Bu yazıda, öteki dünyaya göçünün yıl dönümü münâsebeti ile bir karizmatik lideri; son nefesine kadar Türklüğe hizmet etmeye çalışan bir fikir, dâvâ, hareket âbidesini anlatacağız. Yeni bir çığır açarak boşlukta kalan ve yanlışa yönlendirilen Türk gençliğini millî ülküye döndüren, ona yeni bir îman ve heyecan aşılayan önderi, “Başbuğ”u anlatmak kolay mıdır? Hodgamlara, sağırlara ve karşıtlara rağmen görev edindiği misyonu başarmak kahramanlara mahsustur. Efsânevî bir kahramanı ki kendisi radyoda kahramanlık ruhunu anlatmıştır, tanıtmak ne demek düşünün!

Konuya bir emekli amiralin tespiti ile başlamak istiyorum: O zamanlar fikre öncelik veren gazetelerin ikinci sayfalarında genellikle yarım sayfa fikir yazısı yer alırdı. Amiral, böyle bir yazıda “Bilgisi bu kadar çok olduğuna göre demek ki subaylık yaparken de bu fikirlerle ilgileniyormuş.” tespitinde bulunmuştu. Subay, akademisyen, bürokrat veya diplomat fikirle ilgilenmeyecek miydi? Düşündüklerini söyleyebilmek cesâretini gösterebilmek için illâ emekli olması mı lâzımdı? Esâsen Başbuğ bu hususu gizlemiş de değildi. 1944 Milliyetçilik Olayı’nda en çok yandığı şeyin, aramada alınıp kaybolan kitaplarının olduğunu yazmıştı. Dikkat edin! Daha üsteğmenken kitaplar edinmiş ve onların kaybı tabutluklara konmaktan daha yakıcı. Şu satırlar da onun: “Çocukluk ve gençlik yıllarımdan beri Türk milletinin, eski kudretli ve refahlı günlerden neden böyle geri kalmış, yoksul ve güçsüz hâle düşmüş olduğunu düşünürdüm. Türk devletinin bu zayıf durumdan kurtularak tekrar kendi gücüyle ayakta durabilen ve kimseye avuç açmayan refahlı, huzurlu bir devlet hâline gelebilmesi nasıl mümkün olacak diye araştırmalar yapardım.” Bunlar sonradan yazıldı diyelim, ya 1944 mahkeme tutanaklarında yer alan şu satırlar ne olacak? “Efendim en büyük Türk kütlesi Rusya’da olduğu gibi bizim başka sebeplerden, başka amillerden de en büyük düşmanımız Rusya’dır. Bugünkü coğrâfî vaziyetimiz dolayısı ile bizimle dalaşmaya, uğraşmaya mecbur kalacak devlet de yine odur.” 27 Mayıs cuntasındakiler de onunla aynı fikirleri taşımasalar bile bu donanımı teslim etmişlerdi: “İhtilâl sonrası için içimizde en hazırlıklı olan Türkeş’ti.” Tekrarı sevmemekle berâber, yeri gelmişken istek üzerine bu fikrî seviyeyi şu olayla anlatalım: Başbuğ 1960 yılı Eylül ayında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde bir konferans verir. O zaman başbakanlık müsteşarıdır. Namı, ihtilâlin kudretli albayıdır. Kısaca, “Dünya yeni bir çağın eşiğindedir. Bu; atom çağı, uzay çağıdır. Türkiye çağlar üstü sıçrama ile bu yeni çağa dünya ile birlikte girmelidir.” der. Dinleyiciler daha ziyâde hayret içindedir. Bu toplantı basında, “Türkeş bir konferans verdi. Dinleyiciler bir şey anlamadı.” şeklinde yer alır. Çünkü o zamanki fikir seviyesi bunu anlayacak durumda değildir. O dönemde belli başlı konular halka inmek, üniversiteye muhtâriyet vesâiredir. Başbuğ 22 Şubat 1963 günü Hindistan’dan yurda dönünce aynı konuya temas etmiştir: “Bir sıçrama yaparak çağlar üzerinden atlayıp atom ve fezâ çağına girmek zorundayız.” Çünkü o Genelkurmay tarafından “atom ve nükleer” öğrenimi için Almanya’ya gönderilmişti. Bu konuyu çok iyi biliyordu. Bize “dehşet dengesi” ve “Brejnev Doktrini” çerçevesinde anlatmıştı. Bu hususu noktalarken yanlış anlaşılmaması için bir not düşelim. Başbuğ 27 Mayıs’a hazır olduğu için katılmamıştı. Kendi ifâdesiyle, “DP iktidarı yıkılacak ve İnönü’ye buyur denecekti. Güvendiğim arkadaşlarımla görüştüm ve bu duruma mâni olmaya karar verdim.”

Görüldüğü gibi Başbuğ, meyvesi bol ve güzel olan bir ağaçtı. Onun için çok taşlandı; çok isnada, çok alçakça iftirâya uğradı. Bunlardan birini anlatalım: Zamanın başbakanı Demirel’e biri başbakanlık binâsında saldırıp yumruk atıyor. Hemen MHP suçlanıyor. Allah’tan gazetelerde anarşistin rakip parti başkanı ile boy boy resimleri çıkınca gerçek anlaşılıyor. Böylece çamurun kendisi de izi de tutmuyor. Cenâb-ı Allah genç nesillere bir daha o günleri yaşatmasın. Bu yüzden isimler vererek teferruatlı anlatmak içimden gelmedi. Huzur ortamında hem sıkıntı yaşamazsınız hem de en güçlü olan fikrinizi daha rahat yayarsınız. Bize kavgadan, kaostan fayda gelmez. Bu iftirâlar konusunda Başbuğ’un dediği şuydu: “Unutulmamalıdır ki millete hizmet edebilmek için hayatını fedâ etmeyi göze alacak kadar cesur olmak yetmez. Alçakça iftirâlara, şeref ve haysiyetlere karşı tertiplenen sûikastlara karşı da cesur ve dayanıklı olmak gerekir.” Evet, o; kariyerini, istikbalini hatta hayatını bir kenara iterek memleketin kaderini ve gelecek nesillerin yetiştirilmesini düşündü. Her türlü yalana, dolana ve entrikaya göğüs gerdi. Yaşadıklarını anlayabilmek ve irâdesini görebilmek için yakın zamanlarda büyük iddialarla siyâsete soyunanları hatırlamakta fayda olabilir. Bunların içinde holding patronları vardı. Bürokrasiden, milletvekilliğinden gelenler vardı. Kimisi önündeki ilk engeli gördüğünde geri döndü. Kimisi ilk fırtınada limana yanaşıp gemiyi terk etti. Patırtıyı görünce saf değiştirenler, ağlayanlar oldu. Ortada iddiasının peşinde olan kimse yok. Fakat Türk birliği fikrinin ısrarlı savunucusu Başbuğ, bu yolda çileler çekti. Mihnetler ve sancılar yaşadı, asla yılmadı. Zindanlar ve işkencelere rağmen… Üç gün yatıp ortalıkta görünmeyenleri göz önüne alın ve 1944, 1963, 1980’de bir ömür boyu tabutluklarda yaşamayı, zindanlarda eziyeti ve mahrûmiyeti göze almak ne demektir, anlayın! O, peşinden koşturduğu şeyin esaslarında kendisinin koyduğu şuuruyla hep öndeydi, her zaman öncüydü. Yılmadan didindi, koştu. “Millî Ülkü”yü gençlere aşıladı ve millete mâl etti. Güney sınırlarımızdan komşu ülkelerin kuzeylerine gönderdiğimiz tankları uğurlayan ve karşılayan insanlarımızın sloganlarını duydukça, edâlarını gördükçe hep Başbuğ’u hatırlarım. O insanlarımız “Millî Ülkü”nün mensuplarıydılar. Îmanlı ve şuurluydular. Başbuğ’un çalışmaları sâyesinde artık Türk târihinin 1071 veya 1923’te başlamadığı kabullenilmiş, Türklerin Türkiye’dekilerden ibâret olmadığı benimsenmiş vaziyette. Vaktiyle engel olmasalardı şimdi bütün Türkiye tanklarla berâber yürüyecekti. İşte düşman, o alçakça iftirâlar ve garezine karalamalarla buna engel oldu. Türk milleti bunun farkına varsın!

BAŞBUĞ BUNU NASIL BAŞARDI?

Türkiye’ye dönüp işe koyulurken fikirlerini, tecrübelerinin ışığında Türk milletinin hizmetine sokacaktı. “Biz Türk milliyetçiliği fikrini aksiyon hâline getirmek görüşündeydik. Milliyetçilik reaksiyon değil aksiyondur, dinamiktir.” Milliyetçiliği harekete geçirirken kadroya ihtiyaç olduğunu biliyordu ve bunun gençlerle olacağının farkındaydı. Esâsen, gençlere “Millî Ülkü” aşılanmalıydı. Zîra, “Başkaları gençliğini kurt gibi yetiştirirken Türk gençliği kuzu gibi yetiştirilemezdi.” “Târih boyu hakanlar, hanlar, komutanlar askerlerine ‘bozkurtlarım’ veya ‘kurtlarım’ diye hitap etmişlerdir. Biz de bugün Türk gençliğine yeni bir atılım ve şahlanış hareketi getirirken bozkurtluğu salık vermekteyiz.” dedikten sonra gençlere şöyle seslendi: “Kendinizi küçük görmeyiniz. Sizler büyük kuvvetsiniz. Vazîfenizi hiçbir zaman unutmayınız. Kuvvet birliktedir. Dâvâmızın selâmeti birliktedir. Birlik, berâberlik içinde olmaktadır.” “Cesâret, yüreklilik, atılganlık olmayan hiçbir dâvâ başarıya ulaşamaz. Millet hayatında başarı devamlılığa bağlıdır.” Sırası gelince de îkaz etmekten geri durmadı: “Türk milletinde Bizans’tan geçme bir hastalık vardır. Gevşeklik, lâubâlilik, dedikodu, fitne, fesat, terbiyesizlik, birbirini beğenmemek, sır saklamamak, rastgele laf söylemek… Bu hastalık sizde de var. Bu hastalığı tedâvi edin. Tedâvi etmeniz lâzımdır. Bu hastalığı tedâvi edemezseniz kendinize yol seçiniz. Milliyetçi Hareket’te bir sâniye daha fazla kalmayınız. Benimle dâvâ arkadaşlığı edecekseniz her şeyden önce yüksek vasıflı Türk olmaya mecbursunuz.”

Vaktiyle tabiî senatörlüğü, siyâsî rüşvet sayıp kabul etmemişti. “En kötü demokrasi, en iyi ihtilâl idâresinden daha iyidir.” deyip ve görüşlerini halka anlatıp milletin desteğini almak üzere Türkiye yollarına koyuldu. “İçimizde Tanrı Dağı’ndan taşıdığımız, Ergenekon seddini eriten ateş; gönlümüzde, zihnimizde Hira Dağı’ndan doğan güneşin ışığı var. Biz Müslüman Türk’ün öz nizamını temsil eden millî hareketiz. Dâvâmız, Türk harsı ile 21. yüzyıl medeniyetini; fezâ, atom, elektronik çağının yeni ‘Müslüman Türk Medeniyeti’ni kurmaktır. Bu gâye ile iktidara tâlibiz.” düşüncesi ile hep koşturdu, hiç durmadı. Eski zamanda şimdiki gibi helikopterler, uçaklar yoktu. Zamanının önemli bir kısmını yollarda geçirdi. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” misali, Amasya dönüşü evine ulaşamadan yollarda son nefesini verdi. Evet, o; bol ve güzel meyveli ağaç, ayakta öldü fakat dâvâsı yaşıyor, yaşayacak. Hatta en güzel biz yaşatırız iddialarıyla bölünerek…

O koşturmalar, Milliyetçi Hareket’i büyüttü ve iktidar ortağı yaptı. İç ve dış mihraklar, koalisyonun gerçek bir milliyetçi iktidara dönüşmemesi için saldırdılar da saldırdılar. Sessizce bir parti içinde birleşik cepheyi uygulayanlar, başka başka partilerin bir araya gelerek kurdukları hükümeti “cephe” üzerinden topa tuttular. Memleketi 12 Eylül’e götüren kavga bundan çıktı. Şartların olgunlaşmasını isteyenler görevlerini yapmadılar. Örtülü istîlâ gerçekleşti. Olan memlekete oldu. Başbuğ ortalığın yatışması için çok uğraştı. Ne menem bir şey olduğunu iyi bildiği darbeyi önlemek için rakip partiye koalisyon teklifi götürdü. Meclis başkanını birlikte seçmeyi önerdi, hatta cumhurbaşkanı seçebilmek için o partiden birine “Adaylığınızı koyun destekleyelim.” dedi. Rahmetli Gün Sazak’ı devreye soktu. Teklifler gönderdi. Bütün bunlar geri çevrildi. Maalesef 12 Eylül önlenemedi çünkü büyük hesapları olanlar ağır basmıştı.

Başbuğ, karizmatik bir liderdi. Karizma, emretmeden yaptırma gücüdür. İleri yaşına rağmen ihtiyarlarla birlikte gençleri de etrafında tutabilmek ve ölümüne ağlatabilmektir. Çelik gibi bir irâdeye sâhipti. 12 Eylül’e yakın günlerde bize baktı ve ne gördüyse, “Yorulduysanız ben bu Türk milletinin gençlerinden yeni bir teşkîlât kurarak devam ederim.” demişti. Yeniden başlayabilme gücünü göstermek, hem de o günkü şartlarda… Bir başka zaman da bize o irâdeyi tavsiye etmişti. “Palandöken’in zirvesinden de düşseniz kalkıp yine yola devam edeceksiniz.” İşte Dündar Taşer merhumun dediği de buydu: “Bir duvarın yıkılması gerekse ben bir iki denerim, olmuyorsa vazgeçerim ama Türkeş o duvarı gerekiyorsa kafasıyla vura vura yıkar. Onun için o, liderdir.”

Başbuğ, bu sâyede engelleri yıktı ve başardı. Destanları ile efsânevî olarak yaşamaya devam edecek. Türklük yaşadıkça onunla olacak. Mekke’de olduğu gibi… Merhum Profesör Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın ifâdesiyle, “Mekke’de Kâbe’ye yakın bir sokak… Aziz Türkeş’le mahşerî hac kalabalığının içindeyiz. Ezan okunmuş, namaza durabilmek için imkân arıyoruz. Buharalı bir Türkistan Türk’ünün dükkânından iki seccâde uzatılıyor. Namazlarımızı yan yana edâ ediyoruz. Türklük ve Türkeş hiç ayrılmadı.” Profesörümüzün kalemi ile “Şimdi o, vatan ve dâvâları uğruna şehit edilen binlerce gencin temiz ruhlarıyla berâber bulunuyor. Cennetteki ecdatla Resul-i Ekrem’e komşu ol ey koca Türk!” Âmin. Ruhuna Fâtiha.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.