Dağlar arasında kalmış, benzi sarıya çalınmış bir bozkırın göbeğinde buğday tarlalarını tek tük kavak ağaçları çevrelemişti. Akşam güneşi, gökyüzünün rengini kızıla boyuyordu. Tahta duvarları çürümüş ve artık kullanılmaya kullanılmaya vîrâne görünümünü almış eski bir değirmen vardı. Değirmenin yanı başında ise bir yalnızlık heykelini andıran genç bir adam, artık kurumaya yüz tutmuş bu derede suya yansıyan aksine bakıyordu. Kavak ağaçlarının gölgeleri hafif ama uğultulu bir rüzgârla birlikte ona eşlik ediyorlardı. Bu genç adam durgundu. Karşısında görünen yüce dağlar kadar durgun. O dağların durgunluğu anlaşılır şeydi de bu gencin kanının delice aktığı çağda böylesi durgunluğu anlaşılacak şey değildi. Su akmaya devam ediyor, aktıkça bulanıklaşıyordu. Genç adam suya her bakışında biraz sancı, her bakışta bir tutam çaresizlik görüyordu. Sanki asırlar önce üzerine bir ölü toprağı serpilmiş, silkinerek kendine gelmeye çalıştıkça savrulan bu toprak nefes alıp vermesine engel oluyor gibiydi. Eğildi, tekrar baktı suya. Az önce berrak olan su sanki çamurdan bir bataklığa döndü o anda. Tuhaftı. Kendi kendine konuşmaya başladı: “Zaman ne çabuk aktı gitti? Yaşım yirmi dört, fakat yaşadıklarım sanki bütün târihe denk. Oysa hâlâ gencim, güçlüyüm. Üç bin yıl sonra hesabı verilecek bir kavgaya borçluyum. Şu akan su kadar durgun, bir o kadarda yalnızım… Hayallerim, inancım ve ülkem kadar yalnız. Şimdi bulutlar geçer üstümüzden, halimize acımaktan elemli. Her gece bir yıldız kayar gökyüzünden, her biri zafer çağlarına müjdeci. Her gece gözü yaşlı bir genç ümidini yitirir kendinden, memleketinden. Onu boğan düzen kahpelerin en kahpesi. Tanrıya, yerde akan suya, gökte kayan yıldıza ve bulutlara yemin olsun ki biz artık ağlamayacağız. Biz artık ağlamayacağız…” dedi ve sustu.
Bulanık su artık berraktı. Bu arada rüzgâr şiddetini iyice artırıyordu. Yeni kesilmiş yonca kokusu etrafa yayılıyordu. Arada bir gelen traktör sesleri kesilmişti. Ciddiyet içinde kendi kendine:
“Peki ya nasıl? Ne yapabilir, neyi başarabilirim ki? Hangi yaraya ilâç olabilirim ki?” diye kendine sordu. Bu sorunun cevâbının önemini bilirdi. Bir cevap ki sâdece kendisinin istikbali, sâdece bir milletin kaderini değil; cihanda hürriyeti arayan kim varsa, bu topraklardan yeniden doğacak adâlet güneşi altında karanlıkları yok etmenin mesûliyetini de üzerinde taşıyordu. Bir sorunun cevâbı neden yarım kalırdı? Gençlik yıllarında heyecanı yüksek bir nesil, gelecek için yüksek hedefler peşindeyken bir anda neden yarı yolda kalırdı. Ve sonra şikâyetler, sızlanmalar ve suçlamalar! Üstüne üstlük bir müddet sonra yaşları ilerledikçe, gençlik yıllarında yaşadıkları idealizmin beyhûde olduğunu kanıksayıp gençleri de kendilerine benzetme çabalarına girerlerdi. Onlar konforları kaçmasın diye kendilerine sorular sormaktan kaçmakta, mücâdele verenlerle de alay etmekteydi. Oysa bugünün suçlusu kendileri değil miydi? Ve Ahmet bu soruları cevaplamaz, vazgeçerse yarının suçlusu kendisi olmayacak mıydı? Konfor; düşmanın elinde bir silâh… Algılar, aldatmalar ve bir saman alevi gibi parlayıp sonra çabucak sönüveren nesiller… Ya Ahmet? Ya Ahmet’in nesli? Onlar da yenilecek miydi? Bu şimdilik bilinmez görünüyordu.
Kendisine sorduğu sorunun cevâbını arayan bu genç adamın telefonu çaldı. Hep böyle olurdu. İnsan bâzen kendisine sorular sormak için yalnız kalmak isterdi. Fakat bu durum gün geçtikçe gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hal alıyordu. Çünkü artık karanlık odasında istirâhate çekilmiş insanın odasına dünyaları sığdıran bir îcat vardı. Öyle ki artık mesâfeleri, türlü zorlukları hiçe sayan bir nimet. Telefon. Bilgiye ulaşmak artık ne emek istiyordu ne de gayret. “Onlarca kitap okumaya ne hâcet istediğim zaman, istediğim yerde, istediğim bilgiye zâten anında ulaşabiliyorum(!)” derdi zamâne insanı. Bunlar kötü şeyler miydi? Tabiî ki de hayır. Bilgi uçsuz bucaksız, köpek balıkları ve türlü yırtıcı deniz hayvanları ile dolu dalgalı bir okyanustu. Ve insan dalgalara yenik düşmemek için yüzmeyi, tehlikelere karşı ise kendisini savunmasını bilmeliydi. Kaynağı belirsiz olan bu tuzlu suyu arıtmadan içtiğinde insanı zehirleyiverirdi. Bilginin insanı zehirlemeyen kaynaklarını bulmak; aynı okyanusa dökülen, insana hayat veren tatlı su kaynaklarını bulmak mârifetti. Aksi takdirde kontrolünü yitirmiş, kendinden ve millî kültüründen gittikçe uzak yaşayan insan kalabalıkları için tedbirli olunmadığı zaman amansız bir hastalık gibi bütün hücrelerine yayılır, derin ve sancılı darbelerini hissettirmeden vuruverirdi. Keskin bir hançer gibi! Sonra bu kalabalıkları hâkim “hayat tarzı” zamanla kendine benzetir, acımadan yok ederdi. Tam düşünmeye başladığı anda çalıvermişti yine. Arayan köyden çocukluk arkadaşı Refik’ti. Önce açmak istemedi telefonu fakat merakına engel olamayarak açtı. Telefonu kulağına götürerek konuşmaya başladılar. Konuşmaları uzun sürmedi. Onu uzun zamandır tanıyordu. Şehre okumaya gittiğinden beri çok az görüşmüşlerdi. Artık köye döndüğünün haberini almış ondan aramıştı. Buluşmak istiyordu. Ertesi gün köy meydanında buluşmak üzere sözleştiler. Bu sırada güneş henüz batmış, etrafa karanlık çöküyordu. Genç adam usulca ayağa kalktı. Bir sigara yaktı ve tarlaların arasından sigarasını tüttüre tüttüre evinin yolunu tuttu. Köye geldiğinde sokakları aydınlatan lambalar çoktan yanmıştı. Kerpiçten yapılmış toprak evlerine girdi. Âilesi ile birlikte hasret giderdi. O gece erkenden uyudu. Ertesi sabah türlü kuş sesleriyle uyandı. Kumrular, kırlangıçlar, kır güvercinleri ve evlerinin yanı başındaki horoz sesleri ile… Bugün babasına yardım edecekti. Fazla oyalanmadan bostanlığa doğru kırmızı traktörleri ile yola koyuldular. Babası geldiği günden beri ona bir şey söylemek istiyor gibiydi. Fakat bir türlü konuyu oğluna açamıyordu. Dün gece herkes yatağına çekilince Gülizar Hanım’a aklındaki düşünceleri açtığında eşi ona çok kızmıştı. Sırası değil demişti. Hacı Hüseyin o akşam tamam demişti demesine ama oğluyla konuşmak arzusunu bir türlü içinden atamıyordu. Hem ondan haber bekliyorlardı. Evet. Karar verdi. Bulduğu ilk fırsatta konuşacaktı. Acele ederlerse işleri öğleye kadar bitecekti. Öğle sıcağı hiçbir şeye benzemezdi. Adamı hissettirmeden çarpıverirdi. Traktörün pedalına biraz daha yüklendi. Bahçeye ulaştılar. İşlerini planladıkları gibi zamanında bitirdiler. Uzun dalları ile gölgesi altında oturana ferahlık veren bir armut ağacı vardı. İlk önce kafasında rengi solmak üzere olan kasketiyle yaşlı adam ağacın altına oturdu. Alnında biriken teri elinin tersiyle sildi. O sırada oğlu, çalışırken kullandıkları eşyaları traktöre yüklüyordu. Baba uzun uzun oğlunu seyretti. Bir şeyler mırıldandıktan sonra oğluna seslendi:
—Oğlum Ahmet, ge otu yanıma bakam. Soluklan bakam yeğidim. Gan ter içinde galdın emme yaa… Bizim işler böyledir yaa, accıık dinlenem, yökleriz gene. Ge bakam ge, sene deyeceklerim va…
Ahmet biraz şaşkın, biraz da sıcağın getirdiği gölgeye kaçma isteğiyle babasının dizinin dibine hemencecik çöküverdi. Tam konuşacağı anda babası, aklına bir şey gelmiş olacaktı ki ona telefonunu uzatarak yeniden konuşmaya başladı:
—Bak ne deyecen sene. Bi resmimizi çek de feyse goyuve, arkedeşler gösünle. Ben bi türlü beceremeyon şu zımbırtıyı gullenmeyi.
Oğlan gülümseyerek ve aynı babasının konuştuğu gibi söze koyuldu:
—Tamam buba, istesen öğreten ben sene. Çok zor bir şey değel zâten.
Adamın gözleri bir çocuk sevincinde parlıyordu, Ahmet de çok sevinmişti bu duruma:
—Sahi mi deyon, öğret yaa. Gayen herkesle orda bi şeyle payleşiyo, ben de bu yarım okumeynen beceremeyon yaa işte.
—İyi yaa işte sende örenecen artık. Sen ne deceğdin bene. Hayrola inşaallah?
Hüseyin ağa ne diyeceğini unutmuş, konuşmaya dalıp gitmişti. Ara sıra duraklayarak konuşmaya devam etti:
—Doru ya len, yaşleniyon gayen. Neyise, senin adın nerden geliyo bildin demi. Hani güccükken anlatıveridim sene. Hee şimidi gene anlediveren, bene de bubam anlattıydı senin yaşındeyken. Gulaklarını dört açta beni dinleyiver hele Burda, aha şu yokarözün oralada bir değermen va, bildin demi. Heh işte o değermen çoğ çoğ eskiden çalışırmış, ben bile hatırlemeyon emme çalıştığını. Öne yaaa şimidi goca goca fabrikeler va yaa, ehtiyaç galmadı gayen onlara. Neyise, heh işte o değermenin sahabının bi denecik oğlen evladı varımış. Günleden bi gün böyük bir saveş çıkmış balkanla denilen yerde. Eskiden bizimmiş bütün orala, öne ki çok gözelimiş o toprakla. Neyise, bi gün zabitle gelmiş köye, saveşe gitcekleri toplayıvemiş. Aralarında Ahmet adında bi oğlande varımış. Bu oğlen değermenin sahabının oğuluymuş. Neyisee… Bu oğlen gitmiş balkanda düşmanınan saveşmiş. Sona balkanlada saveş bitince İstanbul’da vazîfeli imiş. Derken cihan harbi patlak vemiş onu Çanakkale cepesine göndemişle, cihan harbi bitince memleketine bura göndemişle onu. Yılla boyu memleketi için cepeden cepeye goşmuş. Dile golay on beş sene… Ve en sonunda cehennem gönlerini gıskandıracak gurduluş saveşi gelip çatmış. Gevur dibimize gadar gelmiş. Canımıza, ırzımıza göz diken gevurun elleri bizi boğmaya galkmış. Bu ilk saveşe gittiğinde gencecik olan oğlen, sıcak yateğinde yatamamış. Dededen galma tüfengini gapar gapmaz kurtuluş saveşine gatılmış. Neyise, bi gün on adamlık grubuynan, bi Yonan generalin peşine düşmüş. Geziniken geziniken yakınlada sesle işitivemiş. Cebinde ki bombeyi çıkarıp, pimini cekivemiş. Kalabalığın arasına bi anda dalıvemiş. Bizim Ahmet Çavuş, dutmuş adamları golundan, zorunan bizim eskerlerin yanına götürmüş. Bi de bakmışla ki esirleden biri Yonan generali imiş! Saveş sonunda esir generalin kıyafetleri ona verilmiş. Sonra göğsünde övüncünen daşıyacağı İstiklâl madalyasını. Onu bi kez gördüm, çok güccüğüken. Hayal meyal hatırleyon emme… O zamanla bekçilik yapıyodu şeherde.
Uzaklara daldı Hacı Hüseyin. Teri henüz soğumuş bedenini ayaklarından başlayarak tüm vücuduna yayılan bir titreme almıştı. Ahmet’e dönüp şefkatle baktı. Kulpu kırık mavi termostan soğuk su istedi. Suyu içince cebindeki köstekli saate baktı ve:
—Haydi gidem. Terlemiz soğumadan galanları yökleyem.
Günlerdir aklından çıkmayan meseleyi anlatmaktan vazgeçmişti. Ahmet şaşkındı. Babasının bu anlattığı hikâyeyi çocukluğundan beri dinlemişti. İçine bir kurt düşmüştü artık. Ne yapıp edip öğrenmeliydi anlatmak isteyip de söyleyemediği şeyi. Yine de meselenin üzerinde fazla durmadı. Yakın zamanda öğrenecekti zâten. Sıcaktan epey bunalmıştı. Bir an önce gitmek istiyordu. Kalan eşyaları hızlıca yükleyip evin yolunu tuttular. Ahmet’in eve gidince ilk işi yıkanmak oldu. Refik’le buluşacaktı. Daha birkaç saat daha zamanı vardı. Köyün sokaklarında gezmek için dışarıya çıktı. Sağda solda kazlar ve tavuklar eşeleniyor, lezzetli böcekler arıyorlardı. Evlerinin iki sokak yukarısında köy meydanı vardı. Oraya doğru yürüyorken dikkatini bir şey çekti. On dört on beş yaşlarında bir çocuk yerde uzanmış yatıyordu. Yardım etmek için hemen yanına koştu. Telaşlanmıştı. Tam çocuğun yanına geldiği sırada dört çocuk daha ansızın ortaya çıkıverdi. Yerde yatan çocuk ayağa birden zıpladı kalktı. Arkadaşlarına dönüp:
—Oldu mu len? Çekebildiniz demi len? Eyi rol yaptım emme. Süleyman şimdi sıra sende, hadi bakam. Yap bakam şovunu, dans edecedin.
O sırada Ahmet ise durumu yanlış anladığı için biraz bozulmuş ve şaşırmıştı. Çocukların ellerinde telefonları ile yaptıkları şey, bir film setini aratmayacak ciddiyetteydi. Ahmet onları izlerken, çocuklardan biri yabancı bir şarkı açmıştı. Şarkının ritmi sürekli inişler ve çıkışlar yapıyordu. Süleyman başladı dans etmeye, o anda onun için gerçek dünyanın bir anlamı yok diye düşündü Ahmet. Sâdece o değil diğerleri içinde bu geçerliydi. Şehirde buna benzer sahneler yaşanıyordu ama Ahmet kendi köyünde bu sahneye rastlayacağını hiç tahmin etmiyordu. Çocuklar kendilerini öylesine kaptırmışlardı ki onun varlığından haberdar olmadılar bile. Sonra başka bir sahneye geçtiler. Bu sefer başka bir şarkı çalıyordu. Yine yabancıydı. Bu seferki daha dramatikti. Ahmet bu tabloya daha fazla tahammül edemedi. Niçin mi? İnsan için en değerli mefhum zaman kavramıydı. Ve ne yazık ki memleketin dört bir yanı tüketmek üzere kurulmuş düzenin oyununa uyan ve böylelikle zamanını heba eden çocuklar, gençler ve yetişkinlerle doluydu. Ne sokakta çocuklar oynuyor ne de misâfirliklerde doyumsuz sohbetler gerçekleştiriliyordu. Uzaklarla iletişim artarken, yanı başındakinden uzaklaşıyordu insanlar. Ahmet bunları düşünürken vakit bir hayli geçmişti. Refik’le buluşacağı saat gelip çatmıştı. Çocuklara selâm verip, yoluna devam etti.
Devamı gelecek sayıda…
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.