Âh vre Selanik,

Âh vre Yanya!…

Bizimdi bir zamanlar bu güzel topraklar, bizimdi bir zamanlar ismini işittikçe gönüllerimizi titreten Balkanlar: Manastır, Drama, Üsküp, İşkodra, Selanik, Yanya… Daha nice köy, kent, kasaba… Âh ile kahır ile bazıları gâfilce bazıları kahramanlık ile bir bir vedâ ettiler hâkimiyet-i Türk’e, şimdi anılır hâlâ hâtırları hayal dolu gözlerde…

Balkanlar asırlar önce fethedilmiş, Türk yurdu olmuştu. Bir zamanlar bizim olan ilmek ilmek yoğrularak vatan edilmiş yerlerin ardında nice emekler nice çabalar vardı. Maalesef, I. Balkan Harbi’yle asırlık emekler hebâ olmuş; bu vatan topraklarının kimi birkaç ayda kimi birkaç günde kaybedilmiş, kaderi düşman eline bırakılmıştı. Şu an hâlâ göz bebeğimiz olan Selanik dahi tek kurşun atılmadan terkedilmiş dağlarında Türk’ün hüzün dolu vedâ davulları çalınmıştı. Daha dün bir azınlık olarak Osmanlı’ya başkaldıran Yunanlar Selanik’i savaşmadan almış ve yönünü Yanya’ya çevirmişti. Fakat Yanya, Selanik gibi gâfilce teslim edilmemiş, Esat Bülkat Paşa komutasındaki ordu ve Yanya halkı benzeri târihte ender görünür bir savunma ile Yunanlılara karşılık vermişti.

Balkan Devletleri, arasında birçok anlaşmazlık ve târihî çekişmeler olsa da söz konusu Osmanlı’yı paylaşmak olunca yaptıkları ittifak ile hepsi bir olup Osmanlı’ya harp ilân etmişti. Karadağ’ın harp ilânın ardından Yunanlılar, Bulgarlar ve Sırplar da 15 Ekim 1912’de taarruza başlamışlardı. Türk ordusundaysa büyük bir başıboşluk hâkimdi. Özellikle, Yunanlıların Alasonya’dan başlayan taarruzlarına ordumuz karşılık verememişti. Yunanlılar, ileri hareketlerinde hiçbir engelle karşılaşmıyordu. Alasonya Muhârebesi’ndeki: “Yunan Teselya Ordusu Komutanı, tümenlerinin taarruzlarını daha yakından izlemek ve gerekli önlemleri almak amacıyla komuta yerini Alasonya’nın 6 km. güneyindeki Veleşnik’e yakın bir tepede kurmuştu. Buna karşılık, Mürettep 8. Türk Kolordusu Komutanı, göreve başladığı günden beri yığınak ve muhâbere bölgesine gelmemiş, Kolordu’nun emir ve komutasını 22. Tümen Komutanı’na bırakmıştı.”. (1) Bu vaziyette ordunun halini gözler önüne sermekteydi. Hal böyle olunca doğal olarak ordunun ricatı çok hızlı gerçekleşiyordu. Geri çekilen ordumuzun erzakı, eşyası ve mühimmatı da düşman eline geçiyordu. Ordu içerisindeki Hristiyan erler de Yunan tarafına katılıyor, Yunan ordusu Selanik’e kadar neredeyse tek bir silâh dahi kullanmadan ilerliyor: Son olarak Yenice’de meydana gelen muhâbere de yenilgi ile sonuçlandıktan sonra Selanik yolu Yunanlılara açılıyordu. Düzensiz geri çekilmelerin ardından ordu, Selanik önlerine gelindiğinde bir bozgun haline gelmiş vaziyette âciz bir hal alıyordu. Balkanların göz bebeği Selanik için Yunanlılar batıdan, Bulgarlarsa kuzeyden şehre doğru hızla yaklaşıyorlardı. Selanik’e sâhip olma heyecan ve telâşı içerisinde âdeta leş kargası misali yarışıyorlardı. Yaklaşan bu orduları gören ve Yunan ordusunun Selanik yakınındaki Yenice’de toplanacağını bilen Hasan Tahsin Paşa’ysa bir hafta boyunca hiçbir önlem almamış ve ordusunun başına gelmemişti. Arnavut asıllı Tahsin Paşa, savaş daha başlamadan mağlûbiyeti kabullenmiş, tek mermi atmadan emrindeki kırk bin mevcutlu kolorduyu ve Anadolu kadar Türk Selanik’i Yunanlılara teslim etmişti. Uğruna türküler yakılan bu şehir hiç mücâdele verilmeden böyle gâfilce terkedilmiş, âdeta Yunan’a hediye verilmişti. Selanik’i teslim alana kadar neredeyse hiçbir mukâvemet ve önemli bir zâyiata uğramadan ilerleyen yıpranmamış ve düzenli Yunan kuvvetleriyse bu sefer Yanya’daki taarruza yardım etmek üzere yönlerini batıya çevirmişti. Fakat Yanya’da hiç beklemedikleri bir savunma ile karşılaşmışlardı. Esat Bülkat Paşa ve askerleri, Yanya’nın kaderini Selanik’te olduğu gibi düşmana gâfilce teslim etmiyordu. Bu sefer Yanya’da kahramanca bir mücâdele târihe not düşülecekti.

Konumu îtibâriyle stratejik bir önemi hâiz olan Yanya, diğer cephelerde alınan ağır bozgunlardan sonra hâlâ Osmanlı’nın elindeydi. Fakat, güçlü ve zâyiata uğramamış Yunan kuvvetleri Yanya’ya da saldırı başlattı. Batılı devletlerin siyâsî propagandalarına aldanan ve gevşek bir tutum sergileyen Osmanlı Hükümeti ise diğer cephelerde olduğu gibi Yanya’da da gerekli tahkîmatı ve hazırlıkları yapmamıştı. Akdeniz’de bile neredeyse hiç savaş gemisi bulundurmayan Osmanlı, Anadolu’dan bu bölgeye yapılacak lojistik ve asker desteklerini de gerçekleştiremiyordu. Yunanlıların ünlü zırhlısı Averof tüm Adalar Denizi’ne hâkimdi. Bu aldanma ve gaflet durumunu Mareşal Fevzi Çakmak: “23 Nisan 1328’de (7 Mayıs 1912) Ohri’de, bulunduğumuz sırada, biri İngiliz diğeri Amerikalı iki gazete muhâbiri Hacı Adil Bey ile görüşmelerinde bu sene Rumeli’de büyük bir ihtilâl olacağını, bunu belki de bir Balkan muhâberesine dönüşeceğini haber aldıklarını bildirdiler ve bu konuda bilgi ve önlemlerimizi sordular. Bu kimselere, böyle bir halin mevcut olmadığı cevabı verildi. Bunun üzerine onlar, ellerindeki belgeleri gösterdiler ve bildiklerinin doğruluğunu ısrarla söylediler ise de para etmedi. Çünkü, gaflet uykusu bir kere çökmüştü, ne yapılsa uyandırmak mümkün olmazdı…” (2) diye anlatıyor, hükümetin gaflet ve uyku içerisinde olanlara seyirci olmasını ve Balkan Harbi’ne hazırlıksız kalmanın neticesinde meydana gelen zarar ve ziyanın sebebini özetliyordu. Buna rağmen Yanya’da kahraman Türk ordusu kendisinden sayı olarak üç kat, silâh olaraksa beş kat fazla olan Yunanlılara karşı direniyordu. Gerçekleşen şanlı müdâfaayı Fransız gazeteci Guy Chantepleure de: “Anadolular soğuğa, mahrûmiyete, en kötü acılara kahramanca bir tevekkülle tahammül ediyorlar. Biri, bir kolunu ve iki bacağını yitirmişti. Bedeni zavallı bir kütük, içler acısı bir paçavradan farksızdı. Sadece şöyle diyordu: “Vatanımın bacaklarıma ve kollarıma ihtiyacı vardı, ben de verdim.”. (3) diye savaş sırasındaki anılarında dile getiriyordu. Türk evlâtları büyük bir inanmışlıkla kolunu ve bacağını Yanya için teslim ediyor fakat İstanbul’la bağlantısı kesilmiş Yanya, hiçbir yardım alamıyordu. Tüm bunlarla birlikte bir de daha dün yan yana yaşadığı Arnavutların savaş esnasında silâh bırakıp gitmeleri, yağma ve talana tenezzül etmeleri de Yanya’nın kaderini gün geçtikçe bedbaht kılıyordu.

Yanya’da zorluklar içerisinde kanlı bir muhârebe Türk birliklerinin maddî gücü zayıflamış halde devam etse bile düşman elindeki bazı sırtların ele geçirildiği de oluyordu. Yunanlılar tüm imkânlara rağmen böylesine bir direniş karşısında bir türlü istedikleri yerleri ele alamamışlardı. İşte tam bugünlerde, Türk Ordusu Komutanı Yunanlılara bir taarruz yapılmasını düşünmekte ve istemekteydi. Fakat bu taarruz gerçekleştirilemedi. Çünkü o günlerde, Arnavutlar arasında, Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmalar devam ediyor ve menfî propagandaların her gün biraz daha etkisi artıyordu. Nitekim bazı bölgelerdeki Arnavut subay ve erler mevzilerini bırakıp kaçmaya başlamışlardı. Dahası, Arnavutların Yunanlılarla anlaşma imzaladıkları da öğrenilmişti. Bu durumda, Yanya Kolordusu için, emrinde bulunan Arnavutlardan yararlanma olanağı kalmamış, kuvvet yönünden zayıf düşülmüştü. Halbuki yılgınlık, kararsızlık içerisinde olan Yunanlıların Epir Ordusu kuvvetlerine, bugünlerde Yanya Kolordusu düşünülen taarruzu yapabilseydi, Yunanlıları çok kritik durumlara sürükleyebilirdi. Türk Komutanını kararından dönme zorunluluğunda bırakan Arnavut asıllı subay ve erlerin bu hıyânetleri ve firarları çok hassas bir zamana rastlatılmıştı. Devletimizin kaderiyle böyle oynamışlardı.

Arnavut beyi ile Türk Komutanı arasında geçen şu konuşma da oldukça dikkat çekiciydi:

Türk Komutanı’nın: “Biz, askerî namusumuzu, siz de vatanınızı kurtaracaksınız…” demesi üzerine, Arnavut beyi: “Avrupa bizim sınırlarımızı temin etmiştir ve bizim dökecek fazla kanımız yoktur…” cevabını vermişti. Târihin acı bir tecellisidir ki bu ifâdeler, yıllarca bakıp koruduklarımızın milletimize karşı açık bir nankörlüğünden başka bir şey değildi. Türk evlâtları yüz yıllar boyunca bu topraklar ve bu halk için kan akıtmış mücâdele etmişken karşılığıysa bu ifâdeyle âdeta cevapsız kalıyordu. Arnavutların bu tutumunu ve kaybedilen mevkilerdeki yaptıkları yağmaları, muhârebe sırasında Yanya’da bulunan Fransız gazeteci de: “Yağmanın beyinlerine vuran vahşi sarhoşluğu en sert emirleri bile etkisiz kılıyor. Onların gerçek savaş çığlığı: “Yağma!” … İtâatsiz, şedit, kurnaz, her türlü disipline isyankâr ve katkıları olan mağlûbiyet nedeniyle cesâretini kaybetmiş Arnavutlar çevreye dağılıyorlar, köyleri yağmalıyorlar, yakıyorlar. Her yerden aşırılıklarına dâir haberler geliyor…” (4) diye anlatıyordu. Arnavutların hepsi için geçerli olmasa dahi bu nankörlüğü ve ihâneti; yıllarca hürriyetini temin eden bir millete karşı yapılan bu vefâsızlığı anlatacak çok kelime yoktur. Fakat tüm bu ihânetler ve hükümetin Yanya’ya bir yardım ulaştıramaması bile Yanya’nın kahramanca direnişine engel olamamış, Yanya her zorluğa rağmen yüz otuz sekiz gün kahramanca savunulmuştu.

Esat Bülkat Paşa komutasındaki Türk ordusu kısıtlı silâh ve mühimmat ile en azından Türk’ün savaş ahlâkını ve şerefini kurtarmıştı. Yanya’yı düşmana onursuzca teslim etmemişti. Yunanlılar tarafından gönderilen teslim ve ateşkes mektuplarına da son mermimize kadar savaşacağız cevabını veriliyordu. Bu mektup götürmelerin sırasında bir çavuş, üsteğmenin atının dizginlerini tutarak: “Nereye ve niçin gidiyorsunuz?” diye sordu. Üsteğmen bu davranışın sebebini anlamıştı, vakarla: “Atımı bırak, biz teslim olmayacağız…” cevabını verdi. Çavuş bu cevaptan sonra saygıyla subayı selâmladı: “Biz de bunu öğrenmek istiyorduk…” (5) diye söylüyordu. Yiyecek erzakları dahi olmayan Mehmetçikler vatanını savunmaktan asla bir adım geri atmıyor, savaş için ayağına sarılıyordu komutanın. Yanya’da bu şanlı müdâfaada Mehmetçiğin yedikleriyse bazen sadece lahana yaprağı artıkları bazense kumdan ve çakıldan îmal edilmiş gibi duran mısır ekmeğinden başka bir şey değildi. Buna rağmen savaşmaktan asla geri durmamaya ant içilmişti. Nasıl bir fedâkârlık ki belki kendileri dahi içlerindeki bu büyük imânın ve liyâkatin farkında bile değillerdi. Öyle ya muhâbere alanında kükrercesine öne atılan Tuğgeneral Cavit Paşa’nın: “Asker, bakınız şu korkak düşmanın kurşunu bana dokunuyor mu? Allah aşkına siz de kalkın, korkmayın hücum edin…” (6) diye öne atıldığını gören asker hiç bakar mıydı ardına. Bakmadı işte böyle Yanya’da Türk evlâdı ardına. Nitekim Cavit Paşa’da düşmana doğru yıldırım gibi koşarken bir kurşunla şehâdete kavuştu. Büyük bir heyecan içerisinde hücuma geçen askerleriyse düşmana büyük zâyiat verdirmişti. Yokluğun içerisinde destanlaşan Türk ordusu, Yunanlılara bu haliyle ateşkesi bile düşündürmüştü. Fakat bu destansı mücâdelenin devamı için her fırsatta yardım gönderilmesi ve ilgi gösterilmesi için âdeta yalvarıp yakarılmasına rağmen beklenen yardım asla gelmiyordu. Yanya’da çok az bir cephâne ve erzak kaldığı için savunmanın artık nereye kadar gideceği merak ediliyordu. Yunanlılar her ne kadar büyük kayıplar alsa ve ümitleri azalsa da ellerinde Türk ordusundan misli fazla silâh ve teçhîzat bulundurdukları için aksayan yönlerini, Türk mevzilerini ve şehri devamlı topçu ateşi altında tutarak maskeleyebiliyorlardı. Esat Bülkat Paşa komutasındaki Türk ordusu da her ne kadar dirense de herhangi bir yardımın ulaşmaması sebebiyle açlıkla karşı karşıyaydı. Yunan ordusu bu halde bile zorlanarak şehre yaklaşmaktaydı. Herkes savaş artık nereye kadar sürecek diye merakla Türk’ün bu şanlı direnişinin âkıbetini beklemekteydi. Ne olacaktı? Bu direniş ovada mı devam edecek yoksa Yanya şehrinin duvarlarının altında mı, sokaklarda mı? Fakat beklenen yardım asla gelmemiş, şartların iyice ağırlaştığı aşikâr olmuştu. Ekmeklik un dahi kalmamıştı. Mısır koçanı ve sapı ile öğütülmüş ekmekle ihtiyaç anca karşılanıyordu. Başta topçu mermisi olmak üzere mühimmat iyice azalmıştı. Vaziyet her yönüyle çok acıklıydı ve maalesef 5 Mart 1913 günü yüz otuz sekiz günlük şanlı direniş sona ermiş, Türk askerleri son mermilerini atmış, son kalan yiyecekleri yemiş ve son tâkatlerini de harcamışlardı.

Ölüme atılış ve kahramanlıkla destanlaşan açlık ve yokluk içerisindeki yüz otuz sekiz günlük direniş neticesinde Türk ordusu teslim olurken bazı askerler neredeyse bir haftadır yiyecek yüzü görmemişti. Çoğu asker açlıktan ve hastalıktan ölmekteydi. Bir tüfek başına yaklaşık on beş mermi kalmış haldeydi. Esat Bülkat Paşa memleketi olan Anadolu kadar Türk Yanya’da teslim olmuştu. Kim bilir ne büyük bir ıstırap ve acıyla yanmaktaydı… Yine de kendisinden anormal şekilde dört-beş kat büyük bir orduyla mücâdele eden Esat Bülkat Paşa ve ordusu, doğru ve emir komuta olduktan sonra Türk milletinin en kötü şartlarda bile neler yapabileceğini gözler önüne sermişti. Bir Fransız subayı bile bu savaşı anlatırken Yanya için: “Yanya Kalesi dâimî değil, geçici değil, hatta sahrâ usûlü ile bile yapılmış istihkâmlardan uzak bir tahkîmat idi. Böyle taş toprak arkasında yapılan kahramanca bir savunma önünde Yunan kuvvetlerinin aylarca duraklaması, öğretmeni olduğum Yunan ordusu için yüz karasıdır…” (7) diyordu. Verilen mücâdele çok büyüktü. Fakat bu hüzünlü mağlûbiyetin ardından Yanya’da Yunanca ve Fransızca zafer çığlıkları atılıyor, netice değişmiyordu. Öyle ki, Yanya’daki bu şanlı müdâfaa görüldüğü gibi diğer cephelerde de mağlûbiyetler pahalıya mâl edilse ve özellikle fırsatı varken Selanik’te de bir direniş gösterilse belki Yanya düşmeyecek, I. Balkan Harbi’nde düşman daha çok yıpratılacak en azından birkaç yer daha kurtarılabilecekti. Savaşın neticesi en azından biraz daha hafifleyecekti. Ancak sonuç olarak Balkanlar’a vedâ; başıboşlukların, sosyolojik ihânetlerin ve birçok sebebin neticesinde bir hakîkat olarak karşımıza duruyordu. Mareşal Fevzi Çakmak ve Atatürk gibi dâhîlerin öğretmenliğini yapmış, sonradan Çanakkale’de boğazı düşmana kapatan üç komutandan biri olacak eğitimli ve donanımlı bir komutan olan Esat Bülkat Paşa bile yardımına yetişecek bir güç olmayınca bu hakîkatin önüne ne yapsa geçemiyordu. Diğer Balkan vilâyetleri gibi Yanya’da da Türk bayrağı artık dalgalanmıyordu.

Yanya’ya vedâ işte böyle acı ve zorlu olmuştu. Yanya terkedilmiş fakat Esat Bülkat Paşa komutasındaki Türk ordusu vazîfelerini yapmış; canlarını, kanlarını, başka hiçbir millette emsaline denk gelinmeyecek şekilde fedâ etmişti. En azından Türk’ün şerefini Yanya’da kurtarmışlardı. Netice bu türlü bir mağlûbiyetse eğer bundan Yanya’daki kahraman Türk evlâtları değil baht utanmalıydı!

Yanya’yı düşünüp yüreği sızlayanlara, Türklüğün fırtınayla deryâya karıldığı günlerine dalıp gözleri süzülenlere, Selanik’te çalan davulları duyup bir daha asla yenilmemeye ant içenlere selâm ve duâ ile…

Kaynakça

(1) Genelkurmay ATASE Başkanlığı; Balkan Harbi (1912-1913), c. III, Ks. 2

(2)ÇAKMAK, Fevzi; Garbi Rumeli’nin Sureti Ziyaı ve Balkan Harbi’nde Garp Cephesi, (3) Konferans, Akademi Basımevi, İstanbul

(4) CHANTEPLEURE, Guy; Kuşatılmış Kent Yanya, Yay. Haz. Ahmet Nuri Yüksel, 1. Basım, İstanbul, 2010

(5) CHANTEPLEURE, Guy; Kuşatılmış Kent Yanya, Yay. Haz. Ahmet Nuri Yüksel, 1. Basım, İstanbul, 2010

(6) Genelkurmay ATASE Başkanlığı; Balkan Harbi (1912-1913), c. III, Ks. 2

Yanya Savunması ve Esat Paşa, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, No:576, 1. Baskı 1984, Hazırlayan: Genelkurmay Askerî Târih ve Stratejik Etüd Başkanlığı

(7) ILGAR, İhsan; Esat Paşa’nın Çanakkale Anıları, Baha Matbaası

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.