Torosların Zirvesinden Gülnar Hatun’un Topraklarından…

Dedemle her akşam birlikte radyodan haberleri dinler, dedemin anılarıyla durum değerlendirmesi yaparız. Dedem târihin tozlu sayfalarında yıkanmış, geçmişini iyi öğrenen ve öğreten nefesi yettiğince kültürünü yaşatmaya özen gösteren bir beydir. Haberlerin ardından yaptığı konuşmalar ders niteliğinde olur. Şu aralar dedemin radyosundan pek de hoş haberler gelmiyor kulağımıza. Dün akşam mantızda dedeme kahve pişirirken radyodan duyduklarımız karşısında donan kanımızı; dedemin eski çeyiz sandığından çıkardığı ebemin emâneti beraberinde hikâyesi ısıttı.

 

Emâneti sıkı sıkı sarılmış. Sanki içindeki her neyse sâdece içindekini değil; anlama geldiği her şeyi korumak boyun borcuymuş gibi. Ay ışığının, ebemin güllü perdelerinin arasından yansıması, dedemin anılarına ışık tutmuş olsa gerek; sanki benimle değil, ebemle anılarını yâd ediyordu. İki gözlü eve bakmakla bitiremedi başta. Bir ebemin yazmasının serili olduğu eski kokan masaya, bir ebemin ölüm döşeği olan divana bir de emâneti olan  bohçaya.

Pencereden görünen koca çınarın yaşı kadar geriye gidip anlatmaya koyuldu.

“Zamanında Toros dağlarının yamacı Yörük obalarının kıl çadırlarıyla örtülüymüş. Kadın erkek demeden göç zamanında kimsenin eli boş durmazmış. Çoluk çocuk, kadın erkek bir yandan çadır kurarken, obanın aksakallıları ve eceleri çadır çadır gezer, gözlem yaparmış. Ters giden bir durum olduğunda hemen düzeltiverirlermiş. Obadaki görev dağılımları kadın ve erkek diye ayrılmazmış. Torosların iklim şartları, herkesin her türlü işin üstesinden gelmesine vesîle olurmuş. Kadınlar pelit ağaçlarına çıkar, erkekle aynı gücü gösterip tahrayı usta gibi kullanırlarmış. Dağda davar otlatırken yaralanan, hastalanan bir hayvan olursa cebinden kızıklı çakısını çıkarır, oracıkta Tanrı’ya kurban edermiş. Eşkıyâlar bile Yörük kadınlarının dağlarda gösterdikleri güç gösterilerinden çekinir kolay kolay önlerini kesemezlermiş.  Öyle ya Yörük kızlarının ruhlarını, masal analarının anlattığı destanlardaki katunlar emzirmiş.  Ondanmış tüm bu yiğitlikleri. Saymakla bitmezmiş onların özellikleri. Hem ruhlara hem bedenlere şifâcılarmış. Torosların bereketli topraklarında yetişen bitkilerden şifâ suları kaynatırlarmış. Bu konudaki bilgileri nesillerden nesillere aktarırlarmış. Atlar Yörük kızlarını taşırken ayrı bir heybetli olurlarmış. Yörük kızları da atların üstünde Ay Huucın Katun misâli süzülürlermiş. Bu süzülme yöre halkının övünç kaynağı olurmuş. Kızlar atların heybetine âhenk katan nakışlı eyerleri dokumak için de ayrıca özen gösterirlermiş. Yörük kızları yaşam tarzlarını, aşklarını, kavuşamadıklarını kıl kilime nakış dokuyarak ifâde ederlermiş. Yörüklerin yaşantılarının her kısmında nakış büyük yer edinirmiş. Ebemkuşağının renkleri bu nakışlara anlam katarmış. Bu renklerden biri varmış ki erkeklerin korkulu rüyası, kızları hem cesaretlendiren hem kullanmaya çekindiren bir renkmiş. Bu renk öyle bir renkmiş ki pazenlerde, fistanlarda olması bile tedirgin edermiş.

Gel zaman git zaman…

Siyah beyaz fotoğrafları canlandıran vaktin birinde; Torosların güney yamacında adâletin sağlandığı, sorunların geleneklerle çözüm bulduğu, Gülnar Hatun’dan beri âdetlerin devam ettiği bir oba varmış. Bu obadaki otağ çadırının Büyük Ece’si annesinin vefatından sonra evin tüm yükünü sırtına almış. Gücüyle, endamıyla, dik duruşuyla, mertliğiyle dillere destanmış. Büyük Ece güzelliğiyle obaya nam saldığı kadar gözünün karalığı korku salarmış. Bilik Ata’nın öğrencisi olan Büyük Ece obaya belletmenlik de yaparmış. Babasının ona olan güveni ve saygısı, gözlerinden okunuyor ve ona cesaret veriyormuş. Sadece babasının değil; mertliği, yardımseverliği ve bilgeliği ona tüm obanın saygısını kazandırmış. Her türlü mevzûda görüşü alınır, tasvip etmediği mevzûlarda tüm oba halkı o işten uzak dururmuş.

Yörük kızları gönül verdikleri, râzı oldukları beylerle evlenirlermiş. Büyük Ece, yöre halkına göre evlenme çağına gelmiş. Hatta geçiyormuş. Lâkin gel gör ki Büyük Ece’nin o taraklarda bezi yokmuş. Çünkü ona göre aşk diğer kızlar gibi sâdece evlenmek için gerekli olan bir duygu değilmiş. Ona göre aşk, karşısındakinin bedenine ve ruhuna bir parça hükmetmek demekmiş. Ama Büyük Ece’nin hayallerine, duygularına hükmedebilecek bir yiğit çıkmamış. En önemlisi de kendine göre obanın “Bey” vasfına tam anlamıyla yakışacak bir efenin çıkmayışıymış.

Öyle ya dağdaki eşkıyânın karşısında ölüm pahasına dik duracak, ovadaki köylülere karşı haklarını savunabilecek lider vasıflı bir yiğit olmalıymış. Oba halkının töresini, özgürce yaşatabilecek bir yiğit…

Günlerden bir gün oba halkı, çevredeki hasım sayılan Türkmen köyünün ahâlisiyle sorunlarına ortak bir çözüm bulmak için şölen düzenlemiş. Toplanma günü yaklaştıkça Büyük Ece’nin içine nedenini bilmediği bir sıkıntı çöküyor, dakikalar saatleri kovaladıkça tasası başından aşıyormuş. Gün gelmiş çatmış ama Büyük Ece o gün yıldızsız bir geceden uyanmış sanki. Ruhu yüzlerce yıl öncesine sürgün edilmiş gibi; iliklerine kadar ızdırap çekiyor, kimseyle muhabbet etmek istemiyormuş. Ama Ece, obanın ileri gelenlerinden sayıldığı için onun mutlaka bu şölende bulunması gerekirmiş.

Büyük Ece içindeki kasveti çadırın direklerine asmış. Giymiş en gösterişli entârisini, karşılamaya çıkmış beyleri. Beyler tozu dumana kata kata görünmüşler karşı tepeden. Güneş pek bir inatçı kesilmiş, Büyük Ece’nin çekik gözlerine. Elini, yay kaşlarına götürüp izlemiş beylerin gelişini.

Seyrederken başka diyarlara dalmış gitmiş. Tepeden esen rüzgâr, Ece’nin kötürüm olan ruhuna âşina gelmiş ve atlardan gelen rüzgârın çarpması, olması gereken zamana  itmiş ruhunu.

Meydana gelen beylere selamlaşma faslından sonra dinlenmeleri için yayık ayran ikram edilmiş. Yörük kızları ve oğlanları hizmette sınır tanımamışlar. Kadın erkek sayısının neredeyse eşit olduğu toplantı meclisinin bir başında Türkmen Bey’i diğer başında Büyük Ece varmış. Türkmen Bey’i ve Büyük Ece arasında ara ara anlaşmazlıklar yaşanmış. Tartışma sırasında Türkmen Bey’i, Yörük kızı Büyük Ece’nin hararetine şaşırmış. Büyük Ece’nin nâmını duymuş lâkin tanıma fırsatı bulamamış. Mesele konuşulup tartışılmış. Daha sonra Büyük Ece oymağın aksakallılarına ve kezbencelerine danışıp son sözün söylenmesiyle sonuca varılmış ve yemeğe oturulmuş. Yemek bitip duâ edilince Büyük Ece misâfirlere hazırlanan hediyeleri almak için birkaç kişiyi çağırıp çadırına dönmüş.

Büyük Ece çadır girişinde bulunan aynada başlığını düzeltirken aynadan, karşısında oturan Türkmen Beyi’nin cura eşliğinde zeybeğe kalktığını görmüş. Oyun boyunca gözünü ayırmadan hayranlıkla aynadan izlemiş. “Efe mahlasının hakkını veriyor” diye geçirmiş içinden. Türkmen Beyi’nin gözü de Büyük Ece’yi tâkip etmiş. Göz göze geldiklerinde aşk denen duygunun damlaları vurmaya başlamış her ikisini de. Veda vakti geldiğinde hediyelerini takdim eden Büyük Ece, kadınlara bir bohçaya sarılı mor renkli cepken ,diğerlerine de hediyelerini dağıtmış. Türkmen Beyi’ne kendisinin nakışladığı bir tek mor renginin olmadığı kıl keçeden heybesini verirken elmacık kemiklerindeki elmalar kıpkızıl olgunlaşmış. Geldikleri gibi giderken de tozu dumana kata kata gitmişler. Ama bu sefer ayrılığın verdiği noksanlıktan olsa gerek ne gidenler tammış ne de kalanlar. Bir ucu beyin bir ucu ecenin gönlüne esnek bir kolan (dokuma ipi) dolanmış, düğümlenmiş. Alın yazılarına gurbetin türküsü sancılı sancılı yazılmaya başlamış.

Mevsimler geçmiş ama içindeki od sönmemiş Türkmen Beyi’nin. Sürekli aramış Yörük obasını. Mevsimler değişir de Yörük yerinde durur mu?

Aralarındaki mesâfe arttıkça gönüllerini bağlayan kolan gerilmiş, gerildikçe urganlaşmış. Ayrılığın üzerinden bir yıl geçmiş neredeyse. Zaman neye acımış ki şimdiye kadar?  Allah yarattı demeden geçmiş vakit.

Nihâyet bahar Türkmen Beyi için gelmiş. Atını sürdüğü dağda eşkıyâ bırakmamış. Dağların Efesi olmuş. Uçsuz bucaksız gökyüzü şâhit ki; Dağlar kâlûbelâ zamanında onları kavuşturmaya yemin etmiş. Türkmen Bey’i de bu yemine tanıkmışçasına çıkmış Toroslara. Türk’ün hangi savaşta umudu bitmiş ki?

Ve sonunda tembihli çobandan bir haber gelmiş. Yörük obası bu yılda aynı yerine yerleşmiş. Haberi veren çobanı hediyelere boğan Türkmen Beyi, aynı umutla çıkmış obanın olduğu tepeye.  Geldiğinde Büyük Ece’nin meydanda etrafı; çocuklarla , kezbencelerle, masal analarınca, doğum ebelerince çevrili olduğunu görmüş . Kalabalığa yaklaştığında kenarları sarı işlemeli, sarı kuşaklı, mor cepkeniyle oturan, ilk gördüğünde ki gibi çatık kaşlarıyla korku salan Büyük Ece’yle göz göze gelmiş. Büyük Ece ve etrafındaki eceler dik duruşlarıyla birbirlerine güven veriyorlarmış. Tabi Türk’ün töresine ters düşen bu durum karşısında, kadını baş üstünde tutan Yörük beyleri de bir o kadar hüzünlülermiş. Büyük Ece, Türkmen Bey’i görünce yüzünü göğe kaldırmış. Bağrına bastığı sevdâsı, efesi hiç bilmediği duygulara hapsetmiş onu. Derin bir iç çekmiş koca bir yıl için. Kırgınmış kaderine lâkin umudunun yüzü suyu hürmetine şükürler yağdırmış. Olanları anlamlandırmaya çalışan Türkmen Beyi’ni, Kezbence Yörük Ayşe tanımış. Bey’e yanaşıp: “Beyim, senin yolunu gözledi üç iklim boyu, derdini açamadı benden başkasına. Sen gelmedin ama göç vakti geldi. Umudunu senden yana hiç yitirmese de babasının ölümü üzerine, vasiyeti olan Yörük ağasıyla evlendi. Şimdi de o Yörük ağası mor cepkene mahkûm etti dağların ecesini. Adı  batsın…” demiş.

(Mor cepkeni eri tarafından; aşağılanan, aldatılan, kötü davranılan, dövülen, korkutulan, hor görülen her Yörük kadınının giymesi haktır. Mor cepken bir giyildi mi Yörük kadını üzerinden çıkarana kadar eri, el içine çıkamaz; kimsenin yüzüne bakamaz, kimse ona yanaşmaz hatta bir bardak su vermez. O er, halk nazarında kör ocak olarak kalır. Eğer ece onu affetmezse boşandıktan sonra bile er kişi ömrü boyunca dul kalır, en büyük kusur ondadır. Kimse dul- şaşı kızını onunla evlendirmez. Tek başına, hanımsız çocuksuz bir ömre esir edilir.)

Yörük kadının boşanma özgürlüğünün simgesi olan mor cepken, Büyük Ece’nin dili olmuş ve dile gelip “Ey yeryüzü ve gökyüzü, tüm kâinat tanık olsun ki ben bu herifi boşadım.” diye bas bas bağırıyormuş. Yörük ağasının ağalığı dağa taşa bile söker ama mor cepkene sökmezmiş. Adâlet terazisine sözü geçen mor cepken yine görevini lâyıkıyla yerine getirmiş.

Sular akmış, günler de sularla birlikte akmış. Büyük Ece’nin soğuyan elleri ve yüreği ısınmaya başlamış artık. Türkmen Bey obanın etrafında sıkça görünür olmuş. Büyük Ece Kıbrıs’ı izlemek için çıktığı tepede sürekli Türkmen Beyi’yle karşılaşır olmuş. Bir zamandan sonra Kıbrıs’ı izlemek için değil, Türkmen Beyi’ne denk gelebilmek için çıkar olmuş en tepelere. Toroslar sözünü tutmuş, kol kanat olmuş aşklarına.

Urganlaşan gönül ipine kuşlar konmuş. Sarmaşıklar dolaşıp çiçek açmış. Yörük obasının yaşlıları yol yordam olmuş evliliklerine. Düğün günü yaklaştıkça Büyük Ece, Türkmen Beyi’nin gölgesini ocağı bellemiş. Ama çadırdan ayrı düşmek yine gurbet ağıtı yaktıracakmış…

Neyse ki gidişi temelli değilmiş.

Gülnar Hatun koca oymağın başına geçip; halkını güneşin yükseldiği yer, Horasan’dan Toroslara nasıl getirmişse Büyük Ece’de hep olduğu gibi Yörük obasına, göç vakitlerinde önderlik edecekmiş. Obalı, Türkmen Bey’ine çok hürmet etmiş, önemli toplantılarına mutlaka Türkmen Beyi de katılacakmış. Yörüklerin onlara olan saygısı hiç azalmamış. Yörük obasının töresi aynı devam etmiş, oba nereye göç ettiyse onlarında orada çadırları kurulu olacak ve zaman zaman çadırlarına geleceklermiş.

Gün gelmiş düğün dernek olmuş.  Obanın gözü yaşlı, elinde küçük bir bohçayla binmiş atına Büyük Ece. Gitmiş Türkmen Beyi’yle, kurmuş yuvasını. Dört kız çocukları olmuş zamanla. Türkmen Beyi her biri için kurban kesip şölen düzenlemiş. Türkmen Bey, Büyük Ece’yi gönlüne dil, aklına ilim bellemiş.

Türkmen Bey de koca dağ olmuş Büyük Ece’ye, sığındığı çadırı olmuş. Büyük Ece gittiği diyara da ecelik yapmış, saygı görmüş. Dağdan köye gelin gelirken yanında tek çeyizi olan bohçasını hiç ayırmamış. Türkmen Bey’i o bohçayı hiç açtırmamış. Hiç ayrılmamışlar birbirlerinden.

Ta ki Tanrı, Torosların yârenini yanına alana kadar. Kuvvetli esen fırtına bir dağın beleninden atmış Büyük Ece’yi. Dağlar, onun görkemli bedenini ırmaklara hediye etmiş. O günden sonra soyhabeleni (hayırsız belen) olarak kalmış o uçurumun adı.

Obalı da ovalı da soyhabeleninden geçerken, Büyük Ece’nin dilinden düşürmediği “Kişi sevdiğiyle beraberdir. ” cümlesini tekrar ederlermiş. Çünkü Büyük Ece gittiği dünyada en sevdiğiyle berabermiş.

Türkmen Bey onun hayaliyle devam etmiş geriye kalan ömrünü. Ömür denirse…  Ayrılık biraz da ölüme benzemez miydi? Sorusuyla son buldu mor cepkenin hikâyesi.

Dedeme “Kim bu Büyük Ece?” diye sormaya gerek yoktu. Cevabı, gözlerini ayıramadığı,

ebemin mîrası olan bohça veriyordu. O yiğit dağ gibi Türkmen Bey’i karşımda beli bükük, gözleri yaşlıydı. Büyük Ece ilişmişti Torosların topraklarına. Dedem ellerime bohçayı verdi bohçayı açıp baktığımda mor cepken aynı büyüsüyle duruyordu. Büyük Ece beliriverdi gözlerimizde. Dedem ellerimi sıkıca tuttu, derin bir nefes alıp:

“Bu cepkenin geleneğimizdeki yerini anlayasın kızım. Sen de çocuklarına aşılayasın, bu değeri koruyasın. Bu değer Türk kadınına aittir. Kadın bizim milletimizi dik tutandır. Sen ki Rus’un ve Çinlinin karşısında siyâsî zekâsı sâyesinde milletini refâha kavuşturan General Kurmancan Datka’nın, sen ki babasına “Siz Çinlilere esir olmadınız. Biz de Araplara tutsak olmayacağız. Esirlik bizim tabiatımızda yoktur.” deyip asimile edilmek istenen halkını, Horasan’dan Anadolu’ya getiren Gülnar Hatun’un, milletine yaptığı zulümler ve hileler yüzünden kana doymayan Pers kralı Kyros’u kana doyuran Tomris Hatun’un ve daha nice kahraman katunların torunusun. Sen geçmişe adını zaferlerle yazdıran, saymakla bitmeyen kahraman Türk kadınlarının kanındansın. Şanlı Türk târihinin yeni sayfasısın. Gâvur, Türk’ü ve dişine kan değen Asena’yı yakından tanır. O kimseye esir edilemez. Sen de kimsenin esiri olmayasın. Bu bohça bir ömür yoldaşın olsun Allah, bu bohçayı sana açtırmasın. Yanından ayırmayasın sakın. İnşâllah mor cepken üzerine hiç oturmasın.” diye duâ etti dedem. Gitme vakti geldi geri boğduk bohçayı. Sırtımda bir servet götürdüm eve.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.