Kısmen doğruluk payı olan çok meşhur bir laf vardır, Türkler târih yapar ama yazmaz diye.  Bâzı dönemler için bunu söyleyebiliriz fakat târihi anlatmada cevval olan birçok târihçimiz ve yazarımızın sayısı oldukça fazladır. Târihi; Hüseyin Nihal Atsız’dan, Osman Turan’dan, İbrahim Kafesoğlu’ ndan, İsmail Hami Danişmend ve daha nicelerinden okuyarak öğrenebiliriz. Bilinen başka bir şey var ki târihî metinler bize saf bilgi aktarırlar. O dönemde insanımız nasıl yaşardı, bu târihî olaylar yaşanırken arka planında ne vardı; Türk milletinin evlâdı içinden bu kahramanları çıkaracak hangi ferâsetlere sâhipti; insana, kâinata ve tanrıya bakış açısı neydi, bunları aktarmakla kalmayıp okurken zevk aldığımız, hayal gücümüzü güçlendiren eserler, târihî metinlerin yapamadıklarını yaparak bildiklerimizi kalıcı hâle getirirler. Târihî metinleri bir şehrin ana caddelerine benzetirsek târihî romanlara da bu caddelerin ara sokaklarıdır diyebiliriz. Bu ara sokaklarda gezinirken karşımıza muhteşem evler, bu evleri açacak “Kilit”ler, ulu çınarlar, pencerelerinde “Ebemkuşağı” çiçekleri olan “Konak”lar çıkar. Târihin güzel yanlarını anlamak ve hatta târihi sevmeyenlere sevdirmek için târihî romanlar biçilmiş kaftandır. Türk edebiyatında târihi anlatan metinler destanlardan başlayarak mesneviler ve halk hikâyeleri devam etmiş nihâyetini târihî romanla yapmıştır. Türk edebiyatında târihî roman serüveni oldukça uzun olmakla beraber bu serüvende adı bâzı yazarlarımız kadar ön plana çıkmamış bir hazînedir Mustafa Necati Sepetçioğlu…

Onun târihi yorumlamadaki başarısını okuyanlar daha yakından bilirler. Bu başarılara ve eserlerine değinmeden önce “Çağımızın Dede Korkut’u” denecek kadar güçlü bir söyleyişi olan büyüğümüzü kısaca tanıyarak yâd etmek gerekir. Mustafa Necati Sepetçioğlu, Tokat’ın Zile ilçesinde, Amasya Caddesi Sepetçi Sokağı 106 numaralı evde, 1932’de doğdu. İlk ve ortaokulu Zile’de; liseyi Sivas, Tokat, Bursa ve İstanbul’da okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi (1957). Okul arkadaşı Muazzam Gürşen Hanımefendi ile evlendi (1957). Yedek subay olarak yaptığı askerlik sonrasında İstanbul Adalar Belediyesinde (1959), başladığı memuriyet hayatını, Eminönü Belediyesi (1960-62), Kızılay Genel Müdürlüğü (1963), İstanbul SSK Hukuk İşleri Müdürlüğü (1963-66) şube müdür ve yardımcılıkları ile sürdürdü. SSK Şişli Hastanesi Müdürlüğü (1967), İstanbul Milli Eğitim Basımevi ve Derleme Müdürlüğü (1968-74) görevlerinde bulundu. İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü bünyesinde çalışırken emekli oldu (1976). Eserleriyle Türkiye Millî Kültür Vakfı ödülleri başta olmak üzere birçok ödül alan ve İLESAM Üstün Hizmet Beratı sâhibi olan (1994) Sepetçioğlu, ayrıca Atatürk Dil-Târih Kurumu Şeref Üyeliğine seçildi (1998). Mustafa Necati Sepetçioğlu, 8 Temmuz 2006’da İstanbul’da vefat etti.(1)

Hiç şüphesiz ki bir yazarı tanımak onun eserlerini okumakla olur. Kitabını okuduğumuz her yazarla aslında oturup sohbet ediyoruzdur. Sepetçioğlu’nun eserlerini okudukça aslında büyük bir sorumluluk ile sanatını icrâ ettiğini söyleyebiliriz. Roman uçsuz bucaksız bir deryâdır, her konuda yazılabilir fakat Sepetçioğlu târihî konuları bilerek ve isteyerek seçmiştir. İyi ki de seçmiştir çünkü yaşadığı dönemde ve kitaplarında konu ettiği târihî dönemler ve kişilerle alakalı Türk edebiyatındaki çok büyük bir eksikliği doldurmuştur. Kendisi bunu şu şekilde ifâde etmiştir: “Târihî roman yazmayı niçin seçtiğimi açıklayabilirim; Nihal Bey (Atsız)’in romanlarından sonra alanda büyük boşluk doğmuş, edebiyatımızın mühim bir kısmı, en ilmî kısmı kesintiye uğramıştı. Eğer biri ilgilenmezse bütün yabancı ideolojilerin eline geçecek ve târihimiz yalanlanacaktı. Kozanoğullları (Abdullah Ziya), Turhan Tanlar târihî roman yazıyorlardı ama bunlar hem edebî değillerdi hem de Atsız’ın kalitesinden çok uzaklardı… Bir ara Kemal Tahir gerek ‘Devlet Ana’ ve gerekse diğer eserlerinde târihî konu alan romanlar yayınladı. Ancak bu eserler târihî Marksist diyalektiğin ağzından anlatıyorlardı. ‘Devlet Ana’ edebî yönden ne kadar başarılıysa diğer yönlerden oldukça çarpıtılmıştı. Kemal Tahir, olayların Marksist açıdan, Marksist diyalektikten ele almış, kendi düşüncesi doğrultusunda tezler ileri sürmüştür. Dayandığı belgeler ise baştan aşağı çarpıtılmış belgelerdir ki hepsi de Fuat Köprülü tarafından çürütülmüştür. ‘Devlet Ana’ya göre ortaya Şarapçı Yunus tiplemesi çıkıyordu. Kuşkusuz Yunus’un şiirlerinde Kevser şarabı tâbirinden söz edilmiştir. Fakat o şiirlerde şarabın mânâsı ve verdiği mesaj Kemal Tahir’in anladığından çok değişikti. Kendimde bu antiteze karşı bir şeyler üretme isteği duydum. İlk çalışmam ‘Kilit’i yazdım. Amacım çarpıtılmış romana cevap vererek târihî roman öyle değil, böyle yazılır diyebilmekti.”(2)

Bu sözlerinden anlaşılacağı üzere târihî roman, yazarın ideolojisinden bağımsız olamaz. Bir bakıma târihî roman, yazarın târihi olayları kendi fikir sistemi süzgecinden geçirerek yorumlamasıdır. Sepetçioğlu romanlarını yazarken târihî olaylara sâdık kalmış, belgelere dayandırmıştır. Bunu yaparken roman sanatının hakkını vermeyi ise ihmal etmemiştir. Onun elindeki malzeme oldukça fazla ve sağlamdır. Bu malzemeyi yoğurmayı bilmiştir. O yaptığı işin şuurundadır ve şöyle ifâde etmiştir: “…. târihî romanı diğer romanlardan daha ilmî ve zor bir tür yapan araştırma kısmının çok büyük ciddiyet istemesidir. Târihî gerçeklerin dışına çıkamazsınız. Sizden o kadar ciddî kanıtlar bekler ki bunlara cevap vermek hiç de kolay değildir. Yazmak sorumluluktur, hele târih üzerine yazmak çok büyük sorumluluk… Her sayfa için on sayfa okuyup okuduğunuzu tartışmalısınız. Târihî romanlarımı tip, konu, dil, zaman bütünlüğü, coğrafya, mantık gibi unsurlara bağlı kalarak yazıyorum. Romana önce araştırmayla başlarım, yazacağım dönemle ilgili kaynakların hepsini okur incelerim. Sonra coğrafyaya vâkıf olmam lazım. Kilit ve Anahtar incelendiğinde eski İstanbul’un adım adım gezildiğini, coğrafî dengenin sağlandığını anlarsınız. Sonra karakterlerin millî bünyeye uygun olması gerekir. Hangi uyruğun, hangi budunun, hangi milletin insanını anlatacaksınız. O budun, o uyruk ve o milletin verilmesi gereken karakter özelliklerini, o karakterin yaşamış olduğu çevreden çıkarmanız lâzım gelecektir.”(3)

Sepetçioğlu’nun yazdığı dönemi büyük bir başarıyla gözümüzde canlandırabilmesinin ardında o dönemi çok iyi araştırmış olması, Türk edebiyatı ve târihi için yüklendiği sorumluluk bilinci ve Türk milletine olan tutkunluğu vardır. Türk târihini bir bütün hâlinde dile getirebilmek çok da kolay bir iş değildir. Türk târihinin bölük pörçük ele alındığı, köklerinden uzaklaştırılmaya çalışıldığı bir dönemde “Sonsuza Uyanan Taşlar” ve “Can Ocağında Pişen Aş” eserleri ile ne kadar eski ve köklü bir kültürümüz olduğunu, Türklerin Anadolu’ya nasıl bir kültürle geldiğini anlatmış ve gökten zembille inmediklerini kanıtlamıştır. Bu kültürün ve târihin sürekliliğini anlatma noktasında belli başlı târihî dönemleri seri romanlar hâlinde yazması onun târihimize, dilimize ve sanatımıza birçok târihî roman yazarından daha çok önem vermesinden kaynaklanır. Yazdığı bu seri romanlardan “Dünkü Türkiye” serisi dört üçlemeden oluşur ve on ikinci kitaptaki bir cümle ile birinci kitaba gönderme yaptığını anlayabilirsiniz. Bu şekilde hem kendi yazarlığının kalitesini hem de Türk milletinin târih boyunca kendine yüklediği özel görevini hiç değişmediğini ortaya koyar. Bu romanlardaki kahramanları dönemin şartlarına ve gerçeğe uygun şekilde betimlemiştir. Onun betimlemelerinin farklı bir noktası vardır. Yaşar Kemal, Kemal Tahir gibi yazarların yaptığı gibi soyutu somutla anlatmaz; somutu soyutla betimler. “Dünkü Türkiye” serisinde en çok dikkat çeken noktalardan biri de budur. Betimleme hususunda dikkat çeken diğer bir eseri de “Sonsuza Uyanan Taşlar”da bozkır betimlemesidir. Neredeyse kitabın beşte birinde betimleme yapmıştır. Usta kalem diye bilinen nice yazarın yapamadığı dil kıvraklığı ve akıcı üslubunu her eserinde görmek mümkündür.

Sepetçioğlu’nun eserlerinde en çok vurgulamaya çalıştı şey bana kalırsa Anadolu’nun nasıl Türkleştiği ve Türk kaldığıdır. “Sarı Hoca” ve “Küpeli Hafız” karakterleri ile Ahmet Yesevî terbiyesinden geçmiş dervişlerin Türk milletinin yöneticisinden vatandaşına kadar her insanını nasıl etkilediğini anlatmıştır. Sâdece kılıç gücüyle bir toprağın fethedilemeyeceğini, ilim ve irfanla o topraklarda kök salıncağını kahramanların ağzından dile getirmiştir. Bunun böyle olduğunu Ömer Lütfi Barkan ünlü makâlesi “Kolonizatör Türk Dervişleri”nden okuyanlar bilirler. Fakat en başta da dediğimiz gibi bu dervişlerin nasıl konuştuğunun, nasıl yaşadığının gözümüzde canlandırmasını Sepetçioğlu yapmıştır. Sarı Hoca, romanın ismini veren “Kilit” metaforunu şöyle açıklayarak Yesevî dervişlerini tam anlamıyla yansıtır:

“Kilidi aldı. Anahtarı arkasından taşla vurup eskisi gibi kilitledi. ‘Bak Sav-Tekin’ dedi. Deli yiğidim benim, Sarı Hoca’nın deli yiğidi, sen ne yaptın ne yapmadın bir deyim sana. Bu kilit kilitliydi; açılması gerekti, âmenna. Her kilidin açılması gerektir ki o kilidin kilitlediği yere giresin de oturacaksan oturasın; yurt yapacaksan yurt yapasın… Bunun için de ne gerek? Anahtar gerek… Kilit paslıysa yağlamak gerek… Daha daha? Orasını burasını kurcalamak, sağını solunu yoklamak, sıkıysa gevşetmek, gevşekse sıkıştırmak gerek. Ama bu her kilit için böyle mi gerek? Hayır! Kilidine göre kilidin icâbatına göre… Onu artık ehlî her kimse o anlar… Ya sen ne yaptın Sav-Tekin yeğenim? Sen de bunları yaptın… Tamam mı tamam. Ee, tamam da kilit niye açılmadı? Açılmaz tabiî. Hani besmelesi bunun? Besmele niye gelmez aklına Sav-Tekin yeğenimin? Gelmez tabiî, neden? Çünkü Sav-Tekin yeğenim yiğitliğine güvenir! Eyi, güvenmesini biz de istiyoruz. Yiğitliği yetmez, aklına da güvensin diyoruz, amma besmeleyi de unutmasın diyoruz, besmelesiz başlamasın… Odunun bile neyi var? Özü var. Öyleyse? Hadi al bakalım şimdi şu kilidi; al da o yiğitliğin, o aklın besmeleyle cilâlansın, hep beraber bir besmele çekelim, görelim ne olacak?”(4)

İşte Türk târihindeki yiğitlerin bir özü vardı ve bu öz “Sarı Hoca” gibi “Küpeli Hafız” gibi dervişler sâyesinde nesilden nesile aktarılmıştı. Her dâim hâkanın, pâdişahın, hükümdarın yanında bulunan mânevî önderleri önce onların nefis terbiyelerini yapmış sonra yeni fetihlere göndermiştir. Bunu Tarık Buğra’nın “Osmancık” romanında da çok keskin bir şekilde görmekteyiz. Târihî romanın hakkını veren her yazar gibi Sepetçioğlu da gerçekleri aslına uygun romanlaştırdığı için Yesevî dervişlerini romanlarının tamamına oldukça iyi yerleştirmiştir. Bu romanları okumadan Türk’ün dünyâya, devlete ve insana bakış açısını anladım, bildim demek imkânsızdır. Yine Küpeli Hafız da Türk’ün anlayışını çok açık bir şekilde özetlemiştir: “İnsan bir kaftandır hay oğul yahut bir savaş zırhı. Ne kadar süslü püslü ne kadar zengin olursa olsun kaftanın da savaş zırhının da içi boş olursa ayakta durması ne mümkün? Kullanılır mı? Yoooo… Atılır bir köşeye ya güvelerin elinde delik deşik oyulur ya da paslanır kalır. Kaftanın da savaş zırhının da içini doldurmak gerek; hem öyle bir yiğitlikle doldurmak gerek ki kaftan da savaş zırhı da hemi kaftanlığını hemi savaş zırhlığını bilsin… Ne ile doldurmak gerek? Ben, Küpeli Hafız buna ‘îman’ derim. Selçuklu yiğidi ne süslü kaftan ne savaş zırhı olmamalı… Bir de insanlar var Sav-Tekin’im. Arılardan çok, karıncalardan çok. Arıları, karıncaları dağıtmayan nedir? Bir de şöyle desek: Hayvan sürülerini hem ot hem su toplar mı bir yere? Toplar. Öyleyse insan sürülerini de bir şey bir araya toplamalı. Bütün Selçuklu, karınca gibi arı gibi; hayvan sürülerinin ota yahut suya koşuştuğu gibi bir şeyin etrafında toplanmalı, bir şeye koşuşmalı. Aksi olursa toplayamazsın Selçuklu’yu, Selçuklu’yu bırak, insanları toplayamazsın; iyiyi, doğruyu, güzeli Selçuklu öğretmelidir. Öyleyse Selçuklu’yu sıkı sıkıya birbirine bağlayacak, onun otu suyu olacak şeyi bulacaksın. Öyle midir? Öyleyse bu îmandır.”(5) bu dervişler bir yerin yurt olması için ne lâzım olduğunu ortaya koyarken Yesevîliğin ana düsturlarını da ortaya koymuşlardır. Onlara göre bir yerin yurt olması için adının da Türkçe olması lâzımdır. Ahmet Yesevî’nin sâde Türkçe anlayışını yaşattıklarını Sepetçioğlu atlamamıştır ve “Kapı” romanında “Karakurt Hafız”a söyletmiştir: “Bu şehrin bizden önceki adı neydi? Falanca değil miydi? Eee? Falanca dediniz mi sizin dilinizle söylenmeyen ada nasıl sâhip çıkarsın pekey? Bir duyan olsa bu adın esas sâhibini hatırlamaz mı hemen? Sayın ki haçlı sürüleri bizi silip süpürdü buradan, gerilere gittik… Giderken ne götüreceğiz ha? Adı ile başkalarının olan kentlerin özlemini mi hatıralarını mı yoksa, havasını mı suyunu mu?(6)

“Dünkü Türkiye” serisinde bu vatana nasıl geldik, nasıl yurt yaptık ve cihana hükmetmiş bir devlet kurarken ne bâdireler atlattık bunu anlatan yazar “Bugünkü Türkiye” serisi ile Türk târihinin bütünlüğünü devam ettirmiştir. “Karanlıkta Mum Işığı” (1978), Cevahir ile Sadık Çavuş’un “Buğday Kamyonu” (1977), “Güneşin Dört Köşesi” (1983) İkinci Dünya Savaşı, tek partili dönem ve sonrasını Türk milliyetçiliği gözüyle yorumladığı eserleridir. Aslında “Dünkü Türkiye” ve “Bugünkü Türkiye” serileri arasında köprü vazîfesi gören “…Ve Çanakkale” serisi yazarın Türk târihinin kilit noktalarını es geçmediğini gösterir. “Geldiler, Gördüler ve Döndüler” ismiyle yayınladığı bu eserler Sezar’ın “Veni, Vidi, Vici” vecîzesine bir göndermedir. Yazar burada da betimlemelerini ve metaforlarını konuşturur. Düşman kuvvetleri aç bir martıya benzeterek Çanakkale’nin üzerinde dolaştırırken aslında bize Çanakkale Savaşı’ndaki önemli yerleri resmeder. Mustafa Kemal’in hâtıralarından ve Birinci Dünya Savaşı’nın çıkma nedenlerinden bahsederek de aslında romanının târihî gerçeklere uygun olarak anlatacağının sinyallerini vermektedir. Sepetçioğlu bu romanlarında Türk ruhunu anlatmak istemiş ve amacına da ulaşmıştır. Kendine yapılan eleştirilere verdiği cevaplarda da amacını gölgelemeye çalışanlara fırsat vermemiştir:

“Biliyorum ki bir kısım târih yazarlarıyla pek sevgili eleştirmenler (!) birçok şey söyleyip hiçbir şey anlatmadan …Ve Çanakkale hakkında da yazacaklardır. Varsın yazsınlar. Çünkü ben biliyorum ki …Ve Çanakkale’den önce bizim dilimizde yazılmış böyle bir roman yoktu, şimdi var. Bu bile benim için bir şereftir, önceliği olan öteki eserlerim gibi. Ayrıca …Ve Çanakkale, târihin alışılmış ders kitaplarından da değil. Bir milletin nâmusu olduğu için Plevne’den sonra ana topraklarımızdaki en büyük direniştir; karşı geliştir, millet bütünlüğüyle bir savunmadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücü bu savaşlardan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden, bilinen târih sıralaması yerine, taşıdığı destan havasının bozulmamasına gayret ettim. (…) Bence önemli olan Çanakkale’ye gelenlerin gelmesi değildir. Onlar nasıl olsa geleceklerdi. 1071 Ağustos’undan beri gelmeyi her fırsatta denediler. Çanakkale’ye 1914 ile birlikte geldiler. Önemli olan onları Çanakkale’de durduran ruh idi. İşte bu, o ruhun destanıdır.”(7)

Sepetçioğlu bu milletin târih sahnesindeki destanlarını hakkıyla anlattığından ve Dede Korkut edâsı ile su gibi akan Türkçesinden dolayı “Çağımızın Dede Korkut”u olmayı sonuna kadar hak etmiştir. Türk edebiyatında nehir roman yazarımız oldukça azken o bunu târihî romanları ile yaparak hem nehir romandaki eksikliği gidermiş hem de târihî romanda bunu kullanarak Türk târihindeki önemli dönemeçleri bir bütün hâlinde Türk gençliğine sunmuştur. Türk milliyetçilerin Türk târihini bir bütün olarak gördüğünü romanları ile kanıtlamıştır. İslâmiyet öncesi, sonrası, Osmanlı öncesi, sonrası diye ayrım yapmadan Türk târihini etkileyen ne varsa konu etmiş ve burada değişmeyen şeyin Türk’ün “Alp-Erenlik” ruhu ve vatan sevgisi olduğunu haykırmıştır. Bu ruhu târih derslerindeki maddeleme yöntemi ile kaç gencimize aktarabiliriz? Sepetçioğlu okumadan ve okutmadan Türk’ün cihâna hükmetmiş adâletini, ruhunu ve ferâsetini nasıl geri kazanabiliriz? Bir millet en zayıf olduğu zamanlarda destanlarından güç alır, ilham alır. Bu çağda zayıfsak ve bu çağın Dede Korkut’u Sepetçioğlu’ysa şimdi onun eserlerinden güç ve ilham almalıyız. Türk milleti kimmiş, neler yapmış, bunları yaparken nereden güç almış, nasıl konuşmuş, nasıl yaşamış, neleri göğüslemiş bunları bilmeden yeniden dirilmemiz zor. Bütün bunları bilmek için de illa okumak illa okumak… Her önümüze geleni değil elbet bir hazîne olan Sepetçioğlu’ndan başlayarak… Onun vermek istediği ruhu hissederek okuyup titreyip kendimize dönmemiz lâzım.

Kaynakça

(1) Ünal, Asife. Mustafa Necati Sepetçioğlu ve Yesili Hoca Ahmed. International Journal of Cultural and Social Studies. Ağustos 2016.

(2) Çalık, Ethem. Mustafa Necati Sepetçioğlu Hayatı Sanatı ve Eserleri. Erzurum: Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi. (1993)

(3) Çalık, Ethem a.g.t

(4) Sepetçioğlu, Mustafa Necati. Kilit. İstanbul. İrfan Yayınları. (2005)

(5) Sepetçioğlu, Mustafa Necati. Anahtar. İstanbul. İrfan Yayınları. (2005)

(6) Sepetçioğlu, Mustafa Necati. Kapı. İstanbul. İrfan Yayınları. (2005)

(7) Sepetçioğlu, Mustafa Necati. …Ve Çanakkale Geldiler. İstanbul. Akran Yayınları. (1989)

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.