Türk milletinin ebedî bekâsı için çabalayan Ülkücü Hareket, inandığı ve îman ettiği mukaddes dâvâ yolunda çok bedel ödemiştir. Cengiz Baktemur da milletini çok sevdiği için bedel ödeyen o ülkü neferlerinden yalnızca biridir…

Sovyetlerin Türkiye üzerinde kurduğu alçak hayalleri gerçekleştirebilmesinin tek yolu, fikrî mânâda Türkiye’yi bölebilmekti. Bu gâyenin gerçekleşebilmesi için dînî afyon olarak gören ve bayrak, vatan, millet gibi mukaddes değerleri hiçe sayan bölücü bir fikirle üniversitelerde zuhur etmişti. 1968’li yıllara gelindiğinde ülke âdeta bölünmüş, Sovyetlerden yayılan Marksist-Sosyalist saldırısına karşı Başbuğ Alparslan Türkeş önderliğinde ülkücüler, Türk milletinin yılmaz savunucuları olarak hak bildikleri yolda ideolojik bir mücâdeleye girişmişlerdi. Özellikle üniversitelerde görülen öğrenci hareketleri artık silâhlanma ve gerilla hareketine dönüşmüş, ülkücü öğrenciler okullarına giremez ve her gün bir şehit verir olmuşlardı.

Türk milleti bölücü bir ideolojiyle başka bir milletin uşağı olmasın diye çabalayan ve inandığı dâvâ uğruna her geçen gün daha çok şehit veren Ülkücü Hareket yılmamış, bilakis her defasında doğru yolda olduklarına olan îmânını tâzelemişti. 1978 yılına gelindiğinde yüzlerce evlâdını ve dâvâ arkadaşını toprağa veren Başbuğ Alparslan Türkeş ve evlâtları, bu zâlimliğe dur demek için MHP Ankara Mitingi’ni düzenledi ve Tandoğan Meydanı’nda iki milyon insan toplandı. Başbuğ miting alanında o kutlu konuşmayı yaptı:

“İşkenceyi kendileri için bir yol seçenlere, vatandaşın ekmeğine el uzatanlara, hakkı hukuku çiğneyenlere bir başlangıç uyarısıdır. Gerekirse 45 milyonu da meydanlarda yürüteceğiz.”

Bu konuşma millî devletin müjdeleyicisi, çekilen ızdırapların ve yitirilen canların öcünün alınacağının habercisiydi. Bölücü bir ideolojinin karşısında dimdik durmanın ve her defasında daha güçlü kalkmanın bir tezâhürüydü. Bu vakur duruş, 12 Eylül’e giden süreci hazırlamıştı. Çünkü Türk milliyetçilerinin beslendikleri kaynak daha güçlü, îman ettikleri dâvâ daha şerefli idi. Ülkücüleri şehit etmekle tüketemeyeceklerdi. Amerika ve Rusya gibi iki zıt kutbu bir araya getiren bu korku, Ülkücü Hareket’in gücü ve MHP’nin iktidar olmasının korkusuydu. Darbe sonrası ABD Büyükelçisi James Spain’in, “Türkiye’deki bütün siyâsî partilerle aramız iyiydi. Amerikan yetiştirmesi denilen Süleyman Demirel ile ne kadar iyiyse, Sosyalist Bülent Ecevit ile de o kadar iyiydi. Bir tek MHP kontrol edilemiyordu. Sağ olsun bu müdâhale, bu işi halletmiştir. Batı emin olsun, bundan sonra Türkiye’den kendisini rahatsız edecek bir hamle çıkmayacaktır.” şeklindeki konuşması bunu kanıtlar niteliktedir.

12 Eylül 1980 sabahı birilerinin onayıyla, birilerinin çocukları başarmış(!), darbe gerçekleşmişti. İşlemedikleri suçlarla yargılanan ülkü devleri, bir sağdan bir soldan politikası ile îdama sürüklenmişti. Yürekleri îman dolu dokuz Türk evlâdı, tertemiz nice yiğit hâin darbeye kurban edileceklerdi.

Cengiz Baktemur da daha körpecik yaşında demir parmaklıklar ardına düşen yiğitlerdendi. Malatya’nın Doğanşehir ilçesinde dünyaya gelen Cengiz Baktemur, âilenin yedi evlâdından biriydi. Çok küçük yaşlarda, âilesi gibi Türk milletinin sevdâlısı olmuştu. Fakat ne âilesi, ne de kendisi îman ettiği bu dâvâ uğruna canıyla bedel ödeyeceğini bilmiyordu. Üzerine atılan cinâyet iftirâsıyla gencecik yaşında cezâevine düştü. Daha 18 yaşında olmasına rağmen Türk milliyetçisi olması, bu cezâyı çekmesi için yeterliydi. Hakkında müebbet cezâsı istenirken, darbenin gerçekleşmesi ile birlikte îdam cezâsına çarptırılmış, bu alçak kararın ardından şu dizeleri dökmüştü:

“Yaşım on sekizdi hapse düştüm

Bu iş nasıl oldu hayrete düştüm

Yirmi yaşında îdamlık oldum

Genç yaşımda kıyma bana Azrâil.

 

Dün doğdum sanki bugün ölecek gibi

Aha şimdi canım çıkacak gibi

Bu dünyada bir hayat yaşamışım gibi

Genç yaşımda kıyma bana Azrâil.

 

Ölüm kurtuluştur bu fâni dünyadan

Bir nevi göçüştür ebedî âleme

Bende ölüm isterim ama bu şekil değil

Genç yaşımda kıyma bana ne olur Azrâil.”

Bu dizeler ne zor kaleme alınmıştı kim bilir; soğuk bir duvarın başucunda, günahsız yere can vereceğini bilerek. Cengiz Baktemur daha hayâtının baharındaydı, tertemiz hayalleri vardı. Ülküdaşlarıyla birlikte kadim milleti için daha çok çalışacak, canından çok sevdiği bayrağını daha da yükseklere çıkaracaktı. Fakat kalpleri mühürlenmiş zâlimler, onlara bunu çok gördü.

Îdamına birkaç gün kala gözleri yaşlı annesi, yüreğindeki yangına dayanamamış olacak ki kalkıp Elazığ’a gelmişti. Ana yüreği bu alçak karara dayanamamıştı. Cezâevi izin vermemesine rağmen Firdevs Hanım oğluyla görüşebilmek için çok diretti. Daha sonra araya giren bir astsubay, bölük komutanı yüzbaşıya kadar ulaşarak bu görüşmenin gerçekleşmesini sağladı. Oğlunu gördüğünde gözyaşlarına boğularak, “Oğlum zannetme ki seni kurtarmak için uğraşmadık.” diye elinden bir şey gelmediğini anlatmaya çalışıyordu. Yusuf yüzlü oğlu Cengiz ise birkaç gün sonra ebediyete yürümeyecek gibi annesine teselli veriyor, “Üzülme ana” diyordu, “alnımıza böyle yazılmış.” Fakat ikisi de biliyordu; kader değildi bu, alın yazısı hiç değildi. Türk milletinin iyiliğini istemeyenlerin çevirdiği türlü tezgâhlardı. Bu alçak karar, Türk milliyetçilerini sindirememenin bir tezâhürüydü.

2 Mayıs günü gelip çattığında, Hakk’a yürümesine az kala namazını kılmış, muazzam bir gülüşle îdam sehpâsına yürümüştü. Gülüşüyle âdeta ölümü korkutmuş, adımlarıyla yerleri titretmişti. Darağacında son arzusu soruldu. Son arzusu da uğruna can verdiğiydi: “Bir bayrak, bir de Kur’an istiyorum.” Eliyle kenarlarından tuttuğu bayrağı göğüs hizâsına kadar kaldırarak ileri uzattı ve sesli olarak, “Ey benim şerefli bayrağım! Ben seni dalgalandırmak için çok mücâdele ettim ama seni dalgalandırmaya gücüm yetmedi.” dedi. Öpüp başına koydu ve şerefli bayrağı için şehitler kervanına katıldı…

Cengiz Ağabey ömrüm yettiğince yaşayıp ölürüm diye düşünerek, yalnız kendi istikbali için yaşamamıştı. Bir takım bölücü ideolojilerle milletine zarar da vermemişti. Çâreyi milletinin köklerinde aramış, yaşıtları gibi dünya nimetlerinin derdine düşmemişti. Tercihi aziz Türk milletinden olmuştu. Türk milleti geçmişteki gibi misyonunu yerine getirebilsin, Türk milletinin gelecekteki evlâtları eziyet çekmesin istemişti. Bu uğurda mücâdele etti, inandığı ülkü uğruna ebediyete yürüdü.

Türk milletinin yılmaz savunucuları olan ülkücüler, bu mukaddes dâvâ uğruna nice canlar verdi. İnandıkları gibi yaşamanın bedelini çok ağır bir şekilde ödediler. Ağabeylerimizin îman dolu tertemiz yürekleriyle verdikleri mücâdele sâyesinde Türk milleti, o karanlık günlerden çıkabilmiştir. Günümüzde düşman değişti fakat savaş hâlâ aynı devam etmektedir. Ağabeylerimizin tedâvi ettiği hastalıklı yapıları, bizim de aynı azimle tedâvi etmemiz gerekmektedir!

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.