II. BÖLÜM

İlk zamanlardan bu yana, büyük bir çekişme içinde olduğumuz Çin’in eski kaynaklarında Türkler, “Güçlü, husûmetli, teşkîlâtçı ve savaşçı insanlar” şeklinde nitelendirilmiştir. Gerçekten atalarımız dünyâda ilk defa ata binmeleri, onu bir savaş vâsıtası olarak kullanmaları ve askerî kâbiliyetleri sâyesinde komşu kavimlere üstün bir kuvvet hâlinde târih meydanına çıkmışlardır. Hayatlarını at üstünde geçirmişler, onu aynı zamanda hızlı nakil ve haberleşme aracı yapmışlardır. At sâyesinde okçu ve süvâri birlikleri kurmuşlar, süvâriliğin îcâbı olarak uzun kılıç kullanmışlardır. Mîlâttan önce 210 yılına doğru tamamlanan Çin Seddi, bu üstünlük ve güçten korunmak için inşâ edilmiştir. O sıralar Türklerin başında Mete vardır. Büyük Hun İmparatorluğu’nun sınırlarını İran, İskender ve Roma İmparatorluğu’ndan daha çok genişletmiştir. Mete strateji bakımından Kirus, İskender ve Sezar’dan üstündür. O, Büyük Okyanus’tan batıda Hazar ve Urallara, kuzeyde buzullardan güneyde Himalayalara kadar askerî hareketlere girişmiştir. Çin, Hindistan ve İran dışında Asya’nın hemen tamamını ele geçirmiştir. Yılmaz Öztuna’ya göre Çin İmparatorluğu’nun teşekkülü biraz daha gecikseydi Mete’nin Çin krallıklarını teker teker ortadan kaldıracağı muhakkaktı. İmparatorluk hâline gelmesi Çin’i tam bir Türk istîlâsından kurtarmıştır.

“Türk atlısı, miskin kavimlerin dağ ve akarsu atlayamadıkları çağlarda Pasifik kıyılarından Atlantik kıyılarına erişmiştir. Onu kuzeyde buzullar durdurmuş fakat güneyde Himalayalar bile durduramamıştır. Hint Okyanusu’na kolayca erişmiştir. (…) Çin’e, Hint’e, Doğu ve Orta Avrupa’ya ve daha nice çorak toprağa akmış, büyük yeşillikler yaratmış, Anadolu’da yurt kurmayı da bilmiştir. Bütün bir Avrupa iki asır boyunca ona denizi atlatmamak için direnmiştir. (…) Altay ve Tanrı Dağı’ndan Tuna boyu (…) Selçuk Bey torunu Alparslan’dan Osman Gâzi torunu Süleyman Paşa’ya ancak 200 yıl geçmiştir. 6000 kilometre için 200 yıl, 6 kuşak nedir ki? Bu mesâfeyi yürüyen bir şahıs, bir ordu değil; bir millettir.”(1)

Şaşmayalım; o devirlerde ideal insan tipimiz “alp”ti. Güçlüydü, korkusuzdu. Enerjik ve dinamik Türk milletinin dünyânın dâima en kalabalık nüfusuna sâhip olan Çin ile komşu olması, sık sık hegemonya savaşlarına yol açmıştır. Türk milletinin çoğu zaman üstün gelmesine rağmen yeryüzünün en köklü emperyalizmi ile Çinliler yenilgilerinin altından her zaman kalkmayı bilmiştir. Orhun Âbideleri’nde yer alan “Çin’in tatlı sözlerine, ipek kumaşlarına kandın.” sözü bu emperyalizme işâret etmektedir. Fakat Talas Savaşı’nda Türk ve İslâm ordularına yenilmesi Çin’e çok büyük darbe vurmuştur. Asırlarca bellerini doğrultamamışlardır.

Türklerin en büyük millî ve mâşerî dehâlarının teşkîlâtçılık olduğu mâlûmdur. Onlar coğrafya mesâfelerinden asla ürkmemişlerdir. En uzak ülkelere ayak bastıkları zaman bile sanki asırlardır bu ülkeleri idâre ediyorlarmış gibi teşkîlâtlanırlardı. Bunu bir târihçimiz “Türk yeni bir yere gittiğinde birine rastlayınca selâmlaşmadan sonra bohçasını açar, onu buyur ederken hemen beldenin başındaki kişi ve idâresi ile ilgilenir, memnûniyetsizlik sezerse aday olmayı ve iyi bir idâre kurmayı tasarlar.” şeklinde anlatmıştı. Türk’ün en büyük geçim kaynağı hayvancılıktı. Büyük ve dağınık sürülerin sevk ve idâresi, bir yerden başka bir yere gerektiğinde âcilen nakli kolay bir iş midir? Hele kalabalık insanlar ile birlikte olursa… Zordur hem de çok zor. Uyuşmazlıklar, tercihler, öncelikler vesâire… Göç idâresi zor olsa da Türk idâreciliğinin ve teşkîlâtçılığının temelidir.

Türk ordusu, dünyânın en kalabalık muhârip gücüydü. Sâdece vuruşkan değil; iyi idâre edilen, iyi donatılan, aynı zamanda strateji ve taktik üstünlükleri olan bir orduydu. Turan taktiği, asırlarca düşmanların çözüp tedbirini alamadıkları bir imhâ aracıydı. Her Türk erkeği asker sayılırdı. Ordu-millet olmak da kolay değildi.

Bu bölümü bir büyük Fransız târihçisi, Asya târihinin büyük mütehassısı Rene Grousset ile tamamlayalım: “Türk ırkı, eski dünyânın demir ırklarından biridir. Bu ırk bilindiği gibi Orta Asya menşelidir; Sibirya uçlarında, Orta Moğolistan’da o derece sert olan bu iklimlerde, daha târih sahnesine çıkışının başlangıcında kıvamını bulmuştur. Türk ırkının iki karakteri bârizdir: Bir taraftan fizik sağlamlığı ve dayanıklılığı, ırkın yok edilemez vasıfta olması; diğer taraftan çeşitli mânevî iklimlere kendini uydurabilmek kâbiliyeti (…) Bu ırkın ikinci çarpıcı karakteri, yönetim ve kumanda etmeye olan kâbiliyetidir. Bilhassa karışık olan halkları derleyip toparlamak hususundaki teşkîlât kâbiliyeti, târihte yalnız Romalılarla mukâyese edilebilir. Bugünkü modern Asya milletlerinin hepsine millet ve devlet olmayı Türkler öğretmişler, onları Türkler teşkîlâtlandırmışlardır.”(2)

Bu hususlarda Türk’ü yenilmez yapan ikinci cephesidir. Bu iki cephe İslâm îmânı ile Türk gücü dengede olduğu zamanlar Türk yenilmezdir. Misalini Kore-Türk birliğimizden görelim: Birlik komutanının “Faik, NATO’ya senin sâyende gireceğiz.” dediği Faik Türün’ün Tercüman gazetesinde yer alan röportajından özetle: “Gemimiz Kızıldeniz’den geçerken tam Mekke hizâsında alay imamımız o muhteşem mevlidimizden bölümler okudu, ellerini göklere açıp Peygamberimizden mânevî yardım isteyerek, ona salât ve selâm getirerek çok etkili bir hutbe okudu. Bir taarruz sırasındaydı. Sabaha karşı altıncı bölükten bir ezan sesi duyuldu. Ezan sesini tekbir sesleri tâkip etti ve birdenbire bütün cepheye yayıldı. Allahuekber Allahuekber… Dağlar, taşlar inlemeye başladı. Kore ufukları tekbirlerle, gönüllerimiz huzurla doldu. ABD eski başkanı Roosevelt’in eşi Eleanor Roosevelt bu hususta Amerikan gazetelerinde beyânat vermiş. Müslümanlıkta vatan uğrunda şehit olmanın en büyük sevap ve şeref olduğunu, kalanların ise gâzi unvanını aldıklarını ve bunun toplumda en büyük şeref sayıldığını söylemiş.

General Tahsin Yazıcı (Türk Birliği Komutanı) maiyetinde Tümen Komutanlığında ziyâretteyiz. Dış kapıda dururken bizim bir taburumuz da üstü açık cemselere binmiş, bayraklarını açmış, cepheye hareket ediyordu. Askerlerimiz giyinik ama netîcede yağan şiddetli bir yağmur var. Buna rağmen Mehmetçik bayrağını çekmiş, hiçbir şeye aldırmadan gidiyor. Başka bir general bize ‘Askerlerinizdeki bu mâneviyat üstünlüğünü araştırdım. Bunun sebebi sizdeki bayrak sevgisi. Bakınız dışarıdaki askerler şevk içinde gidiyorlar. Açmış bayrakları. Zâten dikkat ettim, bir Türk müfrezesi nereye bir kamp yapsa yâhut karargâh kursa hemen bayraklarını çekiyorlar. Onun etrafında yerleşip işlerine bakıyorlar.’ dedi.”

Türk askerinin unutulmaz kahramanlıklarından bir tânesini anlatayım: Rahmetli şehidimiz Üsteğmen Mehmet Gönenç, topçu gözetimcisi olarak ileri hatlara gönderilmiş. Oradan düşmanı kollayacak ve bir baskına mâni olmak için gerideki topçu idâre merkezine haber verip düşmanı baskına uğratacak. Geridekilerin mukadderatı, onun vazîfesini tam yapmasına bağlı. Düşman ise yayılmış geliyor. Üsteğmen Gönenç derhal topçu idâre merkezine düşmanın geldiğini koordinatları vererek bildiriyor ama idâre merkezi Gönenç’i îkaz ediyor: “Dikkat et! Verdiğin koordinat tam senin bulunduğun nokta olmasın?” “Tamam.” diyor. “İşte, düşman da karşımda zâten. Hemen bu koordinatı topa tutunuz ki düşman geri dönsün.” Bunu ancak Türk askeri yapar. İşte vazîfe aşkı. İşte emre itâat. Analar neler doğuruyor Yâ Rabbi! Ona ve bütün şehitlerimize rahmet et Yâ Rabbi!

Alıntıyı uzatıyorum. Çünkü hem bu derece önemli bilgilerin kaybolup gitmesine gönlüm râzı değil hem de sanki benim yazdıklarımın belgesi. Bunu üç beş gün devam eden bir röportaj dizisinden özetliyorum. Son olarak şuna bakın!

“6 Temmuz 1951 günü Ramazan Bayramı’nın 1. günü idi. Bayram namazını ihtiyat bölgesinin ortasında bütün tugayca toplu olarak kılmayı kararlaştırdıktan sonra içimde bir ürperti hissetmiştim. 5000 kişi namazdayken maâzallah bir düşman uçak filosunun taarruzuna uğradığımız takdirde ne büyük felâkete uğrayacağımızı gözümün önüne getiriyor ve bir türlü gönlüm râzı olmuyordu. İmam sayısının azlığından imkân görülmemişti. Birlikler gelmeye başlamışlardı. Hava çok açık, berraktı. Havada en küçük bir parça bulut dahi yoktu. Birlikler gelirken onlarla berâber bir sis tabakası da meydanın üzerine çökmeye başladı. Cemâat çoğaldıkça bu sis tabakası da kesâfet peydâ etmiş ve 10 metre ilerisi görünmez bir hâl almıştı. Bu sis tabakası yalnız meydana inhisar etmiş ve bu bölgenin dışında kalan sâhada sisten hiçbir emâre görülmemişti. Bayramlaştıktan sonra sis de birdenbire kaybolmuştu. Allah bizi yalnız burada değil her yerde koruyordu.”(3)

Büyüksün Yâ Rabbi! İnanana yardım eder, onu üstün kılarsın. Habibini seveni seversin, korursun Yâ Rabbi. Elhamdülillâh.

Kaynakça

(1) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Târihi. İstanbul: Ötüken Neşriyat. 9. Cilt. 1983. S 420-421.

(2) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Târihi. İstanbul: Ötüken Neşriyat. 8. Cilt. 1983. S 391-392.

(3) Faik Türün. Tercüman Gazetesi. 6 – 11 Aralık 1985/Röportajı yapan: Ergun Göze 

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.