“Ben iki yaşında babasız kaldım. Bütün çocukluğum ve gençliğim korkunç bir hastalığa ve fakirliğe karşı mücâdele içinde geçti. Kimsesiz, sıhhatsiz,  parasız ve tahsilsiz kaldım. Orta sekizden yukarı okul görmedim. Hastalık, cehâlet ve sefâlet ejderleri ile boğuştum.” (1)

Diyen mütefekkir ve yazar Peyami Safa kendini, kendi kelimeleriyle böyle anlatırken sanki Prof. Ali Nihat Tarlan’ın şu sözünü açıklayan bir metni kaleme almış gibidir: “İnsan tefekkürünü saâdetler uyutur, felâketler yaşatır.

Karanlık bulutların arasından sıyrılıp çıkan ve değdiği her noktayı aydınlatan bir güneş gibi Peyami Safa da sıkıntılarla dolu bir hayâtın önüne çıkardığı bin türlü engeli aşarak fikir ve sanat dünyâmızda eserleriyle kendinden söz ettiren nâdir insanlardan biridir. Altmış iki yıl süren ömründe tıptan psikolojiye, sosyolojiden târihe,  felsefeden edebiyata kadar hemen hemen her alanda müthiş bir iştahla okuyup kendini beslemeyi bilen Peyami Safa, örnek alınacak idealist bir insandır. Gelin bu, ‘altın beyinli adamı’ biraz daha yakından tanıyalım.

Peyami Safa 1899 yılında İstanbul’da doğdu.  Annesi Server Bedia Hanım, babası Muallim Naci’nin taktığı “Şâir-i Maderzâd” lakabıyla  yâni anadan doğma şâir, diye tanınan İsmail Safa’dır. İsmail Safa, Trabzonlu şâir Mehmet Behçet Efendi’nin oğludur. Bu âilenin temeli yazarlık ve şâirlik üzerine oturmuştur âdeta. Bir amcası Ali Kâmî Akyüz yazar, bir diğer amcası Ahmet Vefa ise şâirdir. Ağabeyi İlhami Safa da yazar ve gazetecidir. Peyami Safa’nın asıl adı Osman Peyami’dir ve bu ismi ona babasının yakın dostu şâir Tevfik Fikret koymuştur.  Babası İsmail Safa, Sultan Abdülhamit tarafından Sivas’a sürülmüş ve orada vefat etmiştir. Başını Tevfik Fikret’in çektiği bir kısım aydın ki içlerinde İsmail Safa da vardır, sırf Abdülhamit’e muhâlif olmak için Abdülhamit’in İngilizlerin kontrolündeki Güney Afrika’daki sömürgeleri destekleyen politikasına da karşı çıkmıştır. Bunun üzerine İngiliz emperyalizmine alkış tutan aydınlar pâyitahttan uzaklaştırılmaya başlanmıştır. İsmail Safa da Sivas’a sürülmüştür. Burada on ay içerisinde babasını ve kardeşini yitiren Peyami Safa ve âilesi, târifi imkânsız bir yokluk ve yoksullukla karşı karşıya kalmışlardır.  İstanbul’a döndüklerinde onlara amcalarından daha ziyâde babalarının arkadaşı Dr. Abdullah Cevdet yardımcı olmuştur. Abdullah Cevdet’in Peyami Safa’nın hayâtındaki yeri ve önemi çok büyüktür. Öyle ki Abdullah Cevdet’in ona sünnet hediyesi olarak getirdiği Petit Larousse’u (Fransızca ansiklopedik sözlük) yutarcasına okuyan Peyami Safa, bu kitap sâyesinde kendi kendine Fransızca öğrenmeye başlar ve bir zaman gelir ki mekteplerde ders kitabı olarak okutulacak olan Fransız gramerini yazar.(1942)

Henüz dokuz yaşındayken sol kolunda başlayan mafsal iltihabı denilen bir hastalık yüzünden kendini birden doktorların, hasta bakıcıların, ilaç; kokularının, psikoloji ve tıp kitaplarının arasında bulur. Bu hastalık onu, on yedi yaşına kadar acılar ve psikolojik buhranlar içinde bırakır. Fakat bu sıkıntılı devreyi de kendi lehine çevirmeyi bilen Peyami Safa, tıp alanında söz sâhibi olacak derecede bilgiye ulaşır. Burada sözü Prof. Dr. Ayhan Songar’a bırakalım:

“Üstâdın bilhassa nöroloji ve psikiyatri şubelerinde bilgisi, seziş ve kâbiliyeti gerçekten engindi. Bir ara eşim tromboflebit denen ağır bir hastalığa yakalandı. Bacağındaki bir damarın tıkanması sonucunda bir pıhtı da akciğerlerinde tıkanmaya sebebiyet vermişti.  Çok sıkıntılı karanlık günlerdi…  Bir akşam biraz teselli almak için Peyami Bey’e gittim. ‘Senin derdin ne, pek sıkıntılı görünüyorsun?’ dedi. Kendisine eşimin hastalığından bahsettim. ‘Ne yapıyorsunuz, hangi tedâvileri tatbik ediyorsunuz?’ diye sordu. Ateşini düşürmek için penisilin tatbik ettiğimizi söyledim. Birdenbire hayretle gözleri açıldı, ‘Sizlerde hiç hekim kafası, mantıklı düşünce, yeni literatürü tâkip yok mudur?’ dedi.  ‘Penisilin kan pıhtılaşmasını arttıran bir maddedir… Penisilin, tromboflebit için bir ilâç değil, aksine, bir zehirdir.’

O gün hemen penisilini kestik, iki günde ateşi düştü ve bir hafta sonra eşim ayağa kalktı.”(2)

Prof. Dr. Ayhan Songar’ın anlattığı bu olay bize, Peyami Safa’nın hakikaten Vecdi Bürün’ün söylediği gibi ‘altın beyinli bir adam’ olduğunu göstermeye yetmiyor mu? (3)

On Üçünde Memur, On Beşinde Muallim…

“Dokuz yaşında başlayan bir hastalık  ve on üç yaşında başlayan hayâtımı kazanmak  zarûreti beni edebiyattan evvel, kendimi anlamaya ve yetiştirmeye mecbur bir küçük insanın tamamıyla hayâtî zarûretlerden doğma bir terbiye, psikoloji ve felsefe tecessüsü ile doldurdu. On dokuz yaşıma kadar hem kendime hem de muallimlik ettiğim mekteplerde çocuklara bir rehber olarak  yaşadım. ‘Harbiumumi’ Birinci Dünya Savaşı, ortasında on beş  yaşında muallimlik ediyordum.” (4)

Evet, Batı’da böyle insanlara ‘otodidakt’ denir. Yâni kendi kendine öğrenen, kendini yetiştiren, kendi kendini inşâ eden insana denir. İşte bu târife tıpatıp uyan bir insandır Peyami Safa.

Vefâ Îdâdîsi’nden ayrıldıktan sonra evini idâre etmekte sıkıntı çeken annesinin yükünü hafifletmek niyetiyle Posta-Telgraf Nezâreti’ne mürâcaat eder. Dökülen elbiseleri ve delik pabuçlarıyla acınacak bir vaziyettedir. Nezâretteki  görevliler, o yaşta bir çocuğun büyük bir iştiyakla çalışma arzusu göstermesini hayret ve takdirle karşılayarak imtihan olması gerektiğini, kazandığı takdirde işe girebileceğini söylerler. Henüz on üç yaşındadır. Sınavı kazanır, işe başlar. İşe başladığının ilk günü, çalışacağı odaya girdiğinde odadaki memurların hep birlikte söyledikleri ya da fısıldadıkları bir sesle karşılanır:

“Sab şif hayus!”

O da cevap verir:

“Sab şif hayus!”

Yâni “Sabah şerifler hayrolsun!” demekmiş. Demek ki o yıllarda da kelimeleri kesip biçmek, kısaltarak söylemek modaymış… (5)  Posta-Telgraf Nezâreti’ndeki bu yedek memûriyet, yevmiyeyle çalışma hayâtı iki yıl kadar sürer. On beşine geldiğinde muallimlik için mürâcaat eder.  Boğaziçi’ndeki Rehber-i İttihad Mektebi’ne muallim olarak girip ilk sınıflara ders vermeye başlar. Bu olayı kendisi şöyle anlatır: “Mektep müdürünü bir handa buldum. Beni görünce gülerek ‘Siz çok küçüksünüz, sizi muallim değil, îdâdîye talebe bile alamayız kanuna muhâlif.’ dedi. Fakat adamcağız orijinal işler yapmayı severmiş, bizi  yüz on kuruş aylıkla muallim yaptı.” (6)

Zorluklar karşısında pes etmeyen irâdesiyle hayâtının her diliminde her zaman bir şeylerle göğüs göğse çarpışa çarpışa zirvelere tırmanan Peyami Safa, henüz kendisi terbiye edilecek çağdayken birilerini terbiye etmek mecbûriyetinde kalmış ve bunda da başarılı olmanın yolunu bulmuştur. Yol: Okumaktan, araştırmaktan ve karakterini terbiye etmekten geçmektedir.

On Dokuzunda Kalemiyle Baş Başa Kalan Adam…

Öğretmenliği dört yıl sürer. 1918 yılında öğretmenlikten ayrılır ve hayâtının sonuna kadar artık asla terk etmeyeceği kalemi ile baş başa kalır. On beş yaşındayken hikâyeler yazmaya başlayan Peyami Safa, ilk romanını, “Sözde Kızlar”ı yirmi ikisinde, son kitabı “Mistisizm”i altmış ikisinde yazdı. Matbuat artık onun tek ve yegâne dünyâsıdır. Hiç durmadan yazacaktı. Yakup Kadri onun için “Bize bir üslup getirdin.” diyecek, Yahya Kemal Beyatlı ise “İsmail Safa’nın en güzel eseri Peyami’dir.” diyerek onun okunması, incelenmesi gereken bir eser olduğunu îlan edecekti. Kırk iki yıl süren yazı hayâtındaki mesâisi öyle pek de rahat denilecek düzeyde değildi. Çalışma şartları son birkaç yıl hâriç, epeyce zahmetliydi; fakat o, durmadan yazdı… Devrin Hâce-i Evvel’i Ahmet Mithat Efendi gibiydi eserlerinin sayısını bilmek bile zordu. Romanlar, hikâyeler, sosyal ilimlerle ilgili eserler, biyografiler, denemeler, ders kitapları, yükünü omuzlarında taşıdığı dergiler sonra gazeteler, fıkralar, makaleler ve hatta piyes bile yazdı. Kimseye muhtaç olmadan yaşamaya çalışan keskin bir kalemdi. Bu keskin kalem, “kalem kavgaları”nın da şâhı idi.

Meselâ, Peyami Safa 1920’de bir yazısında Cenap Şahabettin’in “Küçük Beyler” isimli oyununu tenkit edince bu işe epeyce köpürüp taşan Cenap Şahabettin, Peyami Safa’ya “Yetîm-i Safa değil yetîm-i zekâ.” diyerek işin içine babasını da katarak yüklenir. Ancak Peyami Safa kendinden oldukça emindir ve üstüne üstlük verdiği cevapla küçük bir ders bile sunar üstâda: “Kelime oyununuzu parlak bulmadım. Seci arıyorsan yetîm-i Safa’ya, yetîm-i kafa daha uygun düşer.” demiştir. (7)

Tabiî Peyami Safa, bu kavgaların âlâsını asıl, şimal rüzgârlarının esintileriyle ülkemizde fırtınalar koparmaya çalışan orak çekiç sevdâlı yazar ve çizerlerle yapmıştır. “Putları Yıkıyoruz” diyen Nâzım Hikmet ve şürekâsının karşısına polemikte bileği kolay kolay bükülmeyen Peyami Safa çıkar. Hayâtın cilvesine bakın ki bir zamanlar aynı dergilerde, gazetelerde buluşan bu yazarlar ne gariptir ki savundukları fikirlerinden dolayı birbirleriyle vuruşmaktan da çekinmezler. İşte ilginç bir örnek: Peyami Safa meşhur eseri Dokuzuncu Hâriciye Koğuşu’nun ilk baskısını Nâzım Hikmet’e ithaf etmiştir. Sonra da onunla edebiyat târihimize geçen ünlü kalem kavgalarını yapmıştır.

Server Bedi’ den Peyami Safa’ya

Peyami Safa, Babıali’ye adım attıktan sonra, hayâtını gazetecilik ve yazarlık dışında başka bir işten kazanmayı asla düşünmemiştir. Hâl böyle olunca, Peyami Safa da geçinebilmek için zaman zaman yazdığı ucuz aşk ve polisiye romanlarında ‘Server Bedi’ müstear adını kullanmıştır. Bu durum böylesine muhteşem bir yazar için aslında tam bir trajedidir. Çünkü durmadan yazmak, hatta nefes almadan yazmak düşünen, yazan bir kafa için ne amansız bir cenktir…

Burada hemen sırası gelmişken bu konuyla ilgili Necip Fazıl’ın yaptığı espriyi nakletmemiz anlatmak isteğimizi en öz ve en kalıcı şekilde ifâde eder:

– Nerede kalıyorsun?

– Peyami’de.

– 0 nerede oturuyor?

– Server Bedi’nin evinde. (8)

Merve Safa, Artık Demir Almak Günü Gelmişse Zamandan…

Peyami Safa, Nebahat Hanım’la evlenmişti. Ondan Merve adlı bir oğlu vardı. Askere giden Merve Erzincan’da bir köyde yedek subay öğretmen olarak askerliğini yaparken geçirdiği bir hastalık sonucu askerlikten terhis belgesini alamadan hayattan terhis olur.  Bu felâket haberi üstâda duyurmak vâzifesi de Prof. Dr. Ayhan Songar’a düşer. Hemen Peyami Safa’nın evine gider.

“Merve hasta imiş… Ama çok hasta imiş… Diye gevelemeye başladım. Bugün gibi hatırlıyorum. Aynen hâdiseyi anlatacağım. Odanın köşesinde kapağı kapalı, Merve’nin piyanosu duruyordu. Tam bu konuşmaları yaparken piyanonun tuşlarına sanki birisi basıyor gibi tın tın sesler çıkmaya başladı. Peyami Bey, sözümü tebessümle keserek ‘Üzülmeyin, Merve artık bu dünyâda değil, bakın kendisi geldi. Haber veriyor, Allah rahmet eylesin.’ dedi.” (9)

Ergun Göze, Edirnekapı Şehitliği’ne giderken bindikleri otomobilde, bir akrabasıyla kendisi arasında oturan Peyami Safa’nın mezarlığa yaklaştıkları sırada Rıza Tevfik’in bir şiirini okumaya başladığını söyler:

“Her çehre bir hayâlettir, bu süreksiz rüyâda

Unut yavrum! Sen de unut! Bu ölümlü dünyâda.

Her cefâyı unutmaktır bizler için teselli,

Sonbaharın mâtemini gözlerimde okuma!” (10)

4 Mart 1961’de bütün dînî vecîbeleri yerine getirerek oğlunu toprağa veren ‘altın beyinli adam’ üç ay sonra 15 Haziran’da, bu ölümlü dünyâya vedâ eder.

 Ölürse Tenler Ölür Canlar Ölesi Değil…

Diyen Yunus Emre, nice nice çağları geride bırakarak bugün nasıl bizimle birlikte bu dünyâda yaşıyorsa Peyami Safa da fikirleriyle, romanlarıyla hatta Cingöz Recai ile aramızda yaşayacaktır. Çünkü o Türk gençliğine yol gösteren eşsiz bir deniz feneridir. Bakın “İstemek” adlı yazısında ne diyor:

“Hayvan iştahı, insan arzusu, millet ideâli nispetinde büyüktür. Ne istediğinizi söyleyin ne olduğunuzu haber vereyim. Bir darı tanesi mi istiyorsunuz? Siz bir serçesiniz. Bir kuzu mu istiyorsunuz? Siz bir kurtsunuz. Bir zafer mi istiyorsunuz? Siz bir kahramansınız. Câmianıza mensup olanları alabildiğine çoğaltmak mı istiyorsunuz? Siz bir büyük milletsiniz.” (11)

Unutmayınız:“İdealci devlet koyun sürülerinden kahramanlar yaratır. İdeâlsiz devlet,  kahramanları koyun sürüleri hâline getirir.”(12)

Kaynakça

(1) Ergun GÖZE, Peyami Safa, Kültür Bak. Yay. Ankara 1987 s. 115

(2) Türk Edebiyatı Dergisi, Haziran, 1982

(3) Vecdi BÜRÜN, Peyami Safa ile 25 Yıl, Yağmur Yayınları, İstanbul 1978 s. 186

(4) Ergun GÖZE, age. s.12

(5) Beşir AYVAZOĞLU, S. 54

(6) Beşir AYVAZOĞLU, age. s.55

(7) Beşir AYVAZOĞLU, age. s.67

(8) Beşir AYVAZOĞLU, age. s. 143

(9) Türk Edebiyatı Dergisi, 1982, Haziran

(10) Beşir AYVAZOĞLU, age. s. 497

(11) Peyami SAFA, Eğitim Gençlik Üniversite, Ötüken Yayınları, İstanbul 1976 s. 69

(12) Peyami SAFA, age. s.17

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.