Kitabın yazarı Prof. Dr. Erol Güngör, felsefe mezunu, bir sosyal bilimci ve sosyal psikologdur. Genç yaşta vefat etmiş, üretken bir bilim adamıdır. Ele aldığı konulara, branşı açısından yaklaşıyor. Tasavvufun ne olduğu, dinin özü mü yoksa dinden ayrı bir yol mu olduğu, İslâm’da tasavvufun yeri, doğuşu, Müslümanlar nezdinde çok uzunca bir zamandan beri tartışılmaktadır. Konu hakkında, İslâm’ın aslî unsurlarına (kitap ve sünnete) dayanarak hem lehte hem aleyhte birçok iddia dile getirilmektedir.

Tasavvuf, İslâm târihinin ve İslâm kültürünün güncelliğini korumakta olan önemli tartışma konularından biridir. Değerlendireceğimiz kitap, İslâm Tasavvufu hakkında lehte ve aleyhteki iddiaları kapsayan ve değerlendiren doyurucu nitelikte bir kaynak eserdir. Yerine göre eleştirel, yerine göre savunucu, yerine göre bağdaştırıcı ifâdelerle konular şu sıra ile işlenmiş: Mistik düşüncenin Hint ve Yunan kaynakları, İslâm tasavvufunun yabancı menşeleri (Hint ve İran etkisi), İslâm tasavvufunun târihî gelişimi, kurumlaşması ve tarîkatlar dönemi, tasavvufta bilgi meselesi, vecd hali, günümüzde tasavvuf ve ekler kısmı. Ekler kısmında Eflâtun, Plotinos, Gazzâlî ve İbn-i Fârid’den birkaç sayfalık alıntılar yer alıyor. Kitap mistisizmle ilgili kavramlar sözlüğü ve kitapta geçen isimler, yerler ve eserler hakkında kısa bilgilerin yer aldığı bölümle sona ermektedir.

Kitapta İslâm tasavvufunun kaynakları, gelişimi, anlayış, algılayış farklılıkları, müesseseleşmesi, tasavvufa/sûfîlere yönelik ithamlar (eleştiriler) felsefî, psikolojik, târihî, içtimâî boyutlarıyla irdelenmiş ve meselelerin çözümüne yer verilmiş veya işâret edilmiştir. Tasavvufa yönelik ithamlardan en önemlileri, tasavvufun İslâm dışı bir akım olduğu ve küfre götürdüğü yönündeki iddialardır. Mistisizm, sadece İslâm dünyasında değil Doğu’da, Uzak Doğu’da ve Batı’da, farklı dinlerde ve toplumlarda târih boyunca var olmuştur. Mistik yaşantının felsefî, fikrî boyutu da çağlar boyunca dikkatleri çekmiştir.

Mistisizm, duyular ötesi âlemle irtibat kurma (duyular âleminden sıyrılma), bu sayede derûnî (bâtınî) bilgi edinme, düşünce ve yaşam tarzıdır; bu yönü ile aklın ve bilimin sınırlarını aşar, öznel bir tecrübedir. Tasavvuf ve mistisizm, tam olarak aynı anlama gelmese de aralarında yöntem ve anlayış bakımından benzerlikler vardır. Felsefî açıdan değerlendirildiğinde mistisizmin kökleri Hint, İran ve Eski Yunan’a bağlanır; bu medeniyetlerde mistik düşünce ve yaşantıların varlığı görülür. Târihî bakımdan bunların en eskisi ise Hint’tir. Dünyanın, eşyanın kötü ve değersiz olarak algılanması, bunlardan sıyrılma, uzaklaşma, “bir” olana (âlemşümul ruha) yakınlaşma, kavuşma, benzeme isteği Hint inançlarında, mukaddes metinlerinde yer bulmaktadır. Budizm ve Hinduizm mistik yönü ağır basan inançlardır. Bu inançlarda bedenî arzuları dikkate almamak, Nirvana’ya ulaşmak üstün ve değerli bir amaç olarak takdim edilir. Batı’da Orfeus dini (Orfizm), Pitagor, Platon ve Plotinos’la mistik düşünce ve yaşantı kendini göstermiştir. Ruhun bedende hapsolduğu, bedenî isteklerden kurtulma, Tanrı ile birleşme düşüncesi ve buna yönelik bâzı davranışların varlığına rastlanır. Panteizmin ilk örnekleri, sudur düşüncesi, Tanrı ile birleşme fikri ve amacı, Avrupa’da ilk olarak bu kişiler/filozoflar tarafından rasyonelliğe büründürülerek dile getirilmiş, felsefe târihinde yerini almıştır.

İslâm târihinde uzunca bir süre, bâzen şiddetli bir biçimde ulemâ ile sûfîler arasında zâhir–batın, şerîat–tarîkat tartışmaları olmuştur. Bu tartışmalar, ulemâ tarafından tasavvufun İslâm dışı olduğu hatta küfür olduğu noktasına kadar taşınmıştır; mevzu, hâlen, düşük dozda da olsa varlığını sürdürmektedir. Hint ve İran mistisizmi ve Yunan felsefesindeki mistik düşünceler, belirli ölçüde İslâm tasavvufu üzerinde etkili olmuşlardır; ancak bu etkiler, alındığı şekli ile aynı kalmamış, Kur’an ve sünnet çerçevesinde “terbiye” edilmiş, İslâmîleştirilmiştir.

İslâm sûfîlerine göre “mistik düşünce”nin kaynağı, Kur’an ve sünnettir. Hz. Peygamberin ve sahâbenin yaşantısında âbidlik ve zâhitlik mevcut idi. Bizzat Hz. Muhammed, dünya hayatına, eşyaya kıymet veren biri değildi. Dört halîfe devrinin sonuna doğru, özellikle Emeviler döneminde Müslümanların zenginleşmesi, siyâsete ve dünya işlerine fazlaca kapılarak dinin özünden ve ahlâk anlayışından uzaklaşmaya başlamalarına tepki olarak âbid ve zâhitlik gösteren şahıslar ortaya çıkmıştır. Bunlar, ilk sûfîler olarak tanımlanır. Dünyevîleşmeyi, siyâseti, israf ve eğlenceyi dinî sebeplerle eleştiren ve kınayan bu kişiler, aynı zamanda fakihleri, kınadıkları devlet müessesesinin memurları olarak görmüşler ve eleştirmişlerdir. Böylece ilk sûfî–ulemâ tartışması başlamıştır. Sûfîler, bu tartışmada haklı görünmektedirler ve bu tavırlarıyla halkın sempatisini toplamışlardır. Hasan Basri, Hâris Muhâsibî, Abdullah bin Mübârek bu devirde (8. yy.) dikkat çeken sûfîlerdir; bu kişiler aynı zamanda birer din bilginidirler.

İslâm tasavvufuna panteizm/vahdet-i vücut doktrininin girmeye başlaması Zünnûn-ı Mısrî, Bâyezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî ve Hallâc-ı Mansûr ile (9. yy.) gerçekleşmiştir. Bunların sözleri, ulemâ tarafından kınanmış, bu kişiler sözleri nedeniyle küfürle itham edilmişlerdir. Bu sözlerin yanlış anlaşıldığını iddia ederek, İslâm’a uygun yorumlayanlar olmuşsa da bu yorumlar, biraz zorlama gibi kalmıştır. Tasavvufun İslâm dışına çıkmaması, şerîat sınırları içinde kalması, sünnete uygun olması yönünde çalışmalar da bu dönemde kendini göstermeye başlamıştır. Hâkim Tirmîzi, Tüsterî, Kuşeyrî gibi sûfî–alimler tasavvufun İslâmî îtikada uygunluğunu göstermek/sağlamak amacıyla çalışmışlardır. Bu çalışmalar Selçuklular döneminde, özellikle Gazzâlî tarafından (11. yy.) tam anlamıyla yerine oturtulmuş; medreseler kanalıyla da yaygınlaştırılmıştır. Bu sayede bâtınî yorumlara ve Şii anlayışa da set çekilmiştir. Buna rağmen aynı dönemde İşrâkîlik gibi bâtınî yönü ağır basan sûfî anlayışlar ve Sühreverdi gibi sûfîler, yine varlığını göstermiş, ulemâ tarafından küfürle itham edilerek îdam edilmişlerdir.

Gazzâlî, tasavvufu sünnîleştiren en önemli isim olarak bilinir. Tasavvuf düşüncesinin felsefî olarak zirveye ulaşması (vahdet-i vücut anlayışının olgunlaşması), Muhyiddin Arabî ile (13. yy.) olmuştur. Muhyiddin Arabi hakkında da lehte ve aleyhte çok ciddi iddialar vardır. Tasavvufun, felsefîleşmesi, fikir sistemi olarak olgunlaşması Muhyiddin Arabî’ye mâledilir. Muhyiddin Arabî’nin düşüncelerinde yer yer İslâm îtikadını zorlayan, çarpıtan yerler olduğu ulemâ tarafından iddia edilmiş, bu kişi de küfürle itham edilmiştir.

Tasavvufun tarîkatlar şeklinde kurumlaşması, 12. yy’a denk gelir. Kâdirîlik, ilk sünnî tarîkattır. İlk Türk İslâm tarîkatı ise Yesevîliktir. Tarîkatların müesseseleşmesi ile sistemli bir şekilde ahlâkı olgunlaştırma, insanı terbiye etme amacıyla tekke ve dergâhlar kurulmuş, yaygınlaşmaya başlamış, çeşitli sûfî ekoller ortaya çıkmıştır. Peygamber ahlâkının örnek alınması, zâhitlik amaçlı sünnî kurumlar olan tekke ve dergâhlar aynı zamanda birer sosyalleşme mekânı olarak varlıklarını uzun süre devam ettirmişler, 19. yy’a kadar toplum hayatında önemli fonksiyonları yerine getirmişlerdir. 19. yy’da dergâh ve tekkelerde miskinleşme ve yozlaşma başlamıştır. Tasavvufta (tasavvufî) bilginin kaynağı, sezgidir. Tasavvufta aklî bilginin, bir kişiden/kitaptan öğrenilen bilginin pek önemi yoktur. Duyular, ancak görünen âlemin bilgisini verir. Sezgi duyular ötesi âlemi, hakîkati kavramak, hissetmek hatta görmek olarak târif edilir. Sezginin somut bir dayanağı yoktur; öznel bir tecrübedir. Benzeri durumlar (sezgi yoluyla bilgi edinme), İslâm dışındaki mistik akımlarda da (Hint, Yunan vb.) bulunur. Buradaki temel iddia şudur: Nefs tezkiyesi ile duyular âleminden bağını koparabilen kişiler, sezgiye açık hale gelir, böylece ilâhî bilgileri alabilir; buna keşf veya ilham denilmiştir; bu bir iç aydınlanma, iç ışımadır. Bu bilgi, sûfî için mutlaktır. Tasavvufu sünnî temele oturtan Gazzâlî, bâzı eserlerinde bu hususu ayrıntılarıyla nakleder, böyle durumların yaşandığını kabul eder. Modern Batı felsefesinde de sezgiyi bilginin kaynağı olarak gören filozoflar vardır; H. Bergson ve B. Russell bunlar arasındadır.

Kitapta vecd üzerinde de durulmuş; vecd halinin psikolojik çözümlemesi ve felsefî yorumu yapılmıştır. Vecd halini yaşamanın “teknik” boyutu kitapta ayrıntısıyla îzah edilmektedir. Vecd, bir trans halidir, farklı bir şuur durumudur; hem Doğulu hem Batılı birçok mistikte görünen, yaşanan bir haldir. Vecd, bir psikolojik veya fizikî rahatsızlık durumu değildir. Vecd, bir iç aydınlanmadır, mistikler için hakîkate ulaşmada araçtır. Kelâm ve fıkıh âlimlerinin birçoğu sûfîleri eleştirmiştir. İbn Teyymiye, İbnü’l Cevzî gibi Selefîlere göre tasavvuf, sapkınlıktır, İslâm’ın dışına çıkmaktır; miskinliğin, geri kalmışlığın ve İslâm dünyasındaki felâketlerin sebebidir. Aynı iddiaya (mistisizmin, miskinliğe, kaderciliğe, çöküşe yol açtığı düşüncesi) Avrupa ve Yunan felsefe târihinde de rastlanır. Ancak bunun tersi de söylenir, söylenmektedir. Özellikle İslâm dünyası için söz konusu olduğunda tasavvufun, zenginleşme ve dünyevîleşmeye bir tepki olarak doğduğu (maddî gelişmişlikten sonra ortaya çıktığı) ileri sürülür ki bunda doğruluk payı vardır. Türkler önemli ölçüde tasavvuf kanalıyla Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Horasan erenlerinin gayretleriyle “halk islâm”ı kabul etmiş, Anadolu ve Balkanlarda yayılmıştır.

Anadolu’nun vatanlaştırılması ve Balkanların fethinde Horasan erenlerinin payı küçümsenemez. Selçuklu ve Osmanlı Devletleri, bu sûfîleri karşılarına almamış, onlara olumlu yaklaşmışlardır. Türk kültürünün en önemli sîmâları arasında Ahmet Yesevî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş gibi önemli sûfîler de yer alır. Tasavvuf edebiyatı, tasavvufî şiir ve sûfî müzik Türk İslâm kültürünün önemli bir parçasıdır, genel kabul ve beğeni görmüştür. Kitapta, ulemânın tasavvufta şirk olarak gördüğü, zındıklıkla itham ettiği ve şerîat açısından yanlış görülen bâzı iddialar şöyle özetlenmiştir: Velîliğin nebilikten üstün olması (Bu, bâzı sûfîlerce orta yol bulunarak mâkul bir şekilde çözülmüştür. Buna göre her nebi, aynı zamanda velîdir), Allah ile birleşme, Allah’ın insanda tecellî etmesi (Tevil edilerek yorumlanmıştır ancak bu tür teviller, biraz zorlamadır ve asıl sorun buradadır).

Klasik tasavvuf, uygulamaları (perhizkârlık, inzivâ, şeyhe tam itâat vb.) ve kabulleriyle günümüz Müslümanlarınca aynen kabul edilmemektedir; çağa özgü yaşam koşulları bunu kabul etmenin önündeki en büyük engeldir. İslâm dünyası, günümüzde büyük ölçüde dünyevîleşmiş; bilimin akılcı ve pozitivist mantığı Müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır. Buna rağmen tasavvuf (tasavvufî sözler, bilgiler, kitaplar, sûfî önderler), dindar veya dindar olmayan pek çok Müslümanın ilgi ve dikkatini çekmektedir. Çünkü bilim, ahlâk ve ahlâkî değer üretmemektedir, bilimin böyle bir amacı da yoktur; değerler alanında boşluk hissedilmektedir. Modern Selefîlerin sadece tasavvufa değil fıkıh alanındaki mezheplere de îtiraz ettikleri (eleştirileri) gözden uzak tutulmamalıdır. Sonuç itibarıyla, günümüzde yeni bir “içtihat”la orta yol bulunarak birbirinden ayrı ve birbirini eleştiren bu anlayışlar birleştirilmelidir; bu, öncelikle din ilimleriyle uğraşanlara düşen bir görevdir.

Kitaptan dikkatimi çeken ve önemli bulduğum birkaç alıntıyı şöyle verebilirim: “Sûfîlik, Tanrı’nın ahlâkı ile ahlâklanmaktır.” (s.13) “Câmide Allah’la, ticârethânede şeytanla beraber olan kimsenin îmanından hiç kimse emin olamaz.” (s.158). “Müsbet ilim, girdiği her yerden aşkı ve îmanı çıkardı.” (s.164). “İnsanın iki hayatı yoktur; bir hayatı vardır… Kalbimiz temizdir diye evimizin pisliğine göz yumamayız.” (s.169) ve Gazzâlî’ye ait bir söz: “İşte benim görüşüm budur. Doğrusunu ancak Allah bilir.” (s.191). Erol Güngör, İslâm kültüründe tasavvufa yönelik eleştirileri (problemleri) felsefe, psikoloji ve sosyoloji açısından değerlendirmiş, etraflıca yanıtlandırarak çözümlemiştir. Kitap güncelliğini korumakta, lehte ve aleyhte mistik düşünceye, özellikle İslâm tasavvufuna ilgi duyan herkese faydalı olacak bir kaynak niteliğindedir.

-Bu yazı Kitap Şuuru intisabıdır (Editörü: Ömer Karabayır). www.kitapsuuru.com

 

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.