. Âhiret, dünyanın uzantısıdır. Türkler, bu çerçevede, Mâturîdîliği benimsemişken Araplar, İmam Eşarî’nin mezhebini/ Eşarîliği benimsemişlerdir. Eşarî, Mâturîdî kadar akla önem ve değer vermemiş, dinde aklî yorumlara pek îtibar etmemiştir. İkisi arasında inanca dâir bazı konularda bu çerçevede aralarında bâzı farklar vardır. Mâturîdî anlayışın egemen olduğu bölgelerde bilimsel ve teknolojik çalışmalar daha yaygın ve canlı idi.
- Yesevîlik:
Yesevîlik, Pir-i Türkistan olarak bilinen, Hâce Ahmed Yesevî’nin kurmuş olduğu Türk İslâm tasavvuf okuludur. Bağlıları yönüyle millî, inanç yönüyle İslâmî bir tarîkattır. Türkler arasında tutulmuş, kabul görmüştür. Türkler büyük ölçüde onun ve dervişlerinin gayretleriyle, dâvetiyle İslâm’ı sevmiş, benimsemiş ve kabul etmişlerdir. Ahmed Yesevî, iyi bir medrese eğitimi almıştır. Hanefî fıkıhçısıdır. Bir ara medresede hocalık yapmış, daha sonra sûfîliğe yönelmiş; hayatını, milletine Türklerin İslâmlaşmasına adamıştır. Yesevîlik, sosyal yönü güçlü, sosyal ahlâkın ön planda olduğu, insana değer veren bir tarikattır. Ahlâkı, dinden ayrı/ kopuk görmemiş, ahlâkın güzelleşmesi, kişinin bu yolla olgunlaşmasını amaçlamıştır. Yesevîlik’te doğruluk; cömertlik, misâfirperverlik, yardımlaşma, paylaşma, çalışkanlık ve güvenilir olmak gibi ahlâki erdemler ön plandadır. Araplar arasında tasavvuf pek yer bulmamış, az da olsa Araplar arasında yer tutan tarîkatlar; dünyaya, eşyaya, çalışmaya karşı mesâfeli olmuşlardır. Yesevîlikte dünya – âhiret dengesi, ölçülü bir kıvamda kurulmuş ve korunmuş; çalışmak, üretmek, paylaşmak ve cömertlik öğütlenmiş ve yaşanmıştır. Ahmed Yesevî’de, ayrıca, güçlü bir peygamber ve ehlibeyt sevgisi de vardır. Yesevîlik, Türkistan’da neşet edip Anadolu ve Balkanların, Türkleşmesi ve İslamlaşmasında etkili olmuştur. Türkistan’dan Anadolu’ya yapılan göçlerde Yesevî dervişlerinin gelen Türk boylarına rehberlik yaptıkları da bilinmektedir. Bununla beraber Ahi Evran, Yunus Emre ve Hacı Bektâş Veli’nin anlayışları, Ahmed Yesevî’nin anlayışıyla paralellik arz eder; Ahilik ve Bektâşîlik’te Yesevîliğin etkisi görülür.
Türk Müslümanlığının Karakteristik Özellikleri:
Türk Müslümanlığının belirgin/ ayırt edici bazı özellikleri vardır; bunları kısaca şöyle ifâde edebiliriz:
a. Ehl-i sünnete bağlılık:
Türkler Hâricîlik, Mûtezile, Bâtınîlik gibi aşırı dînî anlayışlardan uzak olmuş, orta yol kabul edilen ehl-i sünnet anlayışına bağlı olarak yaşamışlardır.
b. Ehlibeyt sevgisi:
Türkler Hz. Peygambere ve soyuna bağlılık ve sevgi beslemişler; onların hatıralarına değer vermiş, saygılı olmuşlardır.
c. Diğer dinlere ve İslâmî yorumlara hoşgörülü olup onları ötekileştirmeme:
Türkler, târih boyunca, diğer din mensuplarına ve farklı İslâmî yorum ve mezheplere bağlı Müslümanlara, onlardan gelen bir saldırı veya savaş hâricinde, genellikle hoşgörüyle yaklaşmışlardır.
ç. Akılcı olması, akla, ilme ve bilgiye önem vermesi:
Türkler, Kur’an ve sahih sünnete bağlı olarak güncel meseleleri akılla yorumlamışlar; toplumsal, ekonomik, hukukî, siyâsî vb. düzenlemeleri ilme (bilhassa fıkıh ilmi), akla ve bilgiye uygun bir biçimde yapmışlardır.
d. Ahlâka, özellikle sosyal ahlâka, sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya önem vermesi:
Ahlâk, dinden ayrı görülmemiş, dindarlığın ahlâkî boyutu bir kenara itilmemiştir. Cömertlik, misâfirperverlik, doğruluk, dürüstlük, edep gibi erdemler öğütlenmiş, övülmüş, nesiller boyunca yaşanmış ve yaşatılmıştır.
e. İnsana değer vermesi:
Türkler târih boyunca din, dil, ırk, mezhep vs. ayrımı yapmadan bütün insanları ‘‘Allah’ın kulu ve emâneti’’ olarak görmüşler, ötekileştirme yapmamış, farklılıklara rağmen birlikte yaşamanın en güzel örneğini sergilemişlerdir. İnancından, yaşantısından dolayı kimseye rahatsızlık/ zarar vermemişlerdir.
Sonuç:
Ahlâkın, kültür ve medeniyetin temelinde büyük ölçüde dinler vardır. Türk İslâm medeniyetinin özü/ ruhu, Türk Müslümanlığıdır. Türk İslâm medeniyeti, Türk Müslümanlığına uygun olarak şekillenmiş/ kurgulanmış bir medeniyettir.
Selçuklular döneminde kurulan Nizâmiye medreselerinde yer tutan Eşarî anlayış, Osmanlı’nın 15.yy. da Arap ve Afrika bölgelerine ulaşması, oraların yönetimini ele geçirmesi üzerine Arap bölgelerinden gelip Osmanlı medreselerinde ders vermeye başlayan âlimler, Türkistan’daki Türklerle Anadolu Türklerinin bağının/ aradaki ilişki ve etkileşimin büyük ölçüde kopması gibi sebeplerle Mâturîdî anlayış unutulmaya yüz tutmuş; Anadolu’da belli bir ölçüde Eşarî – Mâturîdî sentezi gibi yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Türk toplumu, hâlen bu formda (Eşarî – Mâturîdî sentezi) bir anlayış içerisindedir. Öte yandan Nakşibendîlik, Kadirîlik vs. tarîkatların Anadolu’da yaygınlaşması ile Türklere özgü; millî İslâmî tarîkat olan, dünya – âhiret dengesini kurabilmiş, sosyal ahlâkı, çalışkanlık, yardımlaşma ve cömertliği ön planda tutan, insana değer veren Yesevîlik Anadolu’da tutunamamış, Âhîlik ve Bektâşîlik biçiminde bir süre etkisini sürdürmüşse de unutulmuştur.
Türk Müslümanlığı, 9- 15. yy. arasında yaşanmış, etkisini göstermiş bir gerçeklik olarak zaman içerisinde unutulmuş, etkisi kaybolmuştur. Son yıllarda akademik çevrelerdeki faâliyetlerle tekrar gündeme gelmeye başlamıştır. Türk dünyasının kendi aslî kaynaklarına, millî kültürüne sâhip çıkması, bu çerçevede Türk Müslümanlığının iyi kavranması, öneminin anlaşılarak bu yönde bir bilinç ve canlanma olması daha aydınlık yarınlar için gerekliliktir.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.