Sultan Alparslan’ın ebedî yurt olarak Türk milletine armağan ettiği, Anadolu’nun batı kısmına gelip Bilecik Söğüt’e Ertuğrul Bey liderliğinde dört yüz çadırlık bir oba olarak yerleşen Kayı Beyliği; (Kayı Obası) bu obadan inancı, îmânı ve azmiyle 13. yüzyılın sonunda târih sahnesine yeni bir Türk devleti ortaya çıkarmayı başarmıştır. Bu bir mûcizedir. Bu geleceğe dönük bir müjdedir. Bu gerçekten o dönemin şartları göz önünde bulundurulduğunda küçücük bir obanın görünürde sâdece kendi başına bu işi başarması neredeyse imkânsız olanın mümkün hâle getirilmesinin en güzel örneğidir. Türk milletinin; îmânının, inancının ve azminin bir zaferidir. Artık Oğuz soyu, Osman Bey liderliğinde dünya üzerinde en uzun soluklu ve târihte de derin izler bırakacak olan Osmanlı Devleti’nin (İmparatorluğu’nun) temellerini atmış ve devletini kurmuştur. Osman Bey’in liderliğinde Söğüt’te temelleri atılan ve kurulan bu devlet; 15. yüzyılın ortalarına gelindiğinde kuruluşunun üzerinden yaklaşık yüz elli yıl geçtikten sonra Osmanlı hânedanının genç pâdişahı Sultan Mehmet de tıpkı ataları gibi inancı, îmânı ve azmiyle o zamana kadar dünya târihinin en uzun ömürlü imparatorluklardan biri olan ihtişamlı Doğu Roma İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmıştır. Konstantiniyye’yi, diğer bir ifâde ile İstanbul’u 29 Mayıs 1453 târihinde fethederek bu imparatorluğu târih sahnesinden silmiştir. Artık Doğu Roma (Bizans) yoktur. Târihin tozlu sayfalarındaki yerini almıştır. Genç pâdişah, döneminin en önemli imparatorluklarından birini ortadan kaldırırken Oğuz soyunun kurmuş olduğu devlet de bir imparatorluk hâlini almıştır. Fethi gerçekleştiren genç pâdişah ise artık çağ açıp çağ kapayan cihan pâdişahı Fatih Sultan Mehmet Han olmuştur.
Târihçiler ve İslâm âlimleri, İstanbul’un fethinin Müslümanlar için bu kadar önemli olmasının nedenini Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) “Konstantiniyye (İstanbul) elbet bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan onu fetheden asker ne güzel askerdir.” şeklinde buyurduğu hadîs-i şerif olduğunu beyan ederler. Türk milleti de buna bu şekilde inanmış, kutlu peygamberin sözünü buyruk telakkî etmiştir. Onun içindir ki genç Fatih, inandığı İslâm dininin peygamberinin bu hadîs-i şerifinde geçen müjdesine nâil olabilmek, İstanbul’u ele geçirmek ve fethin gerçekleşmesi için devletin ve milletin maddî mânevi tüm imkânlarını seferber etmiştir. Osmanlı Devleti, onun genç pâdişahı Fatih Sultan Mehmet Han ve Türk milleti için fethi önemli kılan şeylerin en başında Peygamber Efendimiz’in bir hadîs-i şerifinin olması, îmânın ve inancın genç pâdişah ve ordusu için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu, Hakk’a ve hakîkate inanan bir milletin, onun askerinin neleri başarabileceğini ve başardığının en güzel örneklerindendir. Karadan ve denizden imparatorluk merkezi olan Konstantiniyye (İstanbul) kuşatılmıştır. Muhâsara altında iki aya yakın bir zaman geçmiştir. Fakat fetih bir türlü gerçekleştirilememektedir. Muhtelif kaynakların belirttiğine göre Bizans’a yardıma gelen Ceneviz ve Venedik gemilerine Osmanlı donanması engel olamayınca harbin seyri bir ara Osmanlı Devleti’nin aleyhine dönmeye başlar. İstenilen sonucun elde edilmesinin yâni fethin gerçekleşmesinin uzaması üzerine genç pâdişah Fatih Sultan Mehmet Han, ordusuna Osmanlı Devleti’nin yetmiş iki parça kadırgadan oluşan donanmasını karadan Haliç’e indirilmesi emrini veren veciz ve etkili konuşmasını yapar. Burada kumandanları ve ordusuna dönerek “Biz peygamber müjdesini gerçekleştirmeye geldik. Biz Sultan Murad Han oğlu Mehmet Han’ız. Allah’ın izni ve yardımı ile imkânsızı mümkün yaparız. Davranın, amele bulun, usta bulun. Dolmabahçe’den Beyoğlu sırtlarına doğru geniş bir yol açın. Yol boyunca kızakları döşeyin. Cenevizlilerden yağ alıp kızakları yağlayın. Ama çok gizli tutun, Bizans bu durumu fark etmemeli.” der. Bu konuşmadan da biz, genç pâdişah Fatih Sultan Mehmet Han’daki İslâm inancının ne kadar güçlü olduğunu, peygamber sevgisinin de ne kadar ulvi olduğunu görüyoruz.
Genç pâdişahın ordusuna karşı yapmış olduğu bu etkili konuşma sonrasında gerekli tüm hazırlıklar yapılarak donanma karadan Haliç’e indirilir. Sonrasında ise bilindiği üzere târihin seyrini değiştirecek olan bu fetih gerçekleşir. Pâdişah da ordusu da târihe İslâm dininin peygamberi Muhammed Mustafa’nın (s.a.v), son peygamberin müjdesini gerçekleştiren; Peygamber Efendimiz’in “O, ne güzel kumandan ve o, ne güzel askerdir.” sözlerindeki güzel sıfatlara sâhip olan kumandan ve askerler olurlar. Adı güzel, kendi güzel görklü Muhammed’in (s.a.v) buyruğunu yerine getirerek güzel müjdesine nâil olurlar. Târihin şanlı, şerefli sayfalarının en güzel yerlerinde taht kurarlar. Türk milletinin gönlünde, kıyamete dek hiçbir zaman silinmeyecek olan yerlerini de böylece alırlar. Yâni bir taht da milletinin gönlünde kurarlar. Ne mutlu onlara ki bu şanlı târihin hiçbir zaman unutulmayacak kumandanı ve askeri olurlar. Allah onlardan râzı olsun. (âmin.)
Bu devletin kuruluşu da fetihleri de hep bir îmânın, inancın ve azmin birlikte yoğrulmasıyla meydana gelmiştir. Neden İstanbul (Bizans) diyecek olursak; bunun en baştaki nedeninin Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerifi olduğunu belirtelim. Başkaca da askerî, iktisâdi ve siyâsî sebepleri vardır. Devletin birliğinin sağlama alınması ve gelecekte yapılacak olan fetihlerin önündeki engelin, engellerin ortadan kaldırılması vb. gibi birçok sebep sayabiliriz. Ortaya koyduğumuz ve tek tek saydığımız bu sebepler, fethin gerçekleştirilmesi için yeterlidir. Ama bunların dışında bir sebep olmalıydı. Bence başka bir sebep vardı ki tüm bu sayılan hedeflerin önüne geçmektedir diye düşünüyorum. O sebep ise Türk milletinin o zamana kadar dünyaya katmış olduğu şeylerin kendisine yetersiz gelmesi; daha fazla şey yapma, daha fazla şey katma arzusudur. Bilinen dünyanın dört bir yanında yaşadığı engin târihî tecrübeleri, onu kabına sığamaz bir hâle getirmiştir. Nasıl ki kabına sığamayan bir nesne herhangi bir şey, taşarak başka şeylerin oluşmasına zemin hazırlar ise kabına sığamayan bu millet de yeni bir şeyin ortaya çıkmasına vesîle olmalıydı ve bunu da bizzat kendisi gerçekleştirmeliydi. Geriye dönüp baktığımızda, Türk milletinin târih sahnesine çıktığı andan îtibâren fethin yapıldığı târihe kadar geçen zaman diliminde dünyaya, yâni yaşadığı dönemlerdeki, coğrafyalardaki toplumlara çok şey katmış olduğunu; onlardan da çok şey almış olduğunu görmekteyiz. Yapılan bu askerî, kültürel, ticârî, sosyal, hukukî, ilmî vb. alışverişler; netice îtibâriyle bu milletin her alanda zâten zengin olan kültür yapısını daha da zenginleşmesine katkı sağlamıştır. Türk milleti, işte bu zenginleşme ile içinde yaşadığı dünyaya, insanlığa yeni şeyler söylemeli ve de yapmalıydı. Bunun her açıdan zamanı gelmişti.
Türk milleti ne yapacak ise yapılacak olanın, meydana getirilecek ya da ortaya konulacak olanın; daha kendine has, daha kendinden ve kendisinin izleriyle olmalıydı. Kendinden öncekilerin yapmış olduklarından veya kendisinin ortadan kaldırmış olduğu imparatorluğun vaktiyle insana, insanlığa sunduğundan; meydana getirdiklerinden daha iyi, daha güzel, insan onur ve şerefine daha uygun, daha insanca olmalıydı. Yâni kısaca fıtrata (yaratılış) da daha uygun olmalıydı. Bu ise Türk milletinin kültür ve karakter yapısından ortaya çıkarılmalıydı. Milletin yaratılışında zâten var olan güzel hasletlerin; iyiliklerin, sevginin, hoşgörünün, güzelliklerin ve en önemlisi âdalet duygusunun ortaya çıkardığı harsla olmalıydı. Tüm bu sayılan hasletlerle bilgi birikimi ve târihî tecrübenin üzerine Türk’ün İslâm ile de yoğurup meczettiği, bütünleştirdiği kültürün bir ürünü şeklinde, onun yansıması hâlinde olmalıydı. Yâni İstanbul merkezli bir Türk – İslâm medeniyetinin temellerinin atılması şeklinde olmalıydı. Ve bunun sonrasında da işte bu temeller üzerinde mîmârîden mûsikîye, eğitimden sağlığa, sosyal yaşamdan ticârî hayâta, yönetim şeklinden dînî hayâta ve bunlar gibi daha birçok alanda yeni bir medeniyetin ortaya çıkmasına, yeşermesine, gelişmesine sebep olmalıydı. Günümüzden geriye doğru dönüp baktığımızda târihçilerin ve ilim adamlarının bugün böyle bir medeniyetin, Türk – İslâm medeniyeti diye adlandırılan medeniyetin, varlığını kabul ettiklerini ve bunu teyit ettiklerini görüyoruz. Bu ise hedeflenenin ve istenilenin gerçekleşmiş olduğunun bir belgesi ve kanıtı olsa gerektir. Ne mutlu Türk milletine ki kendine âit olan, İslâm ile de bütünleştirdiği kültürüyle insanlığa Türk – İslâm medeniyetini armağan etmiştir.
Artık vatanlaştırdığımız coğrafyalarda bizim medeniyetimizin mührü olmalıydı, bunun zamanı gelmişti. Bunu Türklük adına, İslâm adına yapmalıydık ve tüm yurdu, medeniyetimizin maddî, mânevî en güzel eserleriyle süslemeliydik. Yaptığımız ve yapacağımız bu yapılar, birer sanat eseri olmalı; yüzyıllar sonrasında görenlerde de hayranlık uyandırmalı ve o hayranlık hisleriyle bunları izlemeliydi. Yolunda yürüyenlere, yürürken; huzuru, mutluluğu, dinginliği ve ferahlığı veren, salını salını gezilen güzelim sokakları olmalıydı. Kilometrelerce uzaklardan suların getirilmesi için yapılan metrelerce yükseklikteki su kemerleri; ihtişâmın, azmin, çalışkanlığın, estetiğin sembolü olmalıydı. Şehirlerin içlerine yapılan görkemli sanat eseri, zarâfetin sembolü sebil çeşmeler olmalıydı. Temizliğin sembolü, aydınlık kubbeli hamamlar olmalıydı. Aradığınız her şeyi aynı çatı altında bulabileceğiniz ticâretin merkezi, günümüzün modern alışveriş merkezlerinin yüzyıllar öncesindeki atası, örneği yapılan çarşılar olmalıydı. Baktığımız zaman tüm görkemiyle izlediğimiz ama bir o kadar da sâdeliğin ve zarâfetin timsâli saraylar olmalıydı. O zamana kadar mevcut olanların ve bilinenlerin dışında olan, insan ihtiyacı için her şeyin düşünüldüğü ve merkezinde îmânın, inancın sembolü olan câminin yer aldığı, içerisinde medreseler, Saraçlar Çarşısı, hamam, dârüşşifâ (hastâne), tabhâne (konuk evi- dinlenme yeri), imâret (yemekhâne), kütüphâne, kervansaray, sıbyan mektebi (ilkokul), han ve türbelerden meydana getirilmiş; böylesinin görülmediği bugün bile devâsa denilebilecek büyüklükte bir yapı olan, günümüzde kompleks şeklinde yapılar diye adlandırılan dev yapıların atası, ilk örneği Fatih Külliyesi olmalıydı. İmparatorluğun sınırları içerisinde yaşayan tüm toplumların kendi inanç ve örflerine göre yaşamaları, kendi hukuklarının tatbik edilmesi de bizim hoşgörümüzün, medeniyetimizin diğer bir örneği olmalıydı.
Türk – İslâm medeniyetinin temelini oluşturan, her kesimden ihtiyaç sâhiplerinin, hem de en ince düşünceyle ihtiyaçlarını gidermek amacıyla oluşturulan; bir elin verdiğini diğer elin bilmediği, gözle görülmeyen ama gönüllere; umut, kardeşlik, sevinç ve huzur dolduran o vakıflar olmalıydı. İşte yeni oluşturulan medeniyetin en güzel örneklerinden, annelerinin alışveriş için verdiği parayı kaybeden çocukların mahcûbiyetini ve hüznünü ortadan kaldırmak için kurulan, meyve yeme imkânı bulamayan fakirler için kurulan, yetim çocukların okul masrafını karşılamak için kurulan, et yiyemeyen yoksulların et yeme ihtiyacını karşılamak için kurulan, öğrencilere bayramlık elbise almak için kurulan, yaz geldiğinde yetimlere yazlık elbise almak için kurulan, evlenme çağına gelmiş fakat çeyiz yapamamış fakir genç kızların çeyizleri için kurulan, mahallede bulunan fakirlerin durumunu gözetmek ve ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan vakıflar bunlardan sâdece birkaçıdır.
İstanbul (Konstantiniyye) yüzlerce yıldır Türk milletinin yurdu olmuştur. Bir yurt edinmenin, bir yurda sâhip olabilmenin bedelini çok iyi bilen Türk milleti, o bedeli kanlarıyla ödeyerek uçmağa vararak yüzlerce yıl önce bizim adımıza ödemişlerdir. Allah onlardan râzı olsun. (âmin.) Yurt tuttuğumuz, vatanlaştırdığımız bu coğrafyanın sonsuza dek bize âit bir yurt, bir vatan olmasını istiyorsak; biz ve bizden sonra gelecek olan bu kutlu milletin kutlu nesilleri de hiç düşünmeden hiçbir tereddüde mahal vermeden atalarımızın ödediği bedeli ödemeye, her an hazır olmalıdır. Çünkü acılarla ve çilelerle yoğrulmuş, ulu bir Türk anasının dediği gibi: “Bu topraklarda asla yenilmeyeceksin evlât.” Nice fetihlere erişmek dileği ile İstanbul’un fethinin 568. yıl dönümü milletimize kutlu olsun.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.