“Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?

Felekler yandı âhımdan muradım şem’i yanmaz mı?”

Türk Dili ve Edebiyatı derslerinde en fazla dikkatimi çeken kısımlardan birisi de soru cümleleriydi. Anlatılana göre soru cümleleri iki başlıkta inceleniyordu. İlki gerçek anlamda soru sorma maksadıyla tasarlanmış “özde” soru cümleleriydi. Bu sorular gerçek mânâda cevap bulmak için sarf edilmişlerdir: “Neden, nasıl ve kime soru sorarız?” gibi. Varlık, bilgi, estetik, uygulamalı ya da münevver yanıtlar bulmaya güdülenmiş sorular bu sınıfta ele alınır. Özde, bir soru ve cevap için kurgulanmaktadırlar.

Anlatılana göre soru cümleleri iki başlıkta inceleniyordu. İkincisi soru sorma maksadıyla tasarlanmamış, soru sorarmış gibi görünen “sözde” soru cümleleriydi. Bu sorular ise bilgi yönünden pek kıymetli olmayan “sözde” ifâdelerdir: “Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?/ Felekler yandı âhımdan muradım şem’i yanmaz mı?” gibi. Bu gibi ifâdeler varlık, bilgi, estetik, uygulamalı, münevver, felsefi yanıtlar bulmak için değil öylesine kurgulanmışlardır.

Sormak lazım! Hangisi özde, hangisi sözdedir gerçekten sormak lazım. Yetişen Türk nesillerinin havsalalarına tâciz eden bu anlatımı yeniden sormak lazım. İnsanın bir başkasına sorduğu soruların özde, kendine sorduğu soruların sözde olmasını sorgulamak lazım. Bu yaklaşım bizi kuru bir atâlete ve her anlamda bir diğerine bağlı esârete sürüklemez mi? Bilmiyorum…

Her soruş bir kabulleniştir aslında. Bilmediğimizi kabul ederek güdüleniriz. Ve bu güdü aynı zamanda bir iddiayı da doğurur: Öğrenmek iddiası. “Bilmek ayıp değil öğrenmemek ayıp.” sözcüğünün bizi sürüklediği mecrânın bir benzerine istemeden adım atarız. Peki, bu cehâlet kötü bir şey mi? Kesinlikle hayır. İnsan olarak her şeyi bilmek, her şeyden anlamak zorunda olmadığımız için bu durumu gâyet mâkul karşılarız. Sosyal varlıklarız ve yönümüzü bir şekilde tâyin ederiz. Bu istikâmeti hissettiklerimiz, düşündüklerimiz, bildiklerimiz kadar sorduklarımız da tâyin eder. Çünkü soru, sâdece sormak değil aynı zamanda soruştur da. Ne, nerede, ne zaman, neden, nasıl ve kime olduğu önemli olan bir oluştur.

Bilmek; sorunu doğru tanımlamak, yönteme doğru karar vermek, süreci doğru ilerletmek ve ürünü doğru olarak elde etmekle mümkündür. Peki, bir insan bu kadar zor bir süreci kendi başına yürütebilir mi? Sanmıyorum. İlk bakışta basit meseleler hakkında örnekler aklınıza geldiği için bana îtiraz edebiliriniz fakat hayatın aynı derecede zorluklarla mı bize kendini gösterdiğini sorgulamakta fayda vardır.

Doğru cevaba ulaşmak için doğru sorunun sorulması gerekmektedir. Çıkılan yol anlık sorma faâliyetinden ziyâde bir soruş, oluştur. Doğru soruş içinde doğru stratejileri barındırır. Doğru soruş; doğru soruyu, doğru üslûpla, doğru zamanda, doğru mekânda, doğru gerekçelerle ve doğru kişiyle soruşturmaktır. Peki, insan bunu nasıl öğrenmiştir?

Her insan fert olarak bir sosyal yapı içine doğar. Edinilen sosyal gruplar zamanla kazanılan sosyal grupları da yanına katarak büyürler. Bir süre sonra fark ederiz ki kazanılan sosyal grupların hepsi aynı oluş ve soruş etrafında kümelenmiş yapılardır. Şimdi durun ve iki dakika düşünün. Kazandığınız, seçtiğiniz, tercih ettiğiniz topluluklarının kaçta kaçı belli bir oluş ve soruş üzerine kurgulanmıştır?

İnsan yaşamı boyunca kendi bildiklerinden emin bir şekilde yaşayamamaktadır. Bâzen, bâzı yerde, bâzı bağlamda, bâzı kişilerle birlikte bâzı olaylara mâruz kalırız. Mâruz kaldığımız olaylar, bildiğimiz sahâlarda olduğu kadar bilmediğimiz sahâlarda da olabilmektedir. O zamanlarda soruş nasıl gerçekleşir, bizler neye göre tepki-cevap veririz, hiç düşündünüz mü?

Hayat bâzen bizi istemediğimiz olay ve sorularla karşı karşıya bırakabilir. Böylesi durumlarda insanın hürriyeti sarsılır mı sarsılmaz mı? İnsanın hürriyeti nereye kadardır? İstemediğimiz soruyla karşılaşmanın bizim elimizde olmadığı durumlarda istediğimiz cevabı vermek mümkün olabilir mi?

İnsan hürriyetinin sınırlarını yaptığı tercihler belirler. Hürce cevap vermenin en temel noktası soruyu hürleştirebilmektir. Sorun karşısında soruyu kendi üslûbumuzla ele alarak soruyu yeniden yapılandırmak doğru cevabı vermenin gerekli koşuludur. Doğru soruyu sorabilmek için doğru yerlerde, doğru zamanlarda, doğru bağlamlarda, doğru duygularla, doğru kişilerle bir arada bulunmalıyız. Bizler de yaşamanın anlam ve doğasını sorguladığımız için bir arada değil miyiz? Neden bir aradayız?

Bizi bir arada tutan hakîkatın ve sorunun ne olduğunu bir ara kendimize sormak lazım…

“Fuzûli rind-i şeydâdır hemişe halka rüsvâdır

Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı?”

Cevabınızı bekliyorum…

KAYNAKÇA

(1) Gökberk, M. (1999). Felsefe Târihi. İstanbul: Remzi

(2) Holtgraves, T. (2019). Sosyal Eylem Olarak Dil. (Çev. Ed. Tekdemir, G.). Ankara: Nobel. (Orijinal eserin yayın târihi 2002)

(3) Krech, D., Crutchfield, R. S. (1980). Sosyal Psikoloji. (3. Baskı). (Çev. Güngör, E.). İstanbul: Ötüken. (Orijinal eserin yayın târihi 1948)

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.