Yine geldi eylül ayı. Türk demokrasi târihinin en acı sayfasının açılış günüydü belki de 12 Eylül. Geldi ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı!

Öncesiyle ilgili çok şey söylenebilir belki ama 12 Eylül, ülkücüler için büyük yıkımın başlangıç târihidir. “Yaşasın devlet-yıkılsın düzen!” diye duvarlara yazılar yazdıkları, slogan attıkları devletin, ülkücülerin varlığından ve duruşundan rahatsız olduğunu iliklerine kadar hissetti ülkücüler!

Halbuki kızıl işgal dört bir tarafta kendisini gösteriyordu. Okulları işgal edenler, kendileri gibi düşünmeyenleri derse almıyorlardı. Orduda, emniyette, bürokraside, medyada gittikçe güçlenen komünistler “devrimin” kırdan mı yoksa kentten mi başlayacağına karar vermeye çalışıyorlardı.

Onlar karar verekoysunlar! Türk milliyetçileri için bu durum artık dayanılmaz noktaya gelmişti. Ufak ufak teşkîlâtlanma ve karşı koymalar başladığında verdik ilk şehidimizi: Ruhi Kılıçkıran.

Durmadı akan kan. Kimleri kaybetmedik ki zaman içinde… Ciğerlerine hava basılarak işkence edilerek katledilen Dursun Önkuzu, şehit olduğunda cebinden 35 kuruş çıkan Yusuf İmamoğlu, Bingöl belediye başkanı iken kardeşi ve annesiyle şehit edilen Hikmet Tekin, İstanbul il başkanıyken oğluyla birlikte çapraz ateşe tutularak öldürülen Recep Haşatlı, katledilen öğretmenler, işçiler, öğrenciler…

Birileri için “faşistler” temizlendikçe “devrime” giden yol tertemiz olacaktı!

Halbuki bilmiyorlardı, onlar ölmüyordu!

“Yaşasın devlet-yıkılsın düzen!” diyerek yola çıkan Başbuğ Alparslan Türkeş liderliğindeki Milliyetçi Hareket, Türkiye’yi Rusya’nın uydusu yapacak projeye en büyük engeli koyuyordu. Halk aydınlanmaya ve komünistlerin niyetini daha iyi anlamaya başlamıştı. Okulları işgal edenler karşılarında artık ülkücüleri buluyorlardı. Rahmetli Ali Metin Tokdemir’in dediği gibi:

“Biz îmanımızın müdâfaasını yaptık. İstanbul’da bir üniversitenin kapısına ‘Muhammed’in p.çleri giremez’ yazmışlardı. Birileri kafalarını eğip oradan giriyorlardı. Orada kafalarını eğip girmeyen ülkücülerdi.”

Boyun eğmiyordu ülkücüler. Her türlü baskıya, zulme rağmen ülkücüler doğru bildiklerinden şaşmıyor ve bu durum halkın teveccühünü kazanmalarına yol açıyordu.

12 Eylül öncesi son seçimlerde Milliyetçi Hareket Partisi’nin oyu ve milletvekilleri, birilerini için alarm zillerinin çalmasına neden olmuştu. 12 Eylül’e giden süreçte herkes biliyordu ki 1981 seçimlerinde Başbuğ Alparslan Türkeş liderliğindeki MHP iktidara geliyordu. Buna asla müsâade edilemezdi.

Öyle diyordu ABD kaynakları!

Etmediler!

12 Eylül gecesi ordu ülkede yönetime el koyuyordu. “Bizim çocuklar başardı.” diyordu bir başkaları da.

Ve ülkücüler için kâbus gibi günler başlıyordu. Hani komünistlerin iddia ettiği gibi ülkücüler kollanıyordu, hani devlet ülkücülerin yanındaydı; ülkücüler, varlığı için canlarından vazgeçtikleri devlet düzenin çarkları arasında eziliyordu.

Mamak’taki işkencelerin sesi ülkenin en ücra köşesinde dahi duyuluyordu. Filistin askısı, falaka, cinsel uzvundan elektrik verme gibi insan onur ve ahlâkının kaldıramayacağı tonlarca işkence ülkücüler üzerinde deneniyordu.

İşkenceler yetmiyordu tabiî. Kenan Evren denge olsun diye “Bir sağdan, bir soldan!” asma tâlîmatı vermişti.

Ve ilk ülkücüyü asıyordu 12 Eylül cuntası: Mustafa Pehlivanoğlu. İşkence altında alınan ifâdesine ve yazdığı son mektuba rağmen asarken elleri titremiyordu zâlimlerin. Şöyle sesleniyordu Pehlivanoğlu:

“Eğer benim günahım varsa Cenâb-ı Allah’ın huzurunda çekmeye hazırım. Yok, bir yanlışlık sonucu ölümüme karar verenler, îdam edenler Allah’tan bulsunlar. Şunu hiçbir zaman unutmasınlar ki Mustafalar ölür, Allah dâvâsı ölmez, milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer her zaman Allah’a inananlarındır.

Son olarak abime, yengeme, yeğenime, bacıma selâm eder; haklarını helâl etmelerini dilerim. Nişanlıma da selâm eder, Cenâb-ı Allah’ın mutlu bir yuva kurması için ona yardımcı olmasını dilerim.

Oğlunuz Mustafa.”

Mustafa Pehlivanoğlu, ilk îdam edilendi ama son olmayacaktı. Ardından Cevdet Karakaş, İsmet Şahin, Fikri Arıkan, Cengiz Baktemur, Ali Bülent Orkan, Ahmet Kerse, Halil Esendağ, Selçuk Duracık 12 Eylül cuntasının îdam sehpâlarında can vereceklerdi.

Can veren yiğitlerin son sözleri vatan üzerineydi.

Meselâ Ali Bülent Orkan îdamı ertelendiğinde çok mutlu olmuştu. Muhsin Yazıcıoğlu’na yazdığı mektupta şöyle diyordu:

“Selâmünaleyküm Başkanım ben Ali…

Çok sevinçliyim. Aldığım îdam cezâsı 1 hafta ertelendi. Ben 1 hafta sonra öleceğim diye sevinmiyorum. Hatim indiriyordum, yarım kalmıştı. Onu tamamlamaya fırsat kazandım ona sevindim. Benden ve benim gibilerden Yâsin-i Şerif’i esirgemeyin. Kaza oruçlarım vardı bitirdim sanıyorum aklım pek yerinde değil, belki Yâsinleriniz bana şefâatçi olur.”

Selçuk Duracık ve Halil Esendağ îdam sehpâsına yürürken tekbir getiriyorlardı. Selçuk Duracık, Halil Esendağ’a dönerek, “Önce seni assınlar Selçuk, sen bana dayanamazsın.” diyordu.

Önce Selçuk Duracık çıktı îdam sehpâsına. Cellâdından helâllik istedi. Tabure tekmelendi ve Selçuk îdam sehpâsında dönmeye başladı. Sallandı, sallandı, sallandı. Yüzü kıbleye dönmüştü ki durdu Selçuk’un cansız bedeni.

Halil Esendağ’da da aynı olay gerçekleşince yerler gökler bağırıyordu:

“Vallâhi bunlar ŞEHİT, vallâhi bunlar ŞEHİT!”

12 Eylül cuntası silindir gibi geçti “Ülkücü Hareket” üzerinden. Acımadan, tüm işkenceleri üzerinde deneyerek, îdam sehpâları kurarak…

Diğer siyâsî liderler az bir süre cezâ evinde yatıp çıkarken Başbuğ Türkeş’i yıllarca cezâ evinde tutarak…

Siyâsî yasaklarla Türk milliyetçiliğini âdeta bitirme planları yaparak…

Ozan Arif, 12 Eylül’ü şiirinde öyle güzel anlatıyor ki:

“Kaç yıl oldu ‘On İki Eylül’ oldu olalı,

İdâreyi bu beyler ele aldı alalı,

Senelerdir dinledik tantanayı mavalı

Ben ‘On İki Eylül’ün nesini seveceğim,

Sevmediğim gibi de devamlı söveceğim.

 

Dün ülkücü vuranlar bugün asker vuruyor,

Hemi de tek tek cemse cemse kırıyor,

Gün geçtikçe anarşi daha da kuduruyor.

Ben ‘On İki Eylül’ün nesini seveceğim,

Sevmediğim gibi de devamlı söveceğim.

 

Güneydoğu kan gölü, kan ağlıyor taş toprak,

Köyler yasa bürünmüş ırganmıyor dal, yaprak

Ülkücü de yok şimdi bundan sonra sen gör bak

Ben ‘On İki Eylül’ün nesini seveceğim,

Sevmediğim gibi de devamlı söveceğim.

 

Ülkücü yok dediysem varım ama sessizim

Ocağımı yıktılar yuvasızım, ıssızım

Bunlar ile helâya gidersem nâmussuzum

Ben ‘On İki Eylül’ün nesini seveceğim,

Sevmediğim gibi de devamlı söveceğim.

 

Silâhlar dağıtıldı tutuşunca etekler,

Komünist gelir diye bundan sonra kim bekler

Anlasın ülkücünün kıymetini köpekler

Ben ‘On İki Eylül’ün nesini seveceğim,

Sevmediğim gibi de devamlı söveceğim.

 

Allah zeval vermesin vatana ve devlete,

Benim sözüm ‘On İki Eylül’ denen illete

Yapanları şikâyet ediyorum millete

Ben ‘On İki Eylül’ün nesini seveceğim,

Sevmediğim gibi de devamlı söveceğim.”

 

12 Eylül, Türk demokrasi târihinin üzerinden silindir gibi geçti. Ülkücüleri âdeta toparlanmasınlar diye yerle yeksan etmeye çalıştı. Ülkücüleri devlete düşman etmeye çalıştı. Ülkücüler tıpkı 1980 öncesi gibi seslendi cuntaya:

“YAŞASIN DEVLET-YIKILSIN DÜZEN!”

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.